02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 MAYIS 2006 CUMA TARTIŞMALAR VE AYRILIKLAR GÖLGESİNDE AVRUPA GÜNÜ... strateji BIÇAK SIRTI EROL MANİSALI Küreselleşme AB’yi zorluyor CEMİLE AKÇA ATAÇ TUSAM Avrupa Araştırmaları Masası ğinden endişe eden, karamsar bir ruh haline sokan en önemli etken küreselleşme oldu. KÜRESELLEŞMENİN AĞIR YÜKÜ Rekabet gücü zayıflayan, araştırmageliştirme ve eğitim uygulamaları eskiyen, bilim ve teknoloji için çok zor fon ayırabilen, sınırları içindeki işsiz sayısı 90 milyona çıkan, önlem alınmazsa 2030 yılında enerjide dışa bağımlılığı yüzde 70’e çıkacak olan ve Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’nı bir türlü etkinleştiremeyen AB, "küresel güç" yarışında geride kaldığı gibi küreselleşmenin ağır yükünün altında da bunalmaya başladı. Buna ek olarak, kendi vatandaşlarının güvenini kaybetti ve azımsanmayacak bir grubun Avrupa Projesi’ni "sorunların çözümü" olarak değil de "sorunun kendisi" olarak C Batı ve İslamcı Siyasiler... 11 Küresel yarışa birlik içinde girmeyi deneyen Avrupa, birçok alanda başarısız sınav veriyor. Avrupa ekonomisi küreselleşme karşısında ciddi şekilde zorlanıyor. Ö nemli günler, törenler veya "Zirve" dediğimiz AB Konseyi toplantılarında AB ülkelerinin devlet ve hükümet başkanları ile AB Komisyonu yetkilileri, "Güçlü Avrupa" ülküsüne mutlaka vurgu yaparlar. Genişleme dahil bütün AB politikaları ile varılması amaçlanan nihai hedef, barış içinde yaşayan ve etrafına barış getiren, sosyal, ekonomik, politik ve askerî bakımdan tam anlamıyla güçlü bir Avrupa’dır. Ne var ki son yıllarda bu ülkü, sadece politikacı ve bürokratların ezberinde yer alan sıradan bir ayrıntıya indirgenmiş, anlamsızlaşmış ve AB vatandaşlarını heyecanlandırmaz bir durumda. Hiç şüphesiz, 21. yüzyılın başında Avrupa’yı pembe rüyasından uyandıran ve Avrupalıyı, gelece görmesine neden oldu. Özellikle anayasa ve bütçe krizlerinden sonra "Güçlü Avrupa" acı bir şaka halini almışken fatura büyük ölçüde genişlemeye çıkarıldı. 2004 yılındaki son genişlemenin, Avrupa’nın küreselleşmenin olumsuz etkileriyle mücadele etme kapasitesini büyük ölçüde azalttığı ortadayken "AB genişlemeye devam etsin" diyenlerin sayısında büyük düşüş yaşandı. Eurobarometer’in geçtiğimiz günlerde açıkladığı anket sonuçlarına göre, AB’nin Bulgaristan ve Romanya da dahil olmak üzere hiç bir aday ülkeyi tam üye olarak almaması gerektiğini düşünen Almanların oranı yüzde 60’ı aşmış durumda. Nitekim AB Komisyonu, 2007 yılında tam üye olması öngörülen Bulgaristan ve Romanya’ya artık yakması gereken yeşil ışıkları yakmakta son derece isteksiz davranıyor. Emek piyasaları ülkeye açılmadı İ Üye ülkelerin uykusu kaçıyor AB politikaları, uzun zamandır küreselleşmenin gölgesinde şekilleniyor ve liderler artık, tabanlarından gelen "AB genişlemesin!" veya "Ulusal ekonomi korunsun!" gibi küreselleşme mağduru seslere kulak tıkayamıyorlar. Üstelik üye ülkeler, sadece dışarıdan gelen değil kendi aralarındaki rekabete karşı da tahammülsüz. Fransız hükümetinin, Fransız firması SUEZ’in İtalyan ENEL tarafından satın alınmasını engellemesinin yankıları hâlâ sürüyor. mesi ihtimali, genişleme yorgunu AB 15’in (son genişleme öncesi üye ülkeler) uykusunu kaçırıyor. ABD SARSILIYOR Böylece küreselleşme, AB’nin varolma nedenlerini temelden sarsıyor, üye ülkelerin tam anlamıyla bütünleşmesini engelliyor ve heterojen politika uygulamalarını artırıyor. Uluslarüstü bir oluşumda, ulusalcı ve hatta zaman zaman milliyetçi söylemler kaçınılmaz bir şekilde baskın çıkıyor. Fransa ve İspanya gibi "eskiler"in bu yöndeki davranışlarından cesaret alan bazı "yeniler" de serbest piyasa ekonomisine "bağlılık yemini" ederek girdikleri bu oluşumda "korumacılığın" yollarını arıyorlar. Örneğin Polonya, yeni bir üye ülke olduğuna bakmadan, özellikle sosyal ve istihdam politikalarında devlet müdahalesine daha çok yer veren uygulamalara geçti. Aslında, AB’nin temel ilkelerinin bu şekilde yeni üyelerce de dinamitlenmesi, eski üyelerin benzer davranışlarının göz ardı edilmesine ve yeni üyelerin, tarım sektörü, bölgesel ve YENİLER VE ESKİLER sosyal eşitsizlikler ile altyapı yatırımları için, bütçeden talep ettikleri büyük miktarların iyiden iyiye göze batmasına neden oluyor. Ayrıca genişlemenin, AB içindeki farklı uygulamaları artıracağı ve AB’nin vatandaşlarının gözündeki geçerliliğini ve etkinliğini zedeleyeceği görüşü de ağırlık kazanıyor. ngiltere, İrlanda ve İsveç haricinde AB 15 ülkeleri, emek piyasalarını henüz yeni gelen 10 ülkenin işçilerine açmadı. Bu durum gerçekleştiğinde düşmanlık hislerinin daha belirginleşeceğini tahmin etmek yanlış olmaz. Geçtiğimiz yılın sonunda AB’nin en liberal ülkelerinden İsveç’te, Litvanyalı işçiler aleyhine yapılan gösteriler bu tahmini destekleyecek bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. AB’nin bir ticaret devi olduğu ve gelişmekte olan ülkelerin pazarlarına sızmakta zorlanmadığı açıkça ortada. Hatta AB tarım üreticisinin, aldığı sübvansiyonlar sayesinde, Afrika pazarında Afrikalı üreticiden kat kat avantajlı olduğunu ve Afrika Birliği Başkanı Alpha Omar Konare’nin bu duruma defalarca isyan ettiğini biliyoruz. Ancak, küresel güç olarak bilinen ülkelerle arasındaki ikili ticari ilişkilere baktığımızda da, açık veren tarafın genelde AB olduğunu görüyoruz. Özellikle Çin ile olan ticaretinde 80 milyar Avro açık veren AB, KOBİ’lerini (Küçük ve Orta Büyüklükte İşletmeler) Çin’den gelen ucuz mal akınına karşı koruyamıyor. İtalya’daki durgunluk büyük ölçüde bu nedene bağlanıyor. ‘ÇAREYİ ÇİN’E KOTA KOYMAKTA BULDULAR’ AB sonunda çareyi, Ticaret Komiseri Peter Mandelson’un geçtiğimiz haftalarda açıkladığı gibi Çin ve Vietnam’dan gelen ayakkabılara kota koymakta buldu. Ne var ki bu tür ticaret kısıtlamaları getirmek, soruna geçici bir çözüm sunmaktan öteye gitmiyor. AB’nin rekabet gücünü artıracak yapısal reformlara ihtiyacı bulunuyor. AB, Brezilya ile olan ticaretinde 7 milyar Avro, Rusya ile olan ticaretinde ise 20 milyar Avro açık veriyor. Brezilya, ticari rekabet açısından sakınılacak ülkeler listesinde, Çin ve Hindistan’a oranla daha yeni sayılır. Rusya’ya karşı verilen açığın en büyük nedeni ise, tahmin edileceği gibi, AB’nin enerji ithalatı… Rusya’nın AB’ye yaptığı ithalatın yüzde 57’sinin enerji ürünleri olduğu biliniyor. Her şey güzel; Batı da, İslamcı bir düzen getirmek isteyen kimi İslamcı siyasiler de ortak bir zeminde (ve hedefte) birleşiyorlar. Cumhuriyet ve Atatürk Türkiyesi olmasın; Kemalist felsefe ortadan kalksın, TSK’nin, Atatürkçü düşüncenin ve laikliğin bekçisi gibi hareket etmesinin önü kesilsin; ordu Atatürkçü değerleri korumak gibi siyasal bir görev üstlenmiş; bundan vazgeçirilsin; siyasetin tamamen dışına itilsin. Sadece Batı’nın (ve NATO’nun) dediklerini yapan teknik bir araç haline dönüştürülsün. Kimi İslamcı siyasiler ile ABD ve Brüksel bu konularda anlaşıyorlar, hiçbir sorun yok... Cumhuriyetçi, Atatürkçü, halkçı, ulusalcı değerlerin yerine ‘‘ılımlı İslamın öne çıkarıldığı’’ sosyopolitik ve ekonomik bir düzen oluşsun, liberal ve açık iktisadi anlayış, hem bu İslamcı siyasilere hem de Batı’nın amaçlarına bire bir uyar. ‘‘Serbestlik’’ bu İslamcı siyasiler için ‘‘işlerin devletin, anayasanın ve ordunun elinden alınarak piyasaya devredilmesi’’ demektir. Serbest piyasa yoluyla yalnız yabancı tekellerin işgaline serbestlik gelmez; İslamcı eğitim kurumlarına, giyim kuşama, tarikatlara, dini vakıflara da serbestlik gelir. Serbest piyasanın getirdiği her türlü serbestlik içinde Cumhuriyet’e karşı serbestlik, laikliğe karşı serbestlik gelir. Dini esaslara göre uygulamaların önündeki engeller böylece kaldırılmış olur. Burada da anlaşıyorlar. Batı kapitalizmi ‘‘iktisadi sınırların kaldırılması ile elde ettiği özgürlükleri’’, şirketlerinin ve sermayenin Türk pazarını işgal etmesi için kullanıyor. Bu özgürlükle bürokrasi, siyasal partiler, eğitim kurumları ve medya işgal ediliyor. Madalyonun öbür yüzü... İslamcı siyasiler Batı papazlarına sağlanan özgürlükle kendileri de laikliği ortadan kaldırıyorlar. ‘‘Bakın onlarda kiliseler ve din adamları her şeyin içinde, bizde de böyle olmalı’’ diyerek, ‘‘dinlerarası diyaloğu’’ destekleyerek onlara benzemeye çalışıyorlar. Buraya kadar bizim kimi İslamcı siyasiler ve Batı için her şey yolunda, sorun yok. Kendileri Türkiye’yi iktisadi, siyasi ve kültürel olarak işgale başlarken İslamcı siyasiler de Cumhuriyet’in yerine İslamcı bir iktisadi, sosyal ve siyasal düzeni kuruyorlar. Ancak Türkiye’de İslamcı bir düzenin köyden varoşlara her alana yayılması, Batı için, ‘‘tahmin edemediği büyük bir tehlikeyi’’ yavaş yavaş üretmeye başlıyor. İslamcı sosyal ve siyasal derinleşmeler Batı karşıtı, hatta antiemperyalist bir oluşumu içten içe üretiyor. Batı’nın halkçılığa, Cumhuriyet’e ve gerçek demokrasiye karşı koymak için alternatif olarak planladığını sandığı İslamcı yapılanma, bir ‘‘bumerang gibi’’ geri dönerek, Batı karşıtı ve antiemperyalist bir sosyal yapılanma oluşturuyor. Ilımlı İslam, antiemperyalist bir kimlikle Batı’nın karşısına çıkıveriyor. İşte Türkiye’de ABD’nin ve AB’nin önce vargücüyle destek verdiği yönetime karşı, ‘‘kuşkularını ortaya koymasının arkasındaki nedenler bunlar’’. Yönetim tamam; işbirliği yapıyor, çok güzel; ama yönetimin yeşerttiği, geliştirdiği yeni ortam çok farklı; Batı’nın desteği ile yeşertilen sosyopolitik yapılanma, Batı’ya karşı bir oluşumu da beraberinde üretiyor. Sadece Batı’ya karşı değil, emperyalizme karşı da bir tepki zemini ortaya çıkıyor. Bunun temelinde, vahşi kapitalizmin kendi iç çelişki ve dengesizlikleri yatmaktadır. Atatürkçü, Cumhuriyetçi, halkçı felsefe ve politikalar, özünde antiemperyalisttir. Güney Amerika bugün bu gerçeği yansıtıyor. İslamcı yapılanma da tabanında ve temelinde antiemperyalisttir. İşbirlikçi İslamcılar bu nedenle, tabanlarıyla hiçbir zaman uyuşamazlar. Tabanlarına ihanet etmek zorundadırlar... Bunu telafi etmek için Batı’ya, ‘‘Bizi daha iyi kullanın’’ demek zorunda bile kalırlar... Enerji sorunu büyüyor AB’nin küreselleşmenin olumsuz etkilerine en açık olduğu sektörlerden bir tanesi hiç şüphesiz ki enerji. Ancak üye ülkeler, bu durumun idrakine biraz geç vardı. Nitekim AB’nin küreselleşme ile mücadele programında 2005 yılına kadar enerjiye ayrılmış ayrı bir fasıl bulunmamaktaydı. Ukrayna ile Rusya arasındaki doğalgaz krizi ve geçtiğimiz haftalarda ABDİran çekişmesi, Nijerya’daki istikrarsızlık ve Çin’in doymak bilmeyen enerji açlığı ile bağlantılı olarak yaşanan petrol fiyatlarındaki rekor artış (varil başına 74 dolar), AB’ye bu sektördeki kırılganlığını bir kere daha anımsattı. ENERJİDE ALTERNATİF ARAYIŞLARI Doğalgaz konusunda Avrupa, bir yandan Rus tekeli Gazprom’u 2010 yılında tamamlanacak altyapı yatırımları ile kendine bağlamaya çalışırken diğer taraftan da çeşitli korumacı politikalarla Gazprom’a alternatif yaratmaya çalışıyor. Fakat AB ülkelerinin doğalgaz ihtiyacının yüzde 25’ini sağlayan Gazprom’un başkanı Alexei Miller, alternatif arayışları içerisinde kendilerine karşı korumacı politikalar uygulanması durumundan Şirket’in duyacağı rahatsızlığı dile getirmekte gecikmedi ve gerektiğinde "Asya ve Amerika’dan yeni doğalgaz müşterilerinin bulunmasının çok da zor olmayacağını" belirtti. Enerji arzının tam olarak sağlanamadığı bu ortamda, "gemisini kurtaran kaptan" mantığıyla hareket eden bazı üye ülkeler, bütünleşmiş bir Avrupa Enerji Politikası yerine bireysel politikalara ağırlık verdiler. Bunu en son, Polonya’yı küstürmek uğruna, Rusya ile arasında Baltık doğalgaz boru hattı kurulması için imza atan Almanya örneğinde gördük. Doğalgazda bu dış aktörlerin kararına bağlılık durumu, büyük ölçüde petrol konusunda da geçerli. Dünyadaki petrol talebi, küresel güçler Çin, Hindistan ve ABD yüzünden günde yaklaşık 2,5 milyon varil artıyor. Kaynaklar için rekabet artıyor ama küresel işbirliğine gidilmiyor. AB’nin hesaplamalarına göre, enerjide küresel işbirliğinin maliyeti 16 trilyon dolar gibi çok yüksek bir rakam. Bu da işbirliği olasılığını neredeyse imkânsız kılıyor. İŞBİRLİĞİNE DAVET AB’nin Enerji Komiseri Andris Piebalgs, 7 Nisan günü Yeni Delhi’de yaptığı konuşmada yine de bütün küresel aktörleri işbirliğine çağırıyor. "Küresel enerji talebi"nin "enerji etkinliği"ni iyileştirmeden alıp başını gittiğini ve "yeni petrol keşiflerinin çok ender olduğunu" söyleyen Piebalgs, AB’nin "yenilenebilir enerji, enerji etkinliği ve temiz kömür teknolojisi" konularında uluslararası toplumda ortak çalışmalara açık olduğunu dile getirdi. Diğer taraftan üye ülkelerin, AB’nin enerji sektöründe küreselleşmenin etkilerini nasıl azaltacağına ve enerjiyi nasıl sürdürülebilir büyümeyi destekler hale getireceğine dair önerilerini 24 Eylül 2006 tarihine kadar Komisyon’a iletmeleri gerekiyor. ÜLKELERİN VAR OLMA GÜDÜSÜ AB’nin üzerinde yükseldiği ilkelerle çelişse de üye ülkeler varolma güdüsüyle ulusal pazarlarını koruma altına alma eğilimi gösteriyorlar. Ulusal çıkarların ön planda tutulmaya başlanmasının bir başka göstergesi de Avro Bölgesi’nin genişlemesi konusunda sergilenen isteksizlik olarak göze çarpıyor. Slovenya’nın gelecek yıl Avro’ya geçme, ekonomisinin sonunda bunu kaldıramayacak olma ve "eski" üyelerin ekonomilerine fazladan yük bin AB 15 içinde küreselleşmeye karşı olan tepki, yavaş yavaş AB’ye ve AB’nin genişlemesine yönelik bir tepkiye dönüşüyor. "Küreselleşmeyi seviyoruz" diyen Estonya, AB içindeki en düşük GSYİH’lerden birine sahip. Yine aynı şekilde durumundan memnun gözüken Slovakya’da ise işsizlik oranı yüzde 18. Yeni üye ülkeler biliyorlar ki, küreselleşme ile mücadelenin bütün ağırlığı AB 15’in sırtında ve acı ilacı önce onların yutması gerekiyor. Elbette ki bu durum, Fransa, Almanya ve İtalya gibi küreselleşmeden en çok bunalan ülkelerin vatandaşlarının gözünden kaçmıyor. Yeniler ve eskiler arasında düşmanlık tohumları böylece atılıyor. İstihdam ve Lizbon stratejisi Bugün AB, bir yandan küreselleşmeden aldığı yaraları sarmaya çalışırken diğer yandan da küresel bir güç olmanın yollarını aramakta. AB’nin küreselleşmenin olumsuz etkilerini en şiddetli hissettiği noktalardan bir tanesi de emek piyasası. Özelleştirme ve şirket satışları sonucunda AB genelinde istihdam oranı yüzde 60’lara düşünce üye ülkeler mümkün olduğu kadar kısa sürede yeni ve kaliteli iş olanağı yaratma gereği ile yüz yüze geldiler. Bu bağlamda 2010 yılına kadar istihdam oranını yüzde 70’in üstüne çıkaracak, teknoloji yoğun işler yaratmak, enerji ve çevre politikalarını kalkınma ve büyümeyi destekleyecek hale getirmek, bilim, teknoloji ve araştırmageliştirme harcamalarını artırmak ve yükseköğrenimi ABD ile rekabet eder şekilde yeniden yapılandırmak için çok kapsamlı Lizbon Stratejisi’ni yarattılar. Ancak Lizbon Stratejisi’nin temel taşlarından bir tanesi olan emek piyasasını esnekleştirmek konusunda büyük anlaşmazlıklar yaşandı. Geçtiğimiz ay, Fransa’da yaşanan öğrenci gösterileri Fransız hükümetinin esneklik yanlısı uygulamalara geçme isteği nedeniyle çıkmıştı. AB, istihdam politikasını Lizbon Stratejisi çerçevesinde İngilizce esneklik (flexibility) ve güvenlik (security) kelimelerinin birleşiminden oluşan "flexicurity" kelimesi ile tanımlamaya çalışıyor. Kendisine esas olarak İskandinav modelini alan bu politika, "kolay işe al, kolay işten çıkar" ilkesine dayanıyor. Buna göre iş korumasının az olduğu ama istihdam güvencesinin yüksek olduğu bir piyasa hedefleniyor. ‘İŞ BULMA GÜVENCESİ’ Yani bu anlayışa göre işverenler işçiye, "işsiz kalmama" yerine "iş bulma" güvencesi veriyorlar. Çalışanlar kolay işten çıkarılsalar da işsiz kalma süreleri önemli ölçüde kısıtlanıyor. Bu durumda işverenler de yeni iş yaratmaya gönüllü oluyorlar. Ancak "flexicurity," çalışan kişinin işinin korunmasını sistemden çıkardığı için doğal olarak sosyal devlet anlayışını da devreden çıkarıyor. Bu da emek piyasasında devlet güvencesinin çok yüksek olduğu Fransa, Almanya ve İtalya’da büyük tepkilere neden oluyor. Ancak tepki gösterenler ihtiyaç duydukları yeni işlerin nasıl yaratılacağı konusunda alternatif bir çözüm önerisine sahip değiller. Üstelik özellikle sendikalar, Lizbon Stratejisi ile hedeflenen "20 milyon işsiz"i de "kabul edilemeyecek kadar yüksek" bir rakam olarak görüyorlar. Ayrıca bir de küreselleşme nedeniyle işsiz kalanların faydalanacağı "Avrupa Küreselleşmeye Uyum Fonu" isteniyor. Tabi bütün üye ülkeler, Fransa, Almanya ve İtalya kadar kötü durumda değiller. Özellikle AB’ye 1995’te katılan grup yani Finlandiya, İsveç ve Avusturya istihdam piyasası reformları ve istihdama yönelik bilimteknoloji konularında ev ödevlerini başarıyla tamamlamış durumdalar. Bu ülkeleri Danimarka, İrlanda, İngiltere ve İspanya izliyor. İspanya’nın Zapatero hükümeti ile geçtiğimiz 2 yıl içerisinde aldığı mesafe tüm üye ülkelerin takdirini kazanmış durumda. Ancak yine de AB’nin üç büyük ekonomisinin küreselleşme ile mücadele edememesi, AB’nin Lizbon Stratejisi’nin başarıya ulaşma şansını zora sokuyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle