08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 Troia Vakfı Kütüphanesi kuruldu Kültür Servisi İki yıl önce ölen Prof. Dr. Manfred Korfmann’ın (Osman Bey) öncülüğünde ‘Troia Antik Kenti mirasını gelecek kuşaklara kazandırmak amacıyla’’ kurulan Çanakkale Tübingen Troia Vakfı Kütüphanesi 24 Şubat’ta araştırmacıların hizmetine sunuldu. Troia Vakfı mütevelli heyeti üyesi Dr. Rüstem Aslan, kütüphanenin açılışıyla ilgili olarak yaptığı açıklamada “Çanakkale Tübingen Troia Vakfı, Osman Bey’e verdiği sözü tutmanın gururunu yaşamaktadır. Osman Bey’in başlattığı tasarı ve çalışmaların, bundan sonra da Türkiye kültür ve bilim yaşamına büyük yararlar sağlayacağından eminiz” dedi. Kütüphane, Çanakkale Belediyesi’nin bedelsiz olarak vakfa verdiği, 1900’lü yılların ilk yarısında yapılmış, uzun yıllar tekel deposu ve satış yeri olarak kullanılmış bir binada yer alıyor. 18 yıl boyunca bölgede kazı heyeti başkanlığı yapan ve iki yıl önce ölen Prof. Dr. Korfmann’ın bağışladığı 6 bin kitapla oluşturulan kütüphanenin açılışına, Prof. Korfmann’ın eşi Katja Korfmann, Tübingen Üniversitesi Rektörü, Tübingen Troia Vakfı Başkanı ve üyeleri, Çanakkale Valisi Orhan Kırlı, Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, Almanya’nın İstanbul Başkonsolosluğu Kültür Ateşesi Bernd Reynald, Çanakkale milletvekilleri ve Çanakkaleli işadamları katıldı. Binanın müze haline getirilmesi için Çanakkaleli işadamlarının yanı sıra Kale Grubu, İçdaş, Siemens San.ve Tic AŞ, Akçansa, Doğtaş, ÇASİAD, Çanakkale Ticaret Odası, Çanakkale Ticaret Borsası gibi pek çok kurum ve kuruluş da destek verdi.. C kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 9 MART 2007 CUMA Yanağa dokunan o el tavırlar sergilemesi biraz da. “Elit” değerlerle, “mahalle” değerlerinin buluştuğu zeminin “yanak” oluşu ise Türkiye’ye özgü bir tuhaflık. Recep Tayyip Erdoğan’ın doğum gününde, meclisteki AKP grup toplantısında olanı biliyorsunuz. Milletvekillerinden biri çıkıp, “Başbakanım, size doğum günü hediyemiz şudur: Sadakat, sadakat, sadakat” deyiverdi. Kavramın sorunlu olduğunu anımsamalıyız. Bir kavram olarak sadakat, akla, mantığa, ilkeye değil, her an değişecek duygusal gelgitlere bağlıdır. Hele seçim öncesi ortamlarda sadakat duygusu tavan yapar. Meclis dışında Başbakan “yanağı” okşayan kişi ile Meclis’te “Başbakan egosu” okşayan kişi, “mahalle” değerlerinin bir araya getirdiği kişilerdir. “Elit” bir tabakaya mensup olan gazeteci ile kırsal kökene ait olan mebus, “feodal” bir ortaklıkta buluşmuşlardır. O feodal tutum, arabesk pohpohlama tutumudur. Toplumsal iş bölümünde kendisine inceleme, araştırma, eleştirme, nihayet muhalif yanı gelişkin gazetecilik gibi iş düşen birinden, mesleğinin gerektirdiği “mesafeyi” koruması beklenirdi. Barlas bunu yapmadı ama bunun adı geçene, bu “mesafe”yi koruyanlar gözünde küçük düşmekten başka bir zararı olmadı. Asıl tehlikeli olanı bir başka gazeteci, Tuncay Özkan yaptı. Sahibi olduğu televizyon kanalı için, “Kanalım CHP’nin emrindedir” diyerek, o da “mesafe” ayarını yapamadı. İktidardan değil de muhalefetten yana tavır alması, bir ikbal beklentisi içinde olmadığını gösterse de, ulvi amaçlar için yapılan bir fedakarlık gibi görünse de, meslek etiği açısından herhalde doğru sayılmamalıdır bu tutumu. ??? Ben gazeteciyim. Ölçümü mesleğimin evrensel ölçüleri oluşturur. Elbette meselelere politik de bakarım. Saklamaya gerek yok, taraflıyım da. Ama, ister benim gibi düşünsün, ister tam tersi görüşte olsun, mesleki bir temasım olan kişilerle aramdaki “mesafe”yi korumak zorundayım. O mesafe korunamadığı zaman, nasıl Burhan Felek’i darbeci eli öpmeye kalkan bir talihsiz olarak anımsıyorsak, nasıl Barlas’ı “yanak” okşayan bir gazeteci olarak anımsayacaksak, bizi de başka temas biçimleri gerçekleştirmemiz halinde öyle anımsayacaklarını bilmek durumundayız. Terkos gölünün suyunu İstanbullulara satan Fransız şirketinden reklam alamayınca “Terkos gölüne domuz düştü” diye haber yapıp, Müslümanlara adı geçen şirketin sularını aldırtmayan Osmanlı gazetecisi (!) Baba Tahir’i mesleğimizin onursuzu sayarlar. Baba Tahir, “mesafesini” çıkarına göre ayarlamasını iyi bilen “işbitirici”lerdendi. “Torunları” hâlâ hayattadır derler. Kütüphanede, Prof. Korfmann’ın bağışladığı 6 bin kitap yer alıyor. r Kadın Irak’ta Bindu Bulu soğlu’ya Nalan Barbaro I kadın bulundu Irakta eski bir rttı birileri yı Çekip üstünü ım ben dedi ıy Her canın anıs ın ilk sevgilisi Kadın, dünyan vme var o Çenesinde dö m ki se lgın, tozlu ten Sakınımsız, da , dedi birden ım ay Ben tanrıç r kim ölmüşse Bende suç, he bu tanrıça sa ıy Nerden çıkt an mı ne İn ı m h ta İş Adı deyince Işığım ben size hkahalarla ka Nasıl güldük II ır yalnızca Irakta ölüm ış çıplak gören ı ıy nl Dijital, ca a gözünden er m ka n tu Pilo yağdıkça ar al Dolu parç III dibin yaşında O kadın ki ye e tapınak dili Alnındaki dövm ız sevgili şs Geceler, ah ya gün, onun r bi ek ec Gel ışıyışıyla ‘Duygularını paylaşıyorum’ Arif DAMAR ubat 2007 şiire yer veren edebiyat dergilerinden: Akatalpa, Afrodisyassanat, Aşkın eHali, Berfin Bahar, Dize/Hayal, H. Gösteri, İle, Kitaplık, Mor Taka, Mühür, Sanat Cephesi, Tay, Ünlem, Varlık, Yasakmeyve, Yazılıkaya ve Yedi İklim’de yayımlanan şiirleri okudum, inceledim. Ve Mahmut Temizyürek’in Hayâl dergisinde çıkan; “Irak’ta Bir Kadın Bulundu” adlı şiirini Ayın Şiiri olarak değerlendirdim. Şairin yine şubat ayında çıkan Yazılıkaya dergisinde de “İstanbul’a Giden Bir Adam” adlı şiiri yayımlandı. Ayrıca Yazılıkaya’da Temizyürek’in yazı, yazının tarihi üstüne ilginç bir denemesi var ve bu denemenin son bölümünde kendisini anlatıyor. Çok sevdiğim şair dostum Haydar Ergülen de o güzel anlatımıyla Temizyürek’in şiirini inceliyor, ek değerlendiriyor. Mahmut Temizyürek’i r ü izy ve şiirini derinden kavramak isteyenleem T t re Yazılıkaya dergisini okumalarını öneu hm ririm. Ma Ben M. Temizyürek’i 198788 yıllarında Adalet Çutsay’ın yönetiminde çıkan Edebiyat Dostları dergisinde Mehmet Fikri Ünal adıyla şiirlerini yayımladığı zamanlardan tanıyorum. O dergide şiir ve düzyazıları çıkanlardan Yücel Filizler dışında başta Akif Kurtuluş ol Ş mak üzere, Kemal Durmaz ve Enis Akın gibi ilk akla gelenler şiirlerini günümüzde de sürdürüyorlar. Murat Yetkin edebiyattan gazeteciliğe geçti. Dediğim gibi Yücel Filizler yitik. Nerelerdedir, nelerle uğraşıyor merak ediyorum. M. Temizyürek’in Hayâl dergisinde okuduğum şiirinin konusu Irak. Irak halklarına emperyalist devletler yani ABD ve İngiltere askerlerinin çektirdiği acıları, acımasızlıkları, hoyratlıkları mitolojik bir dille yansıtıyor. İçten ve derin bir şiir. Ben de bu yeryüzünün bir insanı olarak Temizyürek’in duygularını paylaşıyorum. Her gün medyadan izlediğim olay ve görüntüler karşısında içim parçalanıyor. İdamını soğukkanlılık ve onurla, dimdik hoş geldi safa geldi diye karşılayan eskinin kanlı diktatörü Saddam’a bile derin bir saygı duyuyorum. O kanlı diktatör Saddam insanlığın ilk uygarlık ışığını, Sümer, Asur eserlerini gözü gibi korumuştu. Sözde uygar emperyalist sürüler o eserleri talan ettiler, yağmaladılar. Tarihi yok ettiler. Mahmut Temizyürek’in Yazılıkaya’da çıkanı (o da güzel bir şiir, sadece güzel) değil de Hayâl dergisindekini tercih etmem toplumsal bir acıyı terennüm ettiğindendir. Ben insanım diyen her bireyin yüreğini burkan acıdan söz ettiği içindir. Temizyürek’i hele bu şiirinden sonra daha çok özlediğimi açıklamak isterim. PORTRE/MAHMUT TEMİZYÜREK Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü’nden mezun oldu. İlk şiiri 1981’de ‘Yarın’ dergisinde yayımlandı. Edebiyat Dostları dergisinin kurucuları arasında yer aldı. İlk şiir kitabı ‘İz ve Rüya’da (1995) yer alan şiirlerin çoğunluğunu 1981 1990 yılları arasında Mehmet Fikri Ünal imzasıyla yayımladığı şiirleri oluşturdu. ‘Kırlangıcım Paranoya’ (2000), ‘Yeryüzünü Gezen Atlı’ (2004) Temizyürek’in diğer şiir kitapları. Yazarın 1996 tarihli deneme kitabı, ‘Göçebe Buluşması’ adını taşıyor. Temizyürek, bugüne dek ansiklopedilerde yazarlık ve yayın kurulu üyeliği, dergi ve gazetelerde editörlük ve yazarlık da yaptı. Henri Troyat yaşamını yitirdi... Uğur HÜKÜM PARİS Fransa’nın gelmiş geçmiş en popüler yazarlarından Henri Troyat 95 yaşında vefat etti. 100’ün üstünde roman, biyografi ve denemesi olan yazar, yaşayan en eski Goncourt Ödülü sahibi ve Fransız Akademisi üyesiydi... Lev Aslonovitch Tarassov ismiyle 1 Kasım 1911’de, tüccar bir ailenin çocuğu olarak Moskova’da dünyaya gelen Troyat’ın ailesi, Sovyet devriminden sonra Rusya’dan kaçıp, zorlu bir güzergâhın ardından 1920’de Fransa’ya yerleşiyordu. Hukuk fakültesini bitirdikten sonra Fransız vatandaşlığını seçen genç Troyat, 1935 yılında, eski adıyla Seine Valiliği’nde çalışmaya başlıyor. Aynı yıl yayımlanan ilk romanı “Sahte Günler” ile derhal dikkatleri çekiyor. 1938 yılın da “Örümcek” adlı romanıyla ülkenin en prestijli edebiyat ödülü, Goncourt’u kazanıyor. Yine çok genç yaşta, 48 yaşında Fransız Akademisi’ne seçilen Troyat, ölümüne kadar, yani tam 48 yıl “Akademisyen” koltuğunda kalarak kırılması zor bir rekora imza atıyor. “Tam bir yazma hastası, yazın tutkunuyum” diyen tanınmış yazar ardında 100’ün üstünde roman, deneme ve biyografi bıraktı. Daima Fransızca yazmasına rağmen, eserlerinin büyük çoğunluğunda doğduğu ülke Rusya büyük bir yer tutuyordu. Derin Rusya’yı anlattığı romanlarının dışında Büyük Katharina, Korkunç İvan, 1. Nikolay, Dostoyevski, Tolstoy, Çehof, Turgenyef, Gogol, Pasternak üzerine hazırladığı biyografi çalışmaları 20. yüzyılın en önemli klasikleri arasında sayılıyor. Ayrıca, Bal zac, Baudelaire, Flaubert, Maupassant, Verlaine ve Zola veya Victor Hugo’nun metresi Juliette Drouet hakkında yazdığı biyografik eserleri de yazı dili Fransızca’ya olan aşkının kanıtı kabul ediliyor. Hiçbir zaman erotizm veya farklı dönemlerin moda akımları gibi ticari kaygılara itibar etmeyen Henri Troyat kendini 19. yüzyıl sonu gerçekçi akımının uzantısı olarak niteliyordu. 1994 yılında yapılan geniş çaplı bir kamuoyu araştırmasına göre Fransızların en sevdiği yazar seçilen sanatçı, 1976’da yayımlanan “Öyle Uzun Bir Yol” adlı otobiyografik kitabında ilk ve son kez kendi hayatını anlattı. 72 yıllık yazarın eserleri belli başlı tüm dünya dillerine çevrildi. Henri Troyat’ın son romanı “Av Sürme” ise geçen yıl yayımlanmıştı. ok iyi bir gazetecilikti yapılan. Foto muhabiri, isteyerek bile olsa kolay düzenleyemeyeceği bir kompozisyonu rastlantıyla yakalamış, Babıali’de iri cüssesi ile bilinen Mehmet Barlas’ın kocaman eliyle Başbakan’ın yanağını okşayışını belgelemiş. Recep Tayyip Erdoğan da her ne kadar ufak tefek sayılmasa da, fotoğraftaki duruşu, bir büyüğü tarafından yanağı okşanan küçük bir çocuk görüntüsünü doğurmuş. İyi bir görüntü değil bu. Başbakan’ın, mahalle prensiplerini ülke değerlerinin üstünde gördüğünün ifadesi haline gelmiş Kasımpaşalılık’ı açısından da yanlış. Mahalle prensiplerinde, “mesafeyi”, mahallenin önde geleninin belirlemesi şarttır diye bilirim ben. Mehmet Barlas’ın, bu gelenekten habersiz olarak, önde gelen Kasımpaşalılardan biri olan Erdoğan’a, “mesafeyi” ayarlama fırsatı vermeden hamle yapması pek bir yakışıksız. Bu Barlas’tan kaynaklanan bir durumdur elbette. Mahalle kültüründen bir hayli uzak olduğu için, kimlerin yanağına dokunacağına Mehmet Barlas’ın kendisi karar veriyor. Mahalle adabının yaygın olduğu bir ülkede oldukça cesur bir çıkış sayılmalı bu. “Ben Recep Bey’in belediye başkanı iken de yanağını okşamıştım” dediğine göre, bu aynı zamanda Barlas için bir alışkanlık da. ??? Mesleğe henüz başladığım yıllarda, Burhan Felek’in Gazeteciler Cemiyeti’ni ziyaret eden darbeci Evren’in “sizinle aynı çağda yaşamaktan onur duyuyorum” diyerek ellerini öpmeye kalkmasına tanık olmuş biriyim ben. “Yanak” okşamanın beni aslında fazla etkilememesi bundan. Sevgi ya da bağlılık belirtmenin elbette başka yolları da var. Hürriyet gazetesi yıllar önce böyle bir bağlılığı haber yaparak, Tansu Çiller’in evinin üzerine helikopterle güller atan bir milletvekili adayını “yılın yalakası” başlığıyla tanıtmıştı. Yani yollardan biri bu da olabiliyor zaman zaman. Kentli yaşama biçimine sahip olmanın başkalarının yanağına dokunma hakkı dahil, serbest davranma özgürlüğü kazandırdığı şanslı insanlardan biri Mehmet Barlas. Bu şansı biraz da “sınıfsal” konumundan alan Barlas’ın kendisini Türkiye için “fazla” gördüğü de oluyor. Bunun en iyi kanıtı, birkaç meslektaşının adını da vererek, “biz istersek dünyanın önde gelen gazetelerinde de çalışırız” demiş oluşudur. Yani bir Başbakan’ın yanağını okşamanın, bir takdir duygusundan değil, “üstünlük” duygusundan kaynaklandığını anlamak zorundayız. Tavırlarına mahalle değerlerinin bir hayli egemen olduğu bilinen Erdoğan’a “feodal” bir yaklaşım göstermek, “kentli” birey Barlas’ın da tavrı olabiliyor. Sorun, Başbakan’ın sürekli Kasımpaşalı, Barlas gibilerin de sürekli “seçkinci” Ç ünyanın neresinde, demokrasiyi kesintiye uğratan, gencecik çocukları “Asmayalım da besleyelim mi?” diyerek idama yollayan, binlerce kadının ve erkeğin insanlık onurunu hiçe sayıp işkence odalarında yaşamlarına el koyan, ülkeyi resmen satan bir cuntanın lideri hâlâ konuşabilir ve yalakaları, çok satan gazetelerde ona methiye yazabilir?.. Gerçekten böyle bir ülke var mı, bilen bana söylesin. Artık hiçbir gazeteyi ne görmek ne okumak istiyorum; örneğin, Can Dündar, Ece Temelkuran, Güngör Uras, Meral Tamer ve Hasan Pulur için aldığım Milliyet gazetesinin pazar günkü manşeti beni dehşete düşürdü: “Evren Paşa bana telefon etti.” Paşaları kime telefon etmiş, tabii Türkiye’yi yönettiğini sananlardan birine, Hasan Cemal’e. Milliyet’in yayın yönetmeni Sedat Ergin, ne güzel gazete yapıyordun sen, her haberinin ses getirdiği bir gazeteye doğru yol almıştın, şimdi bu yol kazası neden? Senin yüreğine güvenirim, bu nedenle sana kendimin de yaşadığı bazı 12 Eylül hikâyeleri anlatacağım, trompet çalan birine bir armağan. 12 Eylül olmuştu.. işkenceler, ölüm D AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Vay canına Kenan Evren! okulunun idare odasına girmiş ve ne kadar resmi kâğıt varsa hepsini küçücük parçalar haline gelene kadar kesmiş. Donup kalmıştım. Geçelim başka bir hikâyeye. Adı bende saklı, o zamanlar gencecik bir kadın olan arkadaşım, eşiyle birlikte tutuklanmıştı. Daha doğrusu kadın arkadaşımı, kocasını konuşturmak için özellikle tutuklamışlardı. Çünkü öylesine bir işkence biçimi bulmuşlardı ki, bunu yaşayan mutlaka konuşur ya da polisin istediği biçimde ifade verirdi. Bu işkence biçiminde kadınla erkek aynı odaya alınır ve erkeğin gözü önünde kadına tecavüz edilirdi. Arkadaşım ve kocası böyle bir işkenceyi yaşadılar, arkadaşım arka arkaya tecavüze uğradı ve kocası acının en derin yaralarını aldı. Yıllar sonra arkadaşımın kocası dı ler birbirini takip ediyordu ve o günlerde Kenan Evren en meşhur konuşmalarından birini Fatsa’da yaptı; birtakım sinemacıların halkı tahrik eden, onları devlet düşmanı yapan filmler yaptığını söyledi. Ertesi gün de yönetmen Ali Özgentürk, çektiği “AT” filminin montajını yaparken tutuklandı ve idam istemiyle, o zamanlar bir tutukevine çevrilen Davutpaşa Kışlası’na gönderildi. O zamanlar kızımız Dünya beş yaşındaydı. Anaokuluna gidiyordu.Yaşı küçük, aman görmesin, duymasın, bilmesin demedim; hemen her görüş gününe Dünya’yı da götürdüm. O beş yaşındaki Dünyacık, benim görüş için ne kadar çok kâğıt imzaladığımı belleğinin bir yerine yazmış. Bir gün anaokulundan eve bir telefon geldi. Telefon eden yönetici ağlıyordu, Dünya onu çok seven ilk aşkı Onur’u da örgütleyip ana şarı çıktığında yeni bir hayat kuramadılar. Çünkü en mahrem biçimde yaralanmışlardı. Arkadaşımın kocası kendini yedi katlı bir apartmanın balkonundan attı. O sırada Evren Paşa dediğiniz o adam Sibel Can’ın tombul kalçasını tuvale geçirmeye çalışıyordu ve ülkenin hâlâ devlet eliyle beslenen en zengin, milli burjuvaları, bu tabloyu satın alabilmek içine kuyruğa girmişlerdi. Geçelim başka bir hikâyeye.. genç kadını, iki kediyle birlikte bir çuvalın içine koydular. Çuvalın ağzını bir güzel kapadılar ve ardından sopalarla çuvala saldırdılar. Her sopa vuruşta kediler genç kadına saldırdılar ve o bir tırmık darbesiyle gözünün birini yitirdi, çuvalı açtıklarında iki kedi ölmüştü ve genç kadın baygındı, günler sonra kendine geldi. Şimdi yaptığı tek bir iş var, yaşadığı mahallenin kedilerini beslemek... Sedat, başka bir hikâyeye geçeyim mi?.. Ölümlerden, Almanya’da eroin parası için dilenen bir zamanlar bu ülkenin sürgüne zorlanan güzel insanlarından söz edeyim mi?.. Benim yüreğim daha fazlasını kaldıramıyor.. daha doğrusu, bu Kenan Evren yağcılığını kaldıramıyor. Lanet olsun! [email protected] Olimpos Almanya’da Kültür Servisi Olimpos’un büyüleyici mekânları, fotoğraf ve enstalasyon ile Almanya’ya taşınıyor. “Nekropolis” sergisi, obje sanatçısı Tamer Serbay’ın enstalasyonları ve fotoğraf sanatçısı Timurtaş Onan’ın fotoğraflarıyla, 2 Mart17 Nisan tarihleri arasında Berlin Charlottenburg Müzesi’nin Arkeoloji Bölümü’nde perşembepazar günleri, 14.0017.00 saatleri arasında sergilenecek. “Beyoğlu Geceleri” adlı fotoğraf enstalasyonu, “Dışarıdakiler”, “Dolapdere Zamansız” gibi projeksiyon gösterileriyle adından söz ettiren Timurtaş Onan ile Japonya, Tayvan, Almanya gibi ülkelerde birçok doğa sanatı sergilerine katılan obje sanatçısı Tamer Serbay, “Nekropolis” sergisini 2006 yılında Olimpos antik şehrinde Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan izin alarak hazırladılar. Bu sergiyi ‘disiplinler arası bir sanat etkinliği’ olarak yorumlayan Tamer Serbay; arkeolojik eserler ve çağdaş sanat arasında çok güçlü bir etkileşim olduğunu ve bunun sanatçıyı imgesel olarak etkilerken, izleyiciye de sanatı algılama açısından yeni boyutlar kazandırdığını söyledi. Büyük ölçekli fotoğrafların arkeolojik buluntular arasında sergilendiği “Nekropolis” sergisinin Türkiye’nin kültürel ve arkeolojik varlıklarının tanıtımına önemli katkılarda bulunması amaçlanıyor. Nekropolis: Latince’de Kabristan anlamına geliyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle