07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

21 NİSAN 2006 CUMA ...ve insan PARİS’TEN KLASİK MÜZİĞİN BİRKAÇ İKİZİNDEN BİRİ SÜHER VE GÜHER PEKİNELLER C Siftah... 13 Karşıtların uyumu: Pekineller Bunu aşmanın tek yolu bir yandan kendin olmaya devam ederken, diğer yandan kendini aşarak başka bir düzeyde karşıtınla yapıcı bir uyumu yakalamak. Ancak bu da görüldüğü kadar kolay değil. İnişi çıkışı olan dikenli bir yol, ama içinizde birlikte kullanabileceğiniz bir gücü hissedebiliyorsanız her şeye rağmen bunları aşarak başarılı olabiliyorsunuz. BİRLİKTE OLMANIN ZENGİNLİGİ... Bir süredir sırt sırta oturarak çalıyorsunuz, gözleri, bakışı ortadan kaldırmanız müziğinize nasıl yansıdı? Güher P.: Aynı müzikal nefesi ve ritmi paylaştığınız sürece gözlerle temas önemini kaybediyor. Hatta temas eksikliği o ritim ve nefes akışında kendi içimizde daha derinlere inip ilerlememizi sağlıyor. Birlikte olmanın zenginliği bir bakıma mesafe kurmaktan geçiyor. Göz temasının bulunmaması, işte böyle bir yaratıcı mesafe oluşturuyor. Aynı durumu ilişkilere aktaracak olursak, yüz yüze durmaktan daha güvenli, daha sakin bir yanı var mıdır? Güher P.: Bence mesafe bütün ilişkilerde gerekli. Bireyselliği boğan bir iç içelik ilişkiyi öldürebiliyor. Kurduğunuz mesafeler, ilişkideki bütün süreçleri, ayrıntıları ve sorunları daha objektif şekilde değerlendirmenize, daha renkli ve huzurlu yaşamanıza olanak sağlıyor. BU BİR DENEY DEĞİL... Bu tür denemeler müziğe ilişkin mi, yoksa yılların verdiği bilginin, deneyimin, bütünlüğün bir kez daha sınanması mı? Güher P.: Bu bir deney değil, yorumda mükemmeliyeti yakalamak için geçtiğimiz bir yol. Doğal olarak birlikte çalmanın getirdiği birikim ve tecrübe üzerine kurulu. Bir bakıma kendiliğinden oluşmuş bir aşama. Çünkü, iki piyanonun sahnedeki bu yeni konumu ile aradığımız kişisel tınılara daha kolayca erişebileceğimizi gördük. Ayrıca, müziğin nefesi ve ritmini, eserin bütünlüğü içinde bireysel açıdan daha yoğunlukla yaşayabiliyoruz. KORKULARIN ADI... Sahnede ve çalışırken, aynı müziği farklı yorumlamayı dener misiniz, bu denemelerden nasıl sonuçlar çıkar? Süher Pekinel: Çalışırken yorumu daima kişisel özgürlük içinde şekillendiririz. Birlikte yorumun hareket noktası daima bağımsızlık oldu. Zaten, yorumumuzda bireysellik olmadan çalışmamızda birlikteliğe ulaşmak mümkün değil. Kendi alanınıza çıktığınızda hangi tür müzikleri dinlersiniz, bu dinleme sizin yorumunuza nasıl yansır? Süher P.: Klasik müziğin geleneksel yapısını, iç dinamiklerini ve bütün bunları ayakta tutan temel yapısal disiplinini dünyadaki diğer müzik örneklerinde bulabilmek zor. Dünya müziklerinin en büyük katkısı, ritim anlayışında ve bazı müzik türlerinin ulaşabildiği tasavvufi derinlikte bulunuyor. Örneğin, bir Bach veya Bruch yorumuna tasavvuf müziğinden kaynaklanan yeni bir zenginlik boyutu getirmek mümkün. UĞUR HÜKÜM C BERAT GÜNÇIKAN Güher ve Süher Pekinel, mükemmeli yakalamak peşindeler, denemeleri de bu isteğin bir parçası... S izin bir konser boyunca kendinizi çoğu zaman duygularınıza bırakarak izlediğiniz konser, onlar için hayatın ta kendisi. Üstelik ikiden bir yaratmak değil dertleri, biri Süher, diğeri Güher Pekinel olarak kalmak istiyor. Klasik müziğin “erkek” dünyasında var olabilmek de cabası, ayrıca gündelik hayatın hayhuyu onları kendinden muaf tutmuyor... İşte GüherSüher Pekinel’in kendilerine, müziğe ve hayata dair anlattıkları... Klasik müzik, kadınların son yıllarda varlık gösterdikleri bir alan. Öğrenciliği, çalışma koşullarını, sahne üstünü ve arkasını, albüm yayımlamayı düşündüğümüzde klasik müziğin dünyasında cinsiyetler arasında farkın kalktığını söylemek mümkün mü? Güher Pekinel: Ben her zaman cinsiyet ayrımcılığına karşı çıktım. Şuna inanıyorum ki, yaptıklarınız her zaman sizin için konuşuyor. Fakat gerçek şu ki, siz bunu ne kadar böyle görseniz de karşı taraf böyle görmeyebiliyor ve çalıştığınız ortamlara, ülkelere ve kişilere göre değişebiliyor. Erkek ağırlıklı dengeler söz konusu olduğundan, bireyselliğinizi çok daha kuvvetli şekilde kanıtlamak zorunluluğunda kalıyorsunuz. Ancak diğer mesleklerle karşılaştırıldığında, klasik müzik dünyasında yaratıcılık söz konusu olduğunda eşitliğin daha kolay kabullenildiği de bir gerçek. Nitekim, günümüz sanatçılarından Argerich, Pires, Larrocha, Uschida gibi piyanistlerin, Anne Sophie Mutter, Mullova, Hillary Hahn, Kyu Wa Chung gibi kemancıların dünyaca ünlü erkek sanatçılarla aynı düzeyde değerlendirildiklerini görüyoruz. Kadın kadının kurdu denilir, iki kardeş de olsa... Siz bu gerilimi yaşadınız mı? Kurdu olmaktan dostu olmaya geçmek için ayrı bir çaba gösterdiniz mi? Güher P.: Bir beraberlik karşıtlık olmadan gerçekleşemez. umhuriyet Hafta, 2004 sonunda yayınını durdurunca piyasada ciddi bir boşluk doğmuştu. Zira beş aşağı beş yukarı birbirinin aynı, 45 sade suya tirit haber gazetesiyle, habercilikle siyasi amacı iç içe geçirmiş 12 propaganda aracından öte gündelik veya haftalık çağdaş ve aydınlık bir yayın organı yoktu. Mevcutların hiçbiri bağımsız, eleştirel, farklı bilgi ve haber bekleyen Avrupalı Türk veya Türkiye hassasiyetli okura hitap etmiyordu. Bu durum en azından biz Fransalı Türkler için geçerliydi. Bütün gazeteler görevlerini ‘‘kurtarılmış etnik adacıklarda’’ milliyetçi veya maneviyatçı duyguları gıdıklamak ve de Avrupa pastasından daha çok ‘‘k?r’’ kopartmak biçiminde görüyorlardı. Uzun yıllar AB ülkelerinde yaşayan veya ‘‘atanmış’’ az sayıda muhabirin işi, ya gazetelerinin Avrupa baskılarına reklam toplamak, ya da Türkiye aleyhine söylenen veya yapılan veya öyle olduğu iddia edilen istihbaratı değerlendirmek, gereken yerlere bildirmekti. Bir grubun misyonu da Türklerin, Türkiyelilerin içinde yaşadıkları toplumlara mümkün mertebe saygı ve sevgi duymalarını engellemek, toplumlar arası karşıtlığı ‘‘farklılık’’ adına, ‘‘töre gelenek ve/veya diniman’’ adına uyumsuzluğu körüklemekti. Öyle ya, başta en büyük Türk düşmanı Fransa olmak üzere Avrupa’da ‘‘Türkün Türk’ten başka dostu olabilir miydi ?’’ İçinde yaşadığımız ülkelerin vatandaşlığı alınacaksa, seçimlerde Türkiye ‘‘karşıtı’’ (!) politikalar ve politikacılar korkutulsun diye alınacaktı. Avrupalı Türkler, milli onur ve gururun laçka edildiği ‘‘Eurovision yarışmaları’’ veya ‘‘futbol maçları’’ gibi arenaların (!) aktif piyonları olarak kullanıldı, kullanılmaya devam ediyor. İlk zamanlar döviz ambarı, yolunacak kaz gözüyle bakılan ‘‘Avrupalı Göçmen Türkler’’ yakın tarihlerde, ikili veya çok yanlı uluslararası (özellikle AB) ilişkilerde oy ve parmak güçleriyle anıldılar, hatırlandılar. ‘‘Protesto’’ adına milliyetçiƒ mukaddesatçı hıçkırıklı, bayraklı yürüyüşler; ‘‘diyalog’’ adına senbenbizim oğlanla, dostların alışverişte göreceği faaliyetlerle, sözüm ona sesimizi içerden, içinde yaşadığı mız, gerçekte parçası olduğumuz, olmamız gereken toplumlara duyurmaya çabaladık. Ermeni, Rum, Yahudi çevrelerinin etki ve nüfuzunun gücünü sayısal, yüzeysel argümanlarda aradık. Siyasi kariyer perspektifli bazı diplomatların oluşturduğu eğreti yapılanmalardan hayır bekledik. Büyük olanaklar çoğu zaman kolay çözümler peşinde heba edildi. Bu çabaların yerel aleti de hep Avrupa’daki Türk basını oldu. Milliyetçiliğin özellikle de irticanın ikinci nesil gençler arasında zengin olanaklarla donanmış, modern kılıflarla kuşanmış etkin faaliyetleri meyvesini vermeğe başladı. Doğru dürüst Türkçe bile konuşamayan gençler ceplerinde o ülkelerin kimliklerini taşımalarına rağmen Almanya, Avusturya, Belçika Fransa, Hollanda, İsveç düşmanı kesildiler. Veya kendilerini dini bir vizyonun Batı toplumu içersindeki aktif misyoneri hatta ajanları gibi görür oldular. Elbette ki çoğu Avrupalı makam da kayıtsızlık ile polisiye önlem arasında pek başka yöntem düşün(e)mediğinden bu sorumsuz gidişatta üzerine düşeni yerine getirdi... İşte Cumhuriyet Hafta böyle bozgrikara bir tablonun hakim olduğu dönemde yeniden okuruyla buluştu. Ondan toplumsal mucize, karanlıkları aydınlatmak gibi bir görev beklemek hayalperestlik, bir anlamda ilkellik olur. Ancak Cumhuriyet Hafta Avrupa’da yaşayan Türk ve Türkiyeli toplulukla, diğerleri gibi ‘‘cemaat’’ temelinde değil de doğru ve sağlıklı ilişkiler içine girebilir, onlarla bütünleşebilirse yer yer ‘‘mum ışığı’’ tutabilir. Gerek Türkiye’den aktaracağı bilgilendirici seçmelere, gerek Avrupa’da araştırabileceği uyarıcı haber ve görüşlerle hem ilk nesiller hem de yeni nesiller için seçenek ve referans olabilir. Bu amaç, ne yazıldığı söylendiği kadar kolay, ne de sanıldığı, ilk ağızda düşünülebileceği kadar imkansız bir amaçtır. Cumhuriyet Hafta, Avrupa’da yaşayan Türk, Türkçe konuşan ve okuyan bir kesimin ‘‘Aydınlanma’’ sürecinde karınca kararınca bir araç, bir kaldıraç olabilir. Bir siftah da bizden. Yolumuz açık ve aydınlık ola... [email protected] SUAVİ SÜALP’İN ÖLÜMÜNÜN 25. YILI Unutulmuş bir mizah dehası CİHAN DEMİRCİ Bir öncü mizah dehasını, bir komple mizah ustasını bundan tam 25 yıl önce 14 Nisan 1981’de yitirmiştik. Henüz 55 yaşında ve en üretken çağındayken ani bir kalp kriziyle aramızdan ayrılan ve sonrasında adı unutulup karambole giden bu özgün kalem benim bu mesleğe adım attığım yıllarda ‘‘ustam’’ olarak bellediğim sevgili Suavi Süalp’ti. Profesyonel anlamda mizah yazarlığına onun son olarak çalıştığı Ses dergisindeki masasında başlamış olmamın bana yüklediği yoğun duygular aradan geçen 25 yıla rağmen hiç azalmadı. Gerek mizah yazıları, gerek mizah öyküleri, gerek kendi yazıp kendi çizdiği çizgi romanları, mizahımıza soktuğu ‘‘Seçme Saçma Sözler’’iyle ve tüm bunların üzerine kendine özgü ‘absürd’ bir mizahın yaratıcısı olarak, benzersiz bir kalemdi Süavi Sualp. Ancak, Aziz Nesin usta; ‘‘Mizah ciddi bir iştir’’ diyerek mizahı ne denli cid diye aldıysa, Suavi Süalp de tam tersine, ne kendi yaptıklarını ne de hayatı çok fazla ciddiye aldı.. sanki, mizaha kattıklarının farkında bile olmadan, naif bir mizah kahramanı gibi, müthiş renkli ve hızlı bir hayat yaşayıp aynı hızla ayrıldı aramızdan. Suavi Sualp, benim için bir başucu öyküsü olan, unutulmaz ‘‘Gene İyi Dayandık’’ta yazarlığı boyunca her kesimden yediği kazıkları, kendine özgü bir dille anlatır ve hayatının kısa bir özeti olan o öykü şu şekilde biter: ‘‘...Ben gene yazacaktım... Çalacaklar, gene yazacaktım...Yaşamak için de ğil, yazmayı sevdiğim için yazacaktım...’’ Yediği tüm kazıklara rağmen ‘yaşamak’ için değil, ‘yazmayı sevdiği’ için yazmış pek çok Türk yazarının da sesi olmuştur aslında onun bu sözleri. ‘ABSÜRD’ MIZAHIN ÖNCÜSÜYDÜ Mizahımıza kattığı onca yeniliğe rağmen ölümünün ardından hızla unutulan bu ilginç yazarı, epeyce çileli ve 10 yılımı alan uzun bir çalışmadan sonra biraz olsun gün ışığına çıkarmak için 1999’da ‘‘Bir Mizah Dehası Suavi Süalp’’ adlı biyografik inceleme kitabımı yayımlamıştım. Bu kitap sayesinde adı unutulmuş bu mizah dehasını en azından ‘‘mizahla ilişkili’’ insanlara anımsatmak istemiştim. Geçen yılın sonlarında yitirdiğimiz bir başka büyük mizah ustası Sulhi Dölek ‘‘Çağımızın Nasreddin Hocası’ydı’’ dediği Suavi Sualp için bakın ölümünün ardından neler demişti: ‘‘Gülmece konusunda yaptığım bir çalışmaya şu sözlerini almıştım onun: ‘İlle de toplumsal bir yara arayıp onun üstüne gitmeye gerek yok. Gülünç öğe varsa, eleştiri de onun içindedir, toplumsal sorun da...’ Hiçbir zaman büyük mizahçı, vatan kurtaran aslan havalarına bürünmedi. Ama kendine özgü şaşırtıcı gülmecesiyle yeni bir şey başlatmıştı mizahımızda. Saçmanın mantığını en iyi işleyenlerdendi. Geçim motorunu döndürmeye çalışmaktan, yapmak istediklerinin çoğunu gerçekleştirememişti. Gerçek bir mizah emekçisiydi. Daha önemlisi, güleryüzlü, sıcak, içten, güzel bir insandı...’’ [email protected] ‘Akan zamanı birlikte paylaşıyoruz’ d P inleyiciden korkmuyoruz, hissettiğimiz tek korku kendimizle ilgili. iyanistler de izleyici korkusu yaşar mı, bu korkuyla nasıl baş edilir? Güher P.: Dinleyiciden korkmuyoruz, hissettiğimiz tek korku kendimizle ilgili. Çünkü, dinleyiciye ulaşmanın tek yolunun kendi içimizde oluşturabileceğimiz mükemmeliyetten geçtiğini biliyoruz. O zaman dinleyici ile de birleşebiliyor ve akan zamanı beraber paylaşıyoruz. Sizi son yıllarda Bach’ın yorumlarıyla dinliyoruz, ama şimdi Mozart’ın 250. yılının kutlanmasından yola çıkarak sormalıyım, iki müzisyeni, iki yorumcu olarak değerlendirmenizi istesem, birer cümleyle... Güher P.: Deha tektir....renk zenginliği değişik olabilir. Hem ikizsiniz, hem aynı işi yapıyorsunuz, bu kadar iç içe yaşamak zaman zaman yoruyor mu, nasıl soluk alıyorsunuz? Süher P.: Yalnızca birlikte ürettiğimiz zaman iç içeyiz. Yoksa, hayatlarımız birbirinden bağımsız olarak devam ediyor. Üretmek için birliktelik kadar bağımsızlıkta önemli. Onun için her işide birlikte yapmıyoruz. Herkes kendine düşeni bağımsız olarak sonuna kadar üstleniyor. Hayatın müziğin dışında bir de rutinleri var, piyanonun başından kalktığınız da, sahne ya da albüm hazırlıkları, medya ile ilişkiler, alışveriş... bütün bunlarla nasıl başa çıkıyorsunuz... Süher P.: Çok yerinde bir soru. En fazla zorluk çektiğimiz işler bunlar. Çünkü bizi esas yapabileceklerimizden uzaklaştırdığı için yıpratabiliyor. Her şeyden önce zamanla fazlasıyla yarışıyoruz. Bu tür işleri burada bizler için yapabilecek nitelikte, yardımcı bulmakta çok zorlanıyoruz. Uluslararası düzeydeki sanat faaliyetlerimiz en aşağı İngilizce ve Almancaya hâkimiyeti gerektiriyor. Ayrıca, sanat çevreleri, menajerlerimiz ve medyayla sürekli ilişki ve yazışmaların koordinasyonu da var.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle