Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 EVET/ HAYIR C ??? olaylar ve görüşler 12 MAYIS 2006 CUMA Baki Tuğ Savcı Ben Hükümlü B aki Tuğ, 12 Mart 1971 darbesi yıllarının ünlü askeri savcılarındandı. İddianame hazırlarken, mahkemelerde bizim ifadelerimize müdahale ederken militan bir tutum içindeydi. Bu militanlığının karşılığını da aldı, yazdığı DevGenç iddianamesinde en çok hedef aldığı isimlerden birisi Süleyman Demirel olmasına rağmen, onun partisi DYP’den milletvekili yapıldı. Haber Türk’te önceki gece Melih Meriç’in yönettiği Basın Kulübü programında emekli savcı Baki Tuğ yine eski günlerindeki gibiydi. Vatanseverliği kimselere bırakmıyor, vatan hainlerini parmağıyla gösteriyor, ihanet odaklarını belirliyordu. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edilmelerinin yıldönümünde, Melih, Baki Tuğ’a, bu gençlerin, hiçbir öldürme ve yaralama olayına karışmamasına rağmen Türk Ceza Kanunu’nun 146/1. maddesinden, yani anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmek amacıyla silahlı ayaklanma düzenleme suçundan mahkum edilmelerinin doğru olup olmadığını sordu. Baki Tuğ, iddialarının arkasındaydı. Ancak kendisinin bir görevli olduğunu, sonuç olarak bu iddiayı mahkemenin karara bağladığını ve diğer ilgili kurumların da onayladığını söyleyerek, sorumluluğun yalnızca kendisine ait olmadığını ifade etti. Ben de Baki Tuğ’un, militan bir savcı olduğunu hatırlattım. Onun bu davalardaki tutumunun devlet görevlisi olmaktan daha öte bir militanlık taşıdığını, yaşadığım örnekleri hatırlatarak ifade ettim. Gerçek Baki Tuğ o andan itibaren sahneye çıktı. Melih’e dönerek ‘‘Ben devletin savcısıyım, Oral Çalışlar da bir hükümlü. Benim onla konuşacak bir şeyim yok’’ deyiverdi. Halbuki o emekli bir savcıydı, ben de hükümlü falan değildim. Çünkü beni mahkum ettirdiği Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesi yürürlükten kalkmıştı. Kaldı ki bir darbe mahkemesi beni mahkum etse ne olacaktı yani? ??? Baki Tuğ’un önceki gece yaptığı konuşma ve değerlendirmeler, incelenmeye ve araştırılmaya değer özellikler taşıyordu. 35 sene önce devrimcileri, sosyalistleri, demokratları hedef alan ideolojisini bütün öfkesiyle devam ettiriyordu. ‘‘Onlar asıldılar ama asıl arkalarındaki ihanet cephesi önemliydi’’ şeklinde sözler ediyor, o dönemin öğretmen örgütü Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), Türkiye İşçi Partisi (TİP) gibi kurumlara olan hıncını da belirtiyordu. Deniz’leri de birilerinin arka planda kışkırttığını, ‘‘10 gün sonra kurtulacaksınız, dayanın’’ diye PENCERE Vakvak Ağacı!.. OKTAY AKBAL ORAL ÇALIŞLAR rek cesaret verdiklerini iddia ediyordu. Benim sorularım karşısında öfkesini bastıramadı ve Melih’e dönerek bana şu soruları sormasını istedi: ‘‘Oral Çalışlar ve arkadaşları, 12 Mart döneminde Söke dağlarında ne yapıyorlardı? 9 Mart darbecileriyle ilişkileri nelerdi?’’ Benim mensubu olduğumu Aydınlık hareketi, 12 Mart döneminde Söke’nin köylerinde örgütleniyordu, köylüleri harekete geçirmeye çalışıyordu. Maocu teorinin bir parçası olan kırlardan şehirlerin fethi siyasetini kendince uygulayabilmek amacıyla birtakım etkinliklerde bulunuyordu. Bu girişimlerde ne kimseye bir silah sıkıldı, ne de kimseye şiddet uygulandı. Biz Aydınlıkçıların o dönemde askeri darbeyle bir işi olmadı. Darbecilerle de bir temasımız yoktu. Bazı genç subayların bizim örgüt içinde yer alması, tamamen o günün koşullarının bir sonucuydu. ??? Mart gelinceye kadar birçok arkadaşımız, başta Taylan Özgür olmak üzere polis kurşunlarıyla ya da Ülkücülerin kurşunlarıyla öldürülmüşlerdi. 1968 gençliğinin tamamen demokratik, kitlesel mücadelesi, ne yazık ki devlet içinden ya da devletin desteğiyle Ülkücü komandolardan gelen saldırıların hedefi olmuştu. Toplumun değişim isteği, statükonun şiddetiyle karşılaşmıştı. 12 Mart, bir anlamda toplumun değişim isteğinin bastırılması hareketiydi. Bu arada darbeciler arasında da bir çatışma yaşandı. Bunun kurbanı olarak da 1968 gençliği seçildi. ??? 12 Mart yargılamaları, tıpkı 12 Eylül ve 27 Mayıs yargılamaları gibi olağanüstü mahkemelerde yapıldı. Orada darbeyi yapanların iradesi, hukukun da adaletin de üstüne çıktı. Her olağanüstü dönemin de kendine özgü militanları çıktı. Baki Tuğ onlardan sadece bir tanesiydi. Ne düşündüğü, nasıl yargılama yaptığı, 35 sene sonraki tavrından bile kolayca anlaşılabilirdi. O savcıydı, ben hükümlüydüm. Türkiye işte bu anlayışı aşabildiği, Baki Tuğ’ların hüküm verecek yerlerden uzak tutulabildikleri bir yere ulaştığı zaman, demokrasiyi de içine sindirmiş olacaktır. Türkiye ancak o zaman bir hukuk devleti haline gelecektir. Umut ‘Baba’da mı? H B ir uyanma başladı gibi! Her ne kadar ‘‘Bizden de bir Prodi çıkmayacak mı?’’ desek de, toplumda bir kıpırdanma hızlanmışa benziyor... Orda burda, irili ufaklı kuruluşlar ulusal bütünlük çağrıları yapıyor, toplantılar düzenliyor... ‘‘Tehlikenin farkındayız, gereken önlemleri almak istiyoruz’’ sesleri yükseliyor... ??? ‘‘Aydınlık bir Türkiye için demokratik solun ve özgürlükçü sağın birlikteliği’’dir aranan, istenen, oluşturulmaya çalışılan... Mayıs’ın 12’sinde İstanbul’da İTÜ Maçka yerleşkesinde Ulusal Bütünleşme toplantısı yapılacak. Amaç, ‘‘Partiler üstü bütünleşmeci bir düşünüş sistemi geliştirerek yayılmacı, bölücüye, gerici güçlere karşı yasalar çerçevesinde düşünce savaşı yapmak ve fikir üretiminde bulunarak ülke yönetimine yön vermek...’’ aberleri dinlemek için her televizyonu açışımda ya da her sabah gazetelere göz atarken Irak kökenli haberlere aklım takılıyor: Bugün kaç kişi öldü?.. Güney komşumuzda ölenler öldürülenler eski savaşlardaki gibi değil!.. Cephe yok!.. Toplumun içinde, günlük hayatın akışında kıyım var; ama, ben alışamadım bir türlü... Şu tatsız, kapalı, hüzünlü ilkyaz günlerinde yeşillenen ağaçlara baktıkça aklıma Irak’ta her gün günlük yaşamın içinde ölenler, öldürülenler geliyor... ? Vakvak bir ağaç adı.. Ancak bu da ‘Tuba’ gibi doğada değil, söylencelerde tohumlanıp büyüyen bir ağaç!.. Çin’de geçerli bir efsanede Vakvak’ın öyküsü anlatılıyor... ? Arap sultanının kulları bilinmedik okyanuslara açılırlar; sekiz yıl gezdikten sonra bir adaya rastlarlar; karaya çıktıklarında gördükleri ağaç karşısında donakalırlar. Çünkü ağacın meyveleri; kollarından, saçlarından, bacaklarından dallara bağlanan insanlar ve çocuklardır; rüzgârdan sallandıkça sesler çıkarırlar: Vakvak.. Vakvak.. Vakvak... Tam bir barabasan!.. ? Ben birkaç kez, solda sağlam bir birliğin kurulmasında bir öncü beklediğimi yazdım. İtalya’daki Prodi örneğini gösterdim. Böyle bir güç birliğinin CHP’nin öncülüğünde kurulmasını önerdim. Ama CHP’den ses seda çıkmadı! Anlaşılan ilk genel seçimde AKP’nin yine tek başına iktidar olmasını CHP tehlikeli bulmuyor, hatta ona yardımcı bile olmak ister gibi!.. Akla gelmez bir olay yaşadık, yaşıyoruz. İlhan Selçuk’un bir yazısı, ilginç bir girişimi başlattı: Süleyman Demirel’in ılımlı sağla, ılımlı solu bir araya getirebilecek bir öncü olduğu... Böyle bir birlikteliğin Süleyman Demirel’in öncülüğünde oluşturulması!.. Amaç ülkeyi, günden güne karanlıklara sürükleyen, Tayyip’li, Arınç’lı, Gül’lü kafanın ilk genel seçimde yenik düşmesini sağlamak!.. ANAP’lar, DYP’ler, MHP’ler ve tüm orta sağdaki, hatta kimi ılımlı soldaki Cumhuriyet ilkelerinin savunulmasında güçbirliği kaçınılmazdır. AKP bir seçim daha kazandı mı, Meclis’te tam çoğunluğu elde etti mi ne Çankaya, ne Anayasa Mahkemesi, ne Danıştay, ne Yargıtay, ne YÖK, ne üniversite özgürlüğü kalacaktır. Böyle bir gidişe dur demek tüm Cumhuriyetçilerin görevi. ‘‘Farkında mısınız?’’ çağrısını sağır sultanlar duydu, ama Baykal’ın CHP’sine vız geldi! Yine boş laflar atıp tutmalar, kendini gösterme çabası, hepsi bu... Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet tehlikedeymiş, rejim tanınmaz biçime sokuluyormuş. CHP ve CHP’liler uykuda mı diye sormak artık kaçınılmaz olmuştur! ??? Sonunda işte Süleyman Demirel çıkıyor ortaya!.. Yıllar yılı türlü açılardan eleştirdiğimiz, yerdiğimiz Demirel, Çoban Sülü, Morrison Süleyman.. beş kere gelip altı kez giden TC’nin eski Cumhurbaşkanı!.. Biz umudu dağların arkasından beklerken, bir de baktık ki, laikliğin, Cumhuriyet ilkelerinin savunucusu, bunca imam okulu açan Süleyman Bey! Ama o bile olup bitenlere bakmış, AKP tutumuyla nerelere gideceğimizi görmüş, toplumu uyarmak gereğini duymuş... Sekseninden sonra yeniden politika alanına çıkacak mı? Çıksın mı, çıkmalı mı? Ne dersiniz?.. 12 Yozlaştırmayla Savaş! Y ozlaştırılan değerlerimize, kültürsüzleştirilen ve bilgisizleştirilen gençliğimize, giderek duyarsızlaştırılan toplumumuza, dilediklerini yapmada kendilerini tümüyle özgür hisseden politikacılarımıza karşı bizler, yani Atatürkçü aydınlar, nasıl bir savaşım vermeliyiz?.. 19931994 yılında, diplomat olarak Güney Afrika’da bulunmaktaydım. Beyaz yönetimden siyah yönetime geçiş dönemi... 1993 yılının sonlarında, gazetelerde, beni çok şaşırtan şu haberlere çok sık rastlamaktaydım: Kentte yaşayan beyaz baba, karısını ve çocuklarını, ortada hiçbir geçerli Doç. Dr. HÜNER TUNCER neden yokken, vahşice öldürmekte ve en sonunda da kendi canına kıymaktaydı. Bu durumun başlıca nedeni, siyahların 1994 Nisan seçimlerinin sonucunda yönetime el koymasından sonra, beyazların gelecek kaygılarıydı.. yani siyah yönetimin iktidarında, işlerini ve malvarlıklarını yitirebilecekleri korkusuydu. Son bir iki yıl içerisinde görüyorum ki, ülkemde de Güney Afrika’da cereyan eden olaylara benzer olaylara sıklıkla tanık olmaktayız. Kentlerimizde yaşayan özellikle dar gelirli ailelerin erkekleri, karılarını ve çocuklarını hunharca öldürmekte ve daha sonra da kendi canlarını almaktadır. Bu durumun nedeni nedir? Yoksulluk, işsizlik, geleceğe ilişkin ümitsizlik ile kaygılar ve toplumumuzda bir zamanlar değer vermekte olduğumuz ölçütlerin giderek kaybolması, hiç kuşkusuz! ‘‘Demokrasi’’, ne yazık ki, Türk insanlarınca tam benimsenememiş olan bir kavram ve olgu! ‘‘Uygar’’ diye nitelendirebileceğimiz insanlardan başlıca farkımız bu işte!.. Bizler, kendi sesimizin duyulması yerine, ‘‘lider’’ olarak seçtiğimiz kişinin sesinin duyulmasını istiyoruz. Çoğu kez niteliksiz liderlerin ortaya çıkartılması sonucunda ise toplumumuz, hak ettiği biçimde yönetilememekte, insanlarımız giderek yılgınlığa ve yalnızlığa itilmekte ve bu durumda, en değerli varlıkları olan çocuklarının canlarına bile kastedebilmektedir. Bu, son derece tehlikeli bir gidişattır! Bizler, yani bilinçli Türk aydınları, gerekli önlemleri bir an önce alamazsak eğer, toplumumuzdaki yozlaşmayı durdurabilmemiz mümkün olamayacaktır!!! Atatürk ve Halkevleri ‘‘En kuvvetli ders araçlarına ve yetişkin öğretmen ordularına malik olmak kâfi değil. Halkı yetiştirmek, bir kitle haline getirmek lazımdır. Bunu Halkevleri yapacaktır.’’ K. Atatürk HACI ANGI rı ile bir araya getirip okuyabileceği, basit sayılan yaşama renk ve değişiklik vereceği okulları açmak, ailenin kendi varlığını tümü ile bu yuvanın içinde bulması, komşusu ve tanıdıkları ile burada buluşup dertleşmek; dünü, bugünü, yarını daha özgür, daha açık fikirlerle görüşüp tartışabilmek ve yeni değerler kazanma olanaklarını yaratmak. İşte bu asil ve özlenen düşünce ile en güzel ifadesini bulan Halkevleri kuruldu. Halkevlerinin açılışında M. Kemal’in iletisi, bu kurumun amacını açık seçik bir biçimde belirtiyordu: ‘‘Ulus şuurlu, birbirini anlayan, birbirini seven, ülküye bağlı bir halk kitlesi halinde örgütlenmelidir. En kuv Eğitimci vetli ders araçlarına, en yetişkin öğretmen ordularına sahip olmak kâfi değildir. Halkı yetiştirmek, halkı bir kitle haline getirmek için ayrıca bir halk mesaisini ihmal etmeyeceğiz.’’ Atatürk, halkın eğitimine çok önem vermiştir. Bunda amacı, Türk Devrimi’ni benimsetmek olduğu kadar, halka ekonomik yönden yararlı olmaktı da. M. Kemal, daha 1923 yılı TBMM’yi açış söylevinde eğitim örgütüne şöyle bir önerge veriyordu: ‘‘Yaparak öğrenmeye dayanan ve yaygın bir eğitim öğretim için yurdun önemli merkezlerinde yeni kitaplıklar, çeşitli bitkileri ve hayvanları içine alan bahçeler, konservatuvarlar, iş yerleri, müzeler, galeriler, ser H alkevleri, 19 Şubat 1932 günü kuruldu. Savaşların, bilgisizliğin, yoksulluğun yıprattığı yurdumuz insanlarının yaşayış, düşünüş, çalışma bakımından yepyeni bir ulus yaratma çabası içinde çırpındığı günlerde, düşünce şu idi: Bu ülke nasıl kalkınacak, nasıl gelişecek, dünya ulusları arasındaki seçkin yerini nasıl bulacak, uygar ve ileri uluslarla aramızda açılan mesafe nasıl kapatılacaktı? Büyük Atatürk, bu soruna çözüm olarak Halkevlerini kurdu. Böylece aile bireylerini kadını, genci, ihtiya gi salonları kurmak gerekli olduğu gibi...’’ ‘‘Bu merkezlerde bilimsel gece toplantıları ve konferanslar düzenlemek, halkın okuyup yazamayanlarını en kolay yoldan okutarak onlara birinci derecede gerekli olanı vermek, gece dersleri açmak...’’ Etkinlikleri, amacı ve çalışma yerleriyle tam bir halk eğitimi izlencesidir bu sözler. ‘‘Baylar, Türk harflerinin kabulü ile hepimize, bu ülkenin bütün yurdunu seven yetişkin çocuklarına önemli bir ödev düşüyor. Bu ödev, ulusumuzun yediden yetmişe okuyup yazmak için gösterdiği istek ve aşka kolları sıvayarak hizmet ve yardım etmektir.’’ Görülüyor ki Atatürk halk eğitiminden çok şeyler bekliyor ve bunu kimlerin yapacağını da belirtiyor. Nereden nereye?.. Vakvak ağacı Osmanlı tarihinde de kanlı bir olaya adını vermiş... Yeniçerilerle Sipahiler, Girit seferinin uzaması, kadınlar saltanatının türettiği yolsuzluklar ve sarayın savurganlıkları yüzünden 1656 Martı’nda ayaklanmışlar. Çünkü askerin ulufesi ‘zuyuf akçe’, yani değeri küçük parayla ödeniyor; esnaf bakırı çok gümüşü az parayı almayınca kıyamet kopuyor; İstanbul’da hayat duruyor, dükkânlar kepenklerini indiriyorlar, ayaklanmacılar kelle istiyorlar; ‘Avcı’ diye anılan Padişah Dördüncü Mehmet daha 15 yaşındadır. Zorbalar zamane yöneticilerini birer ikişer öldürdükten sonra cesetlerini Sultanahmet’teki ulu çınara asıyorlar... Çınar Vakvak ağacına dönüşüyor, öylece anılıyor... Olayın adı konuyor: ‘‘Vak’ai Vakvakiye!..’’ ? İstanbul’da bu yıl bahar yaşandı mı?.. Bilmem ki yaşandı mı?.. Hava hep kapalı... Hangi ağaca baksam aklıma Irak geliyor, işgal altında katledilenlerin çağrışımlarıyla Vakvak ağacını anımsıyorum... Ağaçlar ne zaman doğallaşacak?.. İnsanlık ne zaman insanlaşacak?.. CUMHURİYET 02 CMYK