08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 ‘Türk Devletleri Muhasebe Tarihi’nin yazarı Prof. Güvemli kültürel tanıtımın yetersizliğine dikkat çekti C haberler SÖZDEN YAZIYA GÜRAY ÖZ 9 MART 2007 CUMA ‘Araştırma kültürümüz yok’ Leyla TAVŞANOĞLU Prof. Dr. Oktay Güvemli muhasebe ve finansman uzmanı. Bu konularda 25 kitabı, ulusal ve uluslararası dergilerde çok sayıda yayımlanmış makalesi, bilimsel bildirisi bulunuyor. Bunların başında da dört ciltlik Türk Devletleri Muhasebe Tarihi geliyor. Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyelerinden. 1998’den beri de kurucu üyesi olduğu Muhasebe ve Finansman Öğretim Üyeleri Derneği’nin (MUFAD) başkanlığını yapıyor. Prof. Güvemli’yle konuşuyoruz. Çok ciddi bir araştırmacılık yanı olan Oktay Hoca’ya muhasebe tarihine nasıl merak sardığını soruyorum. Anlatıyor: “Ülkemizin insanının en önemli eksikliklerinden birisi, üzerinde oturduğumuz tarihsel ve kültürel hazineyi dünyaya tanıtıp anlatamamak. Konuyla ilgili olarak Anadolu’nun kayıt kültürünü tanımamak. Bu, tanıtımı hiç yapılmamış bir kültür. Daha önceleri konuyla bir, iki kişi ilgileniyordu. Benim bu ilgim 1994’te başladı.” Gecenin Karanlığında parlamentoyla seçmek istemektedir. Demokrasiye uygun olmayan yalnızca bu durum da değildir. AKP milletvekilleri liderlerine “sadakat yemini” etmişlerdir. O ne derse o olacak, o kimi gösterirse o cumhurbaşkanı seçilecektir. Kısacası cumhurbaşkanı seçiminin seçmeni tek bir kişidir. Böyle demokrasi olur mu? ??? Şimdi herkesin aklı Recep Tayyip Erdoğan’ın aday olup olmayacağına takılı kaldı. Oysa önemli olan onun seçilip seçilmemesi değil, tek başına cumhurbaşkanını seçecek olmasıdır. Tayyip Bey kendini ya da bir başka yandaşını Çankaya’ya gönderebilir. “İşi tamama erdirebilir”. Sorun, ülkemizde demokrasinin ondan sonraki hali pürmelalidir. Kadrolaşma tamamlanacak, artık “demokratik tahammülünün” sınırına gelmiş olan iktidar “muktedir” olacak, Türkiye alaca karanlıktan geceye doğru hızla ilerleyecektir. Neon ışıklarında her gün biraz daha sararan “liberal” aydınlar, liberal olmanın zorlaştığını göreceklerdir. ??? Pazartesi gecesi, geçen yıl yitirdiğimiz sevgili Erdal Öz’ü anmak için bir avuç aydın toplandık. Arkadaşları anılarını anlattılar. Sevgili Erdal’ın güler yüzünü, alçakgönüllü inadını, çektiklerini ve umutlarını dile getirdiler. Çetin Öner kısacık konuşmasında bir Kazak meselinden söz etti: Efsaneye göre her ölenin ardından kırk mum yakılırmış. Her yıl biri söner ve en sonuncu mum sonsuza kadar yanmayı sürdürür, hiç sönmezmiş. Aydın umudu böyle bir şeydir. Alacakaranlıkta geceye doğru ilerliyoruz. Belki de yavaşça içine gömüldüğümüz “zulmetin” bize bir diyeceği vardır. Belki de her yıl biri sönen kırk mumdan sonuncusu hiç sönmeyecektir. Şiir ve şarkı yeniden söylenmeye başlanacak, uykunun sabaha evrilen mahmurluğu çekip gidecektir. [email protected] E R M E N İ L E R E Prof. Güvemli’ye göre Batılılar, Ermeni soykırım iddialarını çürütecek gerçeklerin ortaya çıkmasını istemiyorlar. Bunun nedeni, önyargılı olmaları. Oktay Hoca anlatmasını sürdürüyor: “Örneğin Osmanlı Devleti’nde 600 yıllık köklü bir muhasebe geleneği vardı. Her türlü mali hareket kayıt altına alınmıştı. Anadolu’nun ulaşıma elverişsiz, ücra yerlerinde bile düzenli olarak sayım yapılıyordu. Bu çerçevede 1915 olaylarından sonraki Ermeni tehcirinde bile kimin, nereye gönderildiği tek tek kayıt altındadır. Ama Batılılar, İstanbul’daki Başbakanlık Arşivi’nde yer alan bu kayıtları incelemek yerine, soykırım safsatasını sürekli yinelemeyi yeğliyorlar. A İ T K AY I T L A R Aslında Ermeniler, Osmanlı Muhasebesi’nin içindeydi. Bu Ermeni muhasebe memurlarıyla ilgili bir araştırma yaparken kimi belgelerin, Kumkapı’daki Ermeni Patrikhanesi Kütüphanesi’nde olduğunu öğrendim. Kütüphanenin sorumlusu Bay Pamukçiyan’a ulaştım. Kendisi bana çok yardımcı oldu. Hatta, araştırmalarımla ilgili bir kitabı Erivan’dan getirtti. Böylece Osmanlı döneminde bugünkü muhasebe yöntemi olan, çift yanlı kayıt yöntemine ait ilk muhasebe kitabının bir Ermeni yazar tarafından 183839 yılında yazıldığını da ortaya çıkarmış olduk. Bunu Türkçe’ye de çevirttik.” Prof. Dr. Güvemli, laik bilim çevreleriyle iktidarın gündeminin çeliştiğini söyledi. NASIL BAŞLADI? “1994’te dünyada muhasebe kültürünün 500. yılı kutlanıyordu. Ben o toplantıya gittim. Batılı ülkelerden gelen delegeler bana, ‘Sizin bu konuda hiç araştırmalarınız, belgeleriniz yok mu’ diye soruyorlardı. Merakım uyandı ve araştırmaya başladım. Araştırmalarımın ilk aşamasının sonunda dört ciltlik ‘Türk Devletleri Muhasebe Tarihi’ni yazdım.” Oktay Hoca son yedi yıldır kendi uzmanlık alanlarında, Türkiye’nin uluslararası bilim çevrelerinde söz sahibi olması için de çaba harcıyor. MUFAD’a üye olan ve 70 İktisadi İdari Bilimler Fakülteleri ve 140 meslek yüksekokulunda görev yapan, öğretim üye ve yardımcılarını aynı doğrultuda seferber ediyor. 2000 yılında Madrid’deki 10. Dünya Muhasebe Tarihi Kongresi’ne sadece eşi ve oğluyla gidebiliyor. Ama şimdi bu konudaki uluslararası konferanslarda 2030 araştırmacı kendisine eşlik ediyor. Üstelik bu konudaki iç ve dış engelleri aşıp bir ilki gerçekleştiriyor. 2008’de İngiltere’de yapılması planlanan 12. Dünya Muhasebe Tarihçileri Kongresi’nin İstanbul’a alınmasını sağlıyor. Oktay Hoca diyor ki: “İngilizler 2010 kongresini yapmayı kabul ettiler. Böylece 2008 Temmuz ayında İstanbul’da düzenlenecek olan kongre, Ortadoğu’da yapılacak ilk Dünya Muhasebe Tarihçileri Kongresi olacak. Ortadoğu bu konuda Batılıların keşfedemedikleri bir gizeme sahip. Örneğin 4000 yıl önce, Anadolu’nun Prohititleri ile Mezopotamya’nın Asurlularının ticari ilişkilerine dair kil tabletler üzerindeki muhasebe kayıtları, Anadolu’daki müzelerde bilim adamlarının ilgisini bekliyor. Ayrıca dünyanın en uzun ömürlü muhasebe yöntemi olan ‘merdiven yöntemi’nin bilinen ilk kayıtlarının 750 yılında Ortadoğu’da Abbasi Devleti’nde kullanıldığı görülüyor. Bu bilgiler Almanya’da var.” Merdiven yöntemini İlhanlıların alıp geliştirdiğini anlatan Güvemli, onlardan Osmanlıların aldığını ve 1879’a kadar kullandıklarını, 1100 yıl kullanılması nedeniyle de en uzun ömürlü muhasebe yöntemi olarak tanımlandığını söylüyor. Oktay Hoca sözlerini şöyle sürdürüyor: “Kongrenin 2008’de Türkiye’de yapılacak olması kendi tarihimiz açısından çok önemli. Çünkü 2008, Türk Manga Carta’sı olarak nitelenen 1808 yılındaki Senedi İttifak’ın 200. yıl dönümü. Osmanlı tarihinde ilk kez Senedi İttifak’la padişahın yetkileri kısıtlanmıştı. Ayrıca 2008, İkinci Meşrutiyet’in ve buna bağlı Cavit Bey Kararnameleri’nin 100. yılı. En önemlisiyse Harf Devrimi’nin 2008’de 80 yaşına basacak olması. Çünkü Büyük Atatürk ülkemizi her açıdan dünyaya açtığı gibi muhasebe kayıtlarımızın, ileri Batı’ya uyumu da onun harf devrimiyle gerçekleşti. Bugünkü muhasebede Harf Devrimi’nin önemi şu: Bilinen bilanço soldan sağa yazı kültürüyle gelişmiştir. Osmanlı yazısı ise sağdan sola doğru yazılıyordu. Dolayısıyla muhasebe defterlerinin yazılmasında güçlükler oluşuyordu. Kimileri aktifi sağa yazıyorlardı.” İLDİRİLERİMİZİ REDDETTİLER Batı Avrupa’da son yıllardaki Atatürk karşıtlığı bilimsel kongrelerde de kendini gösteriyor. Oktay Hoca bu durumu birebir yaşayan bilim insanlarımızdan birisi. Anlatıyor: “Geçen yaz Fransa’nın Nantes Üniversitesi’nde 11. Dünya Muhasebe Tarihçileri Kongresi’ne bir grup arkadaşla birlikte gittik. Ev sahibi Fransızlar, B Kanadalı bir bilim kadınının etkisiyle bizim bilim adamlarının sunacakları bildirileri reddettiler. Özellikle Atatürk Devrimlerinin ve Cumhuriyet dönemlerinin ele alındığı bildirileri kabul etmediler. Bu çerçevede Atatürk Devrimleri arasında yer alan, ancak öteki devrim yasalarının arasına sıkışmış bir yasa da kongrede anlatılamadı. Bu, yabancı şirketlere muhasebe defterlerini Türkçe tutma zorunluluğu getiren yasaydı. Ayrıca, ticarette şeriat hükümleri geçerli olduğundan uygulanamayan Ticaret Kanunu’nun da Atatürk devrimleriyle uygulanabilir hale getirildiğini anlatmamıza izin vermediler.” İktidarın gündemi din ekseninde ktay Hoca Türk muhasebe O tarihçilerinin bilimsel heyecanlarını, bizim siyasi yetkililerle paylaşamadıklarından yakınıyor ve diyor ki: “12. Dünya Muhasebe Tarihçileri Kongresi’nin Türkiye’de düzenlenmesindeki önemi ne hükümete, ne de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne anlatabildik. Bugün ülkemizi yönetenlerin asıl gündemini, din eksenli uygulamalar oluşturuyor. O nedenle de Atatürkçü, laik bilim çevrelerinin idealizmiyle onların gündemi çelişiyor. Ama Genelkurmay Başkanlığımıza minnettarız. Onlar kongrenin önemini anladılar ve bize Harbiye’deki Askeri Müze’nin kapılarını açtılar. Tüm bu engellemelere karşın ben ve arkadaşlarım, ülkemizi uluslararası düzeyde kararlılıkla temsil etmeyi sürdürüyoruz. Geçenlerde Romanya’da uluslararası bir kongreye katıldık. 89 Mart tarihlerinde Edirne’de Birinci Balkan Ülkeleri Uluslararası Muhasebe ve Denetleme Konferansı’nı gerçekleştiriyoruz.” Oktay Hoca’nın bu noktada heyecanı artıyor: “Bu konferansı hazırlarken çok heyecan verici gelişmeler oldu. Edirne’de üç yıldızlı otel dahi yok. Ve bir avuç Türk bilim insanı, Balkan Ülkeleri Muhasebe Konferansı düzenliyor. Trakya Üniversitesi ve yerel kuruluşlar çok destek verdiler. Altyapı eksikliklerini gideriyorlar. Başlangıçta yarısı Türkiye’den, yarısı öteki Balkan ülkelerinden olmak üzere 93 bilim insanının 45 bildiri sunması planlanmıştı. Bugün varılan noktada yine yarısı Türkiye’den olmak üzere, 200 akademisyenin katılması ve 49’u Balkan ülkelerinden 93 bildiri sunulması söz konusu.” Güvemli, Atatürk’ün 1930’da Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya ve Macaristan’la birlikte kurduğu Balkan Paktı’nın sona ermesinden beri Türkiye’nin kimi Batılı komşularıyla ilişkilerinin, 70 yıla yakın süredir çok iyi yürümediğine işaret ediyor: “Bugün Balkan ülkeleri, bilim temeline dayalı ilişkileri devam ettirmenin birçok yararının olacağına inanıyorlar. Uluslararası bilim dünyasında önemli bir değişim yaşanıyor. Önceleri uluslararası kongrelere Batılı ülkelerden katılım çok yüksek olurdu. Bugün ise bu ülkelerin yerini Uzakdoğulular, Doğu Avrupalılar, Ortadoğulu ve Afrikalılar alıyor. Batı’nın yaşlı nüfusu bu konferanslara ilgi göstermiyor. Bunun nedenleri hem yaşlanmış olmaları, hem küresellik, hem de refah düzeylerinin çok artmış oluşu.” lacakaranlıkta geceye doğru ilerliyoruz. Belki de yavaşça içine gömüldüğümüz “zulmetin” bize bir diyeceği vardır. Belki de her yıl biri sönen kırk mumdan sonuncusu hiç sönmeyecektir. Şiir ve şarkı yeniden söylenmeye başlanacak, uykunun sabaha evrilen mahmurluğu çekip gidecektir. ??? Bizim “Tehlikenin farkında mısınız?” çığlığımıza farklı tepkiler geliyor. Okuyuculardan yükselen “evet farkındayız” seslerine, neon ışıklarında gittikçe sararan yüzleriyle liberal aydınların, bizi demokrasi düşmanlığıyla suçlayan kınama sesleri karışıyor. Öyle miyiz gerçekten? Demokrasi düşmanı mıyız? ??? Gelin şu hesabı bir kere daha yapalım. 2002 seçimlerinde 41 milyon seçmenden 9 milyonu sandığa gitmedi. 32 milyon seçmenin 10 milyonu AKP’ye oy verdi. Yüzde 10 barajını aşamadıkları için parlamentoya giremeyen partilerin aldıkları 10 milyonun üzerindeki oy, seçim sisteminin tuhaflığı nedeniyle, iki parti tarafından aldıkları oy oranına göre paylaşıldı. AKP yüzde 35 dolayındaki oyuyla parlamentoda üçte iki çoğunluğa yakın bir güce sahip oldu. Beş yıldır da ülkeyi yönetiyor. Geçen süre içinde kadrolaşmada büyük mesafe almışlardır. İşin “tamama ermesi için” yeni cumhurbaşkanının da “demokrasinin kuralları” gereği bu Meclis tarafından seçilmesi gerekmektedir. O zaman geri dönen yasalar dönmeyecek, atama kararnameleri hızla imzalanacak, vekillerle yönetilen bürokrasi artık AKP’li asıllarla yönetilmeye başlanacak, yargı hallaç pamuğu gibi atılacaktır. Her şey “usullere” uygundur da... Demokrasiye uygun değildir. ??? Neden değildir? Çünkü üçte birlik oy oranıyla milletvekillerinin üçte ikisini kazanan AKP, cumhurun tamamını temsil edeceği öngörülen cumhurbaşkanlığını bu A evlet Sırrı Yasası Taslağı Bakanlar Kurulu’ndaki imza faslı sona erince tasarılaşacak ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulacak. 1982 Anayasası’nda öngörülmesine karşın 21 yıl sonra düzenleme yapılmasına girişilmesinin ardında, bir devlet sırrı var olabilir mi? Kısa bir süre sonra yapılacak Cumhurbaşkanı seçimi ile onu izleyecek milletvekili genel seçimi arifesinde böyle bir sınırlamaya ihtiyaç duyulması, doğrusu insanı kuşkulandırıyor. Acaba yazılması, yani kamuoyuna duyurulması yasaklanacak bilgiler, iktidarın tekerine çomak sokabilecek bilgiler mi olacak? Ne yazık ki “canım, öyle şey olur mu?” diyebilecek durumda değiliz. Çünkü iktidarın hukuka yaklaşımı, özellikle de Kanaltürk skandalı, gelecek için umutlu olmamıza engel oluyor. ??? Çeşitli yasalar gibi anayasanın da kafa karışıklığına uygun bir yapısı var. Üstbaşlığı “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” olan 26’ncı madde “devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin” açıklanmasına sınırlama getirilebileceğini öngörüyor. Üstbaşlığı “Basın hürriyeti” olan 28’in D GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ ci madde ise “Devlete ait gizli bilgilere ilişkin bulunan her türlü haber veya yazıyı, yazanlar veya bastıranlar veya aynı amaçla basanlar, başkasına verenler, bu suçlara ait kanun hükümleri uyarınca sorumlu olurlar” diyor. Yetersiz de olsa, “Bilgi Edinme Hakkı Yasası” adında bir yasamız var. Basın Yasası’na da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğüne ilişkin kurallarını olduğu gibi alarak koymuş durumdayız. Bu gelişmeleri siyasetçilerimiz, hem bilgilenme hakkına hem de ifade özgürlüğüne duydukları saygının gereği olarak anlatmayı ve dolayısıyla övünmeyi ellerinden hiç bırakmadılar. Peki “Devlet Sırrı Yasa Tasarısı”nı, içeriğine aktarılan sınırlamalarla bu gelişmenin neresine sığdıracağız? ??? Her devletin kendine özgü ve gizli kal Devlet Sırrı mı? Gizli Bilgi mi? ması gereken sırları vardır, olmalıdır da. Ama bunlar, doğrudan hukuk kurallarına uygun olarak belirlenmelidir. Siyasetçilerin tekeline bırakırsanız bir süre sonra sansür yöntemine benzeyen sonuçlara ulaşırsınız. Çünkü iktidarlar, bugün de örneklerini yaşadığımız gibi yandaşlarına hoşgörülü, karşıtlarına hoşgörüsüz davranabilirler. Bunun yanında Yeni Türk Ceza Yasası’nda “yasaklanan bilgileri açıklama” suçuna 5 yıl hapis cezası öngörüldüğünü de düşünürseniz, tedirgin olmamak olanaksızdır. Türk Ceza Yasası deyince ekleyiverelim. Bu yasa da, anayasaya yansımış kafa karışıklığından etkilenmişe benziyor. Çünkü biraz önce cezasını andığım 330’uncu maddenin de yer aldığı bölümün başlığı “Devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk” olarak belirlenmiş. Başlıkta “devlet sırrı” kavramı, maddelerde “gizli bilgi” kavramı yer alıyor. İki kavram da aynı anlamda mı kullanılmış, farklı anlamlarda mı belli değil. İfade özgürlüğünü sınırlama çalışmalarını “iktidarın yapısı gereği” diye yorumlamak olası. Ama ekonominin de “devlet sırrı” kapsamına alınacak olmasını anlamak olanaksız. Uluslararası Para Fonu ile Dünya Bankası’nın ıcığını cıcığını bildiği, hatta bizimkilerden daha iyi bildiği söylenebilecek ekonomik durumumuzda “devlet sırrı” sayılabilecek bilgiler kalmış olabilir mi? Yasa taslağı, bugünkü uygulamaya da yeni bir şey getirmeyecek gibi. Cumhuriyet savcıları ya da görevli mahkemeler bir bilginin gizli bilgi olup olmadığını ilgili kurumlardan sorarlardı. Yasa çıkarsa Başbakan’ın başkanlığında Dışişleri, Adalet, İçişleri ve Milli Savunma bakanlarından oluşacak “Devlet Sırrı Kurulu”na soracaklar. Siyaset, yasa yaparak yargıyı yönlendirdiği yetmiyormuş gibi, bir adım daha ileri giderek etkileme olanağına kavuşmuş olacak. “Hukuk devleti” kavramı, bu durumu tanımlamak için kullanılmış olmalı... oerinc?cumhuriyet.com.tr Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’nin (TFMD) her yıl düzenlediği “Yılın Basın Fotoğrafları 2006’’ yarışması sonuçlandı. Ankara Sheraton Oteli’nde toplanan seçici kurul, yaklaşık 500’ü aşkın fotoğraf arasından seçim yaptı. Lübnan fotoğrafları bu yılki yarışmaya damgasını vurdu. Reuters ajansından Ümit Bektaş ise “Düş” adlı eseriyle Yılın Serbest Fotoğrafı ödülüne layık görüldü. Yılın basın fotoğrafları
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle