Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 MEHMET ÜNAL, YENİ SERGİSİYLE YİNE SORUYOR: İNSANSIZ GÖÇ VAR MIDIR? C haberler LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 21 NİSAN 2006 CUMA Korku ve hüznün fotoğrafları OSMAN ÇUTSAY Bush’un Kitapları Neyle Kaplı? tabın özelliği insanın kanını donduran türden. Çünkü cildi insan derisinden yapılma. Balzac’ın elini zaman zaman sürerek kadınını düşlemesine yol açan, giysiyle kaplı kitabıyla insan derisinden yapılmış bu kitabı bir arada düşünemiyor insan. İnceliğin de vahşetin de aynı canlı türünde, yani insanda bulunması doğanın yanlışıymış gibi geliyor bana. Bu tavrın hangisinin doğru olduğunu anlama, değerlendirme gücümüzle, aklı sürekli kontrol altında tutması gereken vicdanımızla anlamamız isteniyor bizden. Aklımın da mantığımın da almadığı böyle bir ürkütücü olguyu vicdanımın kabul etmesi elbette beklenemez. Ama bu tür sorgulamayı hiç yapmamışların çokluğuna örnek isteniyorsa, şöyle bir 18. yüzyıl Fransa’sına uzanmak, orada insan derisiyle kitap ciltleme uygulamasının ne kadar çok yapıldığına bakmak gerekiyor. Cesetlerden alınan deriyle anatomi kitaplarını ciltlemenin bir de adı vardır hatta. Antropodermik ciltleme deniyor bu uğursuz işe. Nazilerin de, dün denecek kadar yakın bir zaman diliminin alçaklarıdır bunlar, Yahudi kurbanlarından bazılarının derilerinin yüzüp kitap ciltledikleri söylenir. İnsanoğlunun vahşetinde sınır yok gerçekten. Oğuz Türkleri daha iyi meyve verir diye, ağaçları insan kanıyla sularlardı. Saddam Hüseyin, insan kanıyla icraat yapmada Oğuz Türklerini de geçmiştir. Kendi kanıyla Kuran yazdırdığını biliyoruz Saddam’ın. Moğol İmparatoru Timuçin’in (Cengiz Han), Camoka’yla kan kardeş oluşları, birbirlerinin parmaklarından akan kanı bir kadehe koyup yudum yudum içmeleriyle gerçekleşti. Kanın içilemeyecek bir madde olduğunu anlaması insanlığın kaç yılını aldı acaba? İnsanlık şu güzelim dünyayı kocaman bir mezbahaya çevirmekte bir hayli ısrarlı. Eğer Irak’ta Oğuz Türkleri diyarındaki ağaçlardan varsa, çok meyve verecek demektir. Sulanmaları için gerek duyulan kan Irak’ta bol miktarda var çünkü. Ortaçağda, insan derisiyle kitap ciltleyenlerin güç sahipleri olduğu söylenir. Bush’un, kitaplarını elbette insan derisiyle ciltletmek gibi bir huyu vardır demiyorum. Ama Irak’a götürdüğü demokrasinin (!) Iraklıların derisinden yapıldığını söyleyenler varsa, onlara inananlardan biri de benim. İnsanlık, doğadan türettiği kâğıdı kendi ‘‘derisiyle’’ kirletmiş, ağaçları kendi kanıyla sulamış bir insanlıktır. Bush, işte bu insanlığın çocuğudur. Sizce de öyle değil mi? M ANNHEIM Birkaç yıl içinde yarım yüzyılı geride bırakacak olan göç sürecinin insanların tavır ve yüzlerine de damgasını vurduğu anımsatıldı. Almanya’ya Türkiye’den işgücü göçünün insanlarımızın korku, ezilmişlik, ve dinsel kapanma gibi unsurların eşliğinde üzerinde konuşulması ve düşünülmesi gereken bir insan malzemesi yarattığını savunan fotoğraf sanatçımız Mehmet Ünal, kasım ayına kadar Saar eyaletindeki Avrupa Sanat ve Sanayi Kültürü Merkezi’nde (www.voelkingerhuette.org), fotoğraflarıyla saptadığı ‘‘suskunluğun durakları’’nı tartışmaya açıyor. Kimi çevrelerde ‘‘Türk göç sürecinin en çalışkan objektifi’’ olarak da tanınan Ünal, sergisinden hareketle Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı. CUMHURİYET Sizce Almanya’ya Türkiye’den bu emek göçü, Alman kültürü, hatta Almanya’daki sanayi kültürü üzerinde etkili oldu mu? Ne gibi etkiler yarattı? Örneğin, Alman insanı değişti mi? Ya Türkiye’den gelenler, onlar değişti mi? Neler saptadınız? MEHMET ÜNAL Türkiye’den Almanya’ya emek göçünün Alman kültürünü, önemli derecede etkilediğini söyleyemem. Göç, Almanların istekleri doğrultusunda başladı ve Almanlar 1973 yılında ‘‘Artık kimse gelmesin!’’ kararını alana dek ‘‘Misafir İşçi’’ tanımlamasıyla sürdürüldü. Yıllarca önce şöyle bir not almışım: ‘‘... Misafir işçinin bir yaşamı olduğundan söz edebilir miyiz? Birçokları: Onlar burada yalnızca misafir. Misafirlik süreleri dolduğunda da gitmek zorundalar.’’ ‘BİRİNİCİ LİGE ÇIKMALARI ÇOK ZOR’ Yola bu bakış açısından çıkıldığı için, ‘‘egemen kültür’’ kendini ‘‘kabuklu bir hayvan gibi’’ korumuştur. Yüzeysel bakıldığında ise, Türkiye’den gelenler (etnik kökeni ne olursa olsun) folklorik denemelerin dışında bir farklılık getirmediler. Gerçi birçok Alman, Mallorca veya başka bir ülkeye gezmeye gittiğinde artık o meşhur Alman sosislerini değil, ‘‘Döner Kebap’’ arıyor. Sanat dalında ise durum ilk bakışta farklı gibidir. Ama işin aslı böyle değil. Sanatla uğraşan Türkler de ‘‘kendi liglerinde’’ oynuyorlar. Birinci Lig’e çıkmaları çok zor. Türkçe konuşamasa dahi, bir oyuncunun adının Ali ya da Veli olması, hâlâ ona ‘‘normal bir rol’’ verilmemesi için nedendir. Türk adı olanlara ya bu ada göre rol yazılıyor ya da ‘‘Türk rolleri’’ veriliyor. Otuz yıl önce Almanya’ya ilk geldiğimde, asıl mesleğim olan tiyatro oyunculuğu için iş aradığımda da bana böyle davranıldı. Durumun bugün de böyle olduğunu yeni genç arkadaşların deneyimlerinden biliyorum. Almanya’da insanlar mesleğini, işini iyi yapan kişiliğine göre değil, milliyetine göre değerlendiriliyor. Bunun nedeni Almanya’nın kendisini hâlâ bir göç ülkesi kabul etmemesidir. Ama ben Almanya’daki sanayi kültürünün Türklerin göçü ile birlikte değiştiğini saptamadım. Tam tersine Türkler bu ülkedeki üretim tarzına uymak zorunda kaldılar. Uyamayanlar ise yarı yolda kaldılar. Özellikle akarbantlarla çalışılan üretim alanlarında makineler kimseye milliyetini sormuyor. Düğmeye basanın kim olduğu önemli değil. İşverenler için de milliyet ikinci planda. Özellikle şahıs fabrikalarının asgariye indiği Almanya gibi bir ülkede, hisse senetli üretim alanlarında, yöneticiler yalnızca kâr gözettikleri için, bunun dışındakiler sadece ayrıntı... Göçün başlangıcında Türkler ucuz işgücüydüler. Katkı diyeceksek, ucuz işgücü katkısından bahsedebiliriz. Şimdilerde Çin, Hindistan, Türkiye veya diğer cumhuriyetlerde işgücü haddinden fazla ucuz olduğu için, yatırımlar oralara yönlendirilmektedir. CUMHURİYET Almanya’ya emek Mehmet Ünal göçünün, Türkiye’deki günlük yaşam kültürü ve hatta ‘‘derin kültür’’ üzerinde etkileri oldu mu? Neler gözlemlediniz? MEHMET ÜNAL Türkiye’deki günlük yaşam kültürüne ne denli katkıları oldu, bilemiyorum. Ancak benim Türkiye’deki gözlemim, daha doğrusu deneyimlerim, oradakilerin (politik görüşü ne olursa olsun) buradakileri ‘‘Almancı’’ olarak gördüğü yolundadır. Gericisi de ilericisi de göçmen Türkleri aynı kelimelerle, aynı bakış açılarından değerlendiriyorlar. Göçmen Türklerin ülkelerine para götürmekten göndermekten başka bir görevleri de yoktu zaten. Özellikle birinci kuşa ğın bir başka amacı olduğunu sanmıyorum. Buradaki Türklerin, ‘‘derin kültür’’e etkilerinden söz edemem. Almanlar da zaten dıştan gelen bir şeyden, Amerikan kültürü hariç, etkilenmek istemiyorlar. ‘KENDİ KÜLTÜRÜNÜN FARKINDA OLAN GÖÇMENLER Öte yandan ülkesinden yola çıktığında kendi kültürünün farkında olan göçmenler, buradaki yaşamdan yara almadan yaşamaktadırlar. Ancak Türkiye’den buraya gelirken belli bir kültürü oluşmamış olanlar ise ‘‘denize düşmüş yüzme bilmeyenler’’ gibi çırpınıp durmaktadırlar. Kaçış ya da sığınma diyelim, şimdilik din sahalarına doğru oluyor. Şöyle bir açıklama yapabilirim: Türkiye’den buraya, içinden çıktığı yörenin, beldenin, kısaca Türkiye’nin farkına varmadan, bu anlamda bir öğrenimi tamamlayamadan gelenler, buradaki kültüre uyumda da zorlandılar. Durum h?l? böyle. Ülkelerinde kendi kültürüne sahip olanlar ise, buraya alışmakta hiç güçlük çekmediler. Ya da görece daha az zorlandılar. Ben buradaki Türklerin sürekli olarak çırpınma içinde olduklarını düşünüyorum. Herkes kendi alanında, kendi etkilenme düzeyine göre çırpınıyor. Aslında bu duruma uzmanların daha yoğun ve daha samimi yaklaşmaları gerekiyor. Zihinleri açan düşünceler üretilmesi gerekiyor. Egemen kültürün istekleri, yabancılar yasasından, göçmen yasasına geçişle birlikte daha da belirginleşti. ‘‘Ya entegre olursun, ya da çeker gidersin’’ hayaleti tüm Almanya’da dolaşıyor. Türkleri buraya çağıranların, 40 yılı aşkın bir süredir yaptığı yanlışların hesabı, anlaşılan hiçbir zaman verilmeyecek. Hesap sorabilecek bir konum da zaten söz konusu değil. E ‘Evdeki hesaplar çarşıya uymaz’ CUMHURİYET Fotoğraflarınızda korku, şaşkınlık ve meydan okuma iç içe. Yarım yüzyılı bulan bir göçü, yani bir hüznü tüm duraklarıyla ve bu ayrıntılarla saptayabilen belki de tek fotoğrafçımız sizsiniz. Bu yarım yüzyıllık göç hikayesine egemen en belirleyici duygu sizce ne? MEHMET ÜNAL Bir fotoğrafçının kendi ürünleri hakkında konuşması gerçekten güç... Beni burada fotoğraf çekmeye iten iki neden var: Birincisi, Almanya’ya ilk geldiğimde, tiyatro oyuncusu olarak iş bulamamak; ikincisi de, Türklerin buradaki yaşamlarını ‘‘En Alttakiler’’ olarak saptamak... Halbuki o insanlar Türkiye’ye geldiklerinde epey zenginmiş gibi bir tavır sergiliyorlardı. Burada üzerlerine sinen korku, şaşkınlık, hüzün, fotoğraflara da yansıdı. Resmi dilde ‘‘misafir işçi’’ diye tanımlandıkları için bu duygular kendilerinin sürekli içinde bulundukları duygu hali olabilir. Böyledir de. O zamanki adı ile ‘‘Yabancılar Polisi’’nde çalışan her memur (daha sonra bu ad ‘‘Yabancılar Dairesi’’ olarak değiştirildi), her bireyin kaderi ile oynayabiliyordu. Oturma ve çalışma izinleri her defasında kısıtlanabilirdi. Sonraları ‘‘süresiz’’ ve/ƒ veya ‘‘oturma hakkı’’ oturma ve çalışma izin türleri çıkartıldıysa da, bu durum kuşkuları yok edemedi. Bu keyfi bir uygulamaydı ve her zaman değişebilirdi. Örneğin otomobili ile kaza yapan bir birey, ceza aldığı için yurtdışı da edilebilirdi. Ben edilenlerin bazılarını tanıyorum. Başlıca sorun, bireylerin toplumda kabul görmemeleriydi. Fotoğraflardaki korkulu, hüzünlü ama kızgın bakışlar belki böyle açıklanabilir. En iyisi benim dışımda, fotoğrafa bakmasını bilen birinin bunları değerlendirmesi, yazmak istiyorsa bunlar üzerine yazması doğru olur... ‘ALMANLAR ALIŞAMADI’ Türklerin içinde bulundukları bu durum şimdilerde görece değişti. Ama ben yine de büyük değişiklikler olduğunu söyleyemem. Bırakın Türkleri, bu ülkede şu an 150 ayrı dilden, ülkeden insan yaşıyor. Almanlar hâlâ bu duruma alışamadı. İşyerleri hariç, zorunlu olarak buluşulabilen alanlar çok kısıtlı... Ara sıra bir Türk’ün herhangi bir kentte, 100 yıllık herhangi bir spor kulübüne başkan seçilmesi, genel havayı etkilemiyor. Bizimkilerin çoğunluğu dindarlığı elden bırakmak istemiyor, ama aşırı tüketime karşı da hiçbir tavırları yok. Lüks otomobillerle, gösterişli düğün kervanları ile caddelerde hava atmakla iştigal ediyorlar. ‘‘Sonradan görmeler’’ denilebilecek bir tutum içerisindeler. Sadece dindarlar mı? Türkler arasındaki bu ‘‘tüketim hastalığı’’ hakkında söylenecek mutlaka bir dizi söz daha vardır. Tüketimi ve gösterişi arttırarak mutlu olacaklarını zannediyorlar. Burada, özellikle ruhbilimcilerin bizi aydınlatıcı açıklamalarına gerek var. CUMHURİYET Korku ile hüzün arasında nasıl bir geçiş saptadınız? MEHMET ÜNAL Göçmenler arasında, yarım yüzyılın egemen duygusunun korku olduğunu söyleyebilirim. Sonra hüzün sıraya alınabilir. Buraya gelirken yapılan ‘‘evdeki hesapların, çarşıya uymaması’’... Her birey farklı öyküler anlatabilir. Genel sonuç, göçün kazanımlarının üst üste konulamaması olacaktır. Şikayet edenler fazlalıkta... Bir başka ortamda, göçmenlerin politik, sosyal çalışmalara uzak durmaları, tutarsızlıkları, olumsuzlukları, güvensizlikleri de ele alınmalıdır. Bir ipin ucundan tutmamışlardır. Tutmaya da pek niyetli olduklarını saptayamıyorum. Şimdilerde tek sorunları varmış gibi görünüyor: Türk ve Müslüman olmak. Doğrusu, sözün burasında Alman resmi politikasının da payını göz ardı etmemek gerekir. serleri kadar çapkınlığıyla da ünlü olan büyük yazar Balzac’ın, kitaplarından birini, sevdiği bir kadının elbisesinden bir parçayla ciltlettiğini söylerler. Edebiyat tarihinde bile yer bulabildiğine göre, o güne değin pek sık rastlanmayan incelikli bir tavrın sahibi olarak kabul edilmiş demek ki büyük Balzac. Sıradan bir giysiye Balzac’ın yüklediği anlam, sevilen kadına ilişkin duygulardan bağımsız değil elbette. Sayfa sayfa açılıp okunan bir kitapta, sevdiği kadının tenine değilse bile bir zamanlar içinde olduğunu düşündüğü giysisine sürekli dokunarak, hayal gücünü somut bir nesneyle birleştirip sevgilisini anımsamak, yaman bir zekânın ürünü. Böyle inceliklerim olsun isterdim. Bir kriz anında kestiği kulağını sevdiği kadına götürdüğü söylenen ressam Van Gogh’un, hediye seçimindeki bu vahşi zevkle karşılaştırınca, Balzac farkı ortaya çıkar. Bu tür ‘‘ince’’ sanatlarla uğraşanların bu tür vahşete yatkın olmalarını anlamakta zorluk çekmekte haklıyım. Ortaçağ İtalya’sında, yine bir sanatçının, bir insan derisinden dikilmiş ceket giydiğini, ancak papazların uyarısıyla üzerinden çıkardığını söyler ortaçağ tarihçisi Huizinga. Balzac türü bir incelikten eser yok artık günümüzde. Çamurlu bir yoldan geçerken âşık olduğu kadının ayaklarına ceketini sermek bir yaşam gerçeği değil, Hollywood gerçeğidir sadece. Son günlerde televizyonlarda sık sık çalınan türkülerimizden birinin aklımdan hiç çıkmayacak sözlerinden biri ‘‘Saçlarını yol getir’’ cümlesidir. Erkeğin, muhtemelen âşık olduğu kadının geri getirilmesi için yardım isterken bile şiddete vurgu yapışına iyi bir örnektir bu türkü. Sadece bir türkü değil, bir yaşam gerçeğidir aynı zamanda. İnsanlığın bugünü neyse dünü de aynıydı. Çok kesin bir ifade kullandım biliyorum, ama böyle düşünüyorum maalesef. İnsanlık lehine katedilen olumlu mesafeleri atlıyor değilsem de bazı durumlarda insanlığın her dönem aynı olduğuna inanıyorum. Canlısının da cansızının da başına olmadık işler gelebiliyor insanın. Canlısı, içinde hep büyüttüğü bir vahşetle yaşarken ölüp gitmiş olanı, öldükten sonra da insan kaynaklı vahşetle baş başa kalabiliyor. Bizans tekfuru Nikiforus’un kafatasını kadeh yaparak şarap içen adı batasıca bir imparator vardır diye hatırlarım. Geçen günlerde Leeds’deki ana caddede 300 yıllık olduğu sanılan bir kitap buldular. Polis, kitabın, bulunduğu yerden çalındıktan sonra ya düşürüldüğünü ya da atıldığını tahmin ediyor. Ki ÖZBAKIR’IN SERGİSİ FRANKFURT’TA ‘Işığın halleri’ sergileniyor FRANKFURT (Cumhuriyet Bürosu) Frankfurt’ta ‘‘Luminale’’ başlığı altındaki ‘‘ışık ve kültür’’ gösterilerinde bu yıl Türk sanatçı Ünsal Özbakır da yer alacak. 2327 Nisan arasındaki gece gösterilerinde ışığın olanakları üzerinde durulacak ve sanatın yeni açılımları yerinde saptanabilecek. Ünsal Özbakır’ın ‘‘Purreal’’ adı altında sunacağı yeni aydınlanma tekniklerinin, akşamları saat 19.00’dan itibaren ‘‘Immanenz’’ adlı galerinin içinden ve dışından izlenebileceği bildirildi. Açılışı, ‘‘Immanenz’’in Rendeler Str. 54, Ecke Berger Strase, 60385 Frankfurt/M. adresindeki galerisinde ve 24 Nisan 2006 saat 19.00’da yapılacak olan gösteride Özbakır, ışık motiflerini izleyicilerle paylaşacak. Ünsal Özbakır, Cumhuriyet’e yaptığı açıklamada, ‘‘Biz bu yeni oluşuma ‘ışık exotu’ da diyoruz. Yeni bir aydınlanma tekniğiyle birbirinden değişik motifleri, iç mimari ve güzel sanatların birleştiği bir alanda izleyenlerin ilgisine sunacağız. ‘Purreal’ ışık motifleri sanatın sınırlarıyla yakından ilintili. Çünkü eğer bir motif, karanlıkta ışık saçıp aydınlık yaratıyorsa, yeni bir sanat yapıtı da ortaya çıkarmış sayılmalıdır’’ diye konuştu. Frankfurt Belediyesi, Hessen televizyonu ve Frankfurt Fuarı’nın katkılarıyla bu yıl da ‘‘Luminale’’ başlığı altında üçüncüsü gerçekleştirilecek olan gösteri ve sergiler, Offenbach, Darmstadt, Rüsselsheim, Wiesbaden, Mainz ve Karslruhe gibi kentlerde de yinelenecek. ‘‘Işık ve kültür’’ şenliklerine dönüşen ve özellikle hava karardıktan sonra ışığın içerdiği tüm olanakları ortaya koyabilen gösterilerin, sanatın tanımını tartışmaya açması ilgiyle karşılanıyor. B ir ülke başka bir ülkeyle geçmişe bakmaksızın bütünlüklü bir güven içinde dış ve iç siyasette, ekonomide ve savunmada koşulsuz bir paylaşım içinde olabilir mi? Kabul etmeli ki bu tez kulağa inanılmaz geliyor. Dünya siyasetinde ülkeler arasında çıkarların şekillendirdiği işbirliği, ortaklık ya da destek olabilir. Bu tür siyasi ilişkilerde dostluk tanımı olsa olsa aralarında savaşmayan ve barış içinde yaşayan ülkeler anlamını taşıyabilir. Avrupa Birliği içinde olduğu gibi. Ya da son yıllarda Türkiye’nin AB üyeliğine destek veren ülkelerin tanımlandığı gibi; ‘‘Türk Dostları’’. Bu siyasi dostlara örnek sayılabilecek AB’nin ağır toplarından İngiltere, Fransa ve Almanya’nın ortak kararı ve desteği olmadan Ankara’nın 17 Aralık 2004’te müzakerelere başlama tarihi alamayacağı kuşku götürmez bir gerçek. 3 Ekim’de ise Avusturya’nın suları bulandırmasına karşın dönem başkanı İngiltere’nin Türkiye ısrarı, Almanya’daki seçimlerin ardından Ger BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Siyasette dost olur mu?.. sürdüğünü görmek ve sonuç olarak Merkel’in sessiz ve derinden Türkiye’ye farklı kılıflar hazırlayan hristiyan demokratların siyasetinden ayrılmayacağını anlamak gerek. AB Anayasa’sı referandumunda okkalı bir tokat yiyen Fransa’nın siyaset sahnesinde Türkiye’ye destek vermeyi sürdüren tek tabanca Chirac’ın gidici olduğunu bugün beş yaşındaki çocuk bile biliyor. Ülkede gelecek yıl yapılacak seçimlerde içişleri bakanı Nicolas Sarkozy’nin başa geçmesi durumunda Türkiye’nin AB hayalleri ışık hızıyla suya düşecek. Böylesi bir Fransa Ankara için değil dost, düşmandan bile beter olacaktır. Gelelim Türkiye’nin en ‘‘sıkı’’ dostu hard Schöreder’in son jesti ve Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın referandum sonrası tutarlı bir siyaset izeleme kaygısı sayesinde Ankara bir dizi koşul eşliğinde müzakerelere başlayabildi. Peki müzakere eden ülke statüsüne kavuşmuş olan Türkiye’nin bundan sonraki uzun yolculuğunda ‘‘dostları’’ yanında olabilecek mi? AB üyelik sürecinde tam bir Türk destekçisi olan Almanya’nın eski başbakanı Schöreder’den koltuğu devralan Angela Merkel’in daha fazla oy kapmak için ülke içinde Türkiye karşıtı siyaset yaptığını, hristiyan demokratların her toplantısında Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık seçeneğini ısrarla öne İngiltere’ye. Ülke içinde anket yapılsa ‘‘hiç sevilmeyen adam’’ seçilmeye aday başbakan Tony Blair’i çevreleyen skandalları saymaya gerek yok. O kadar açık ki Blair’in gideceği, siyaset çevreleri yeni başbakanın dış işlerindeki tutumunu tartışmaya başlamışlar bile. Londra kulislerinde finans bakanı Gordon Brown’un başbakan olması bekleniyor. Kulis haberlerine göre Brown’un öncelikleri arasında ise AB yer almıyor. Brown daha çok atlantik ötesi ilişkilerle ilgileniyormuş. Yeni başbakan elbette ki İngiltere’nin ezeli ortağı ABD’nin Türkiye üzerindeki arzu ve emirlerini geri çevirecek değil. Yine de genişleme karşıtı bir AB içinde Brown’un gece gündüz Türkiye düşüneceğini düşünmek saflıktan da öte olur. Türkiye’nin üyeliği için öngörülen on yılda hangi dengeler değişecek yaşayarak göreceğiz ancak görünen o ki Türkiye’yi AB sevdasında zorlu bir beş yıl bekliyor. Özellikle giderek azalan ‘‘Türk Dostları’’ arasında. Münih’te kitap sergisi MÜNİH (Cumhuriyet) Federal Almanya’nın Münih kentinde düzenlenen bir kitap sergisi çerçevesinde, Avrupa Türk Gazeteciler Birliği (ATGB) Başkanı Gürsel Köksal da konuşma yapacak. Köksal, ‘‘Almanya’daki Türkçe basın’’ konulu konferansında, Türk medyasının güncel sorun ve açılımlarını işlerken geleceğe yönelik olasılıkları da tartışmaya açacak. Saat 13.30 ile 19.30 arasında devam edecek olan sergi, Friedrichstr. 25, 80801 München adresinde gerçekleştirilecek. Gürsel Köksal’ın, konuşmasına saat 15.30’da başlayacağı bildirildi.