Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
21 NİSAN 2006 CUMA P E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z YAZI ODASI SELİM İLERİ C Kapılar ve Avlular 15 Enis BATUR Not tutmak üzre notlar... tik bir serüven çizmezler; ola ki oturup, bir gün, onlara öylesi bir biçim biçeyim. Yaşarken benim işime yarayabilirler umuduyla dururlar da, ölürsem filologu sarabilirler bir de, sözgelimi benim kadar meraklı kimi okurları. Kazı esnasında bulunan en küçük parça bile, bütün’e yönelik okumaya beklenmedik bir ışık düşürebilir. Derrida’nın, Nietzsche’nin kâğıtları arasında gördüğü “şemsiyemi unuttum” cümlesi üzerine bir metin inşa etmiş olduğuna daha önce değinmiştim. ŞU BİRİKEN NOTLAR... Daktilo, bilgisayar kullanmadım hiç, yazarken. Ondan mı bunca not? Kalem, elyazısı, not düşme, not tutma, not alma alışkanlığı yaratıyordur belki de bilemiyorum. Bu alabildiğine özel, kişisel ‘depo’ yazarını korkutmaz mı? Tık, diye gidildiğinde, bütün o not yığını bir tür kirli çıkın gibi algılanmayacak mıdır? Böylesi bir kaygı, ağır bastığında, önlem almak güç değildir: Belli aralarla biriken notlar ayıklanıp yük atılabilir sözgelimi. Notlarımdan ürkmüyorum. Ara sıra büyük temizliklere giriştiğim oldu, ama endişeden çok oylum ayakbağı olmaya başladığı için. Bir yapıtın tertemiz bırakılmasından yana olan, onun için de arkasında başka iz bırakmamayı yeğleyenlere saygı duyuyorum; bunu her vakit dile getirdim. Tercihse, benimkisi başka: Bir yapıt, her yapıt, arkasındaki izlerle birlikte düşünülse de olur. Karalamalar, notlar, bocalamalar, yol değiştirmeler, şüpheler işin parçasıdır benim gözümde. ‘Sır’ları yok etmeyi kendi payıma bir tür gizemleştirme çabası olarak görüyorum. Yakınlarda, Mallarmé Defterleri’nde, şairin düzyazılarında, özellikle de Divagations’da gerçekleştirdiği benzersiz sözdizimi uygulamalarının arka planını gösteren ilk taslaklar günışığına çıkarıldı. Bir okur olarak beni 1974’ten beri oyalayan, sık sık oyalayan bir giz aydınlandı böylece: Meğer Mallarmé, metni önce dümdüz yazar, sonra yükleme yaparmış. Kimileri “büyü bozuldu” diye akıl yürütebilir, benim için o özel sözdiziminin yarattığı aura değişmedi: Yöntem neyse ne, asıl önemli olan sonuçtur. (Gelgelelim, yöntemi görmek de rahatlatıcı olabiliyor!). Not’tan taslağa, karalamaya geçtim bile isteye. Ürün’ün halleri bunlar. Zorunlu bir güzergâh söz konusu değil şüphesiz: Notsuz, taslaksız, bir çırpıda çıkan yapıtlar vardır. Çoğu zaman çalışılır ama. Sorunun karşılığı bu. Çehov’un sonradan gün ışığına çıkan Defterler’i elimden geçen son örnek. Nedir, sonuçta, orada gördüğümüz? Nasıl çalıştığı Çehov’un: Bir oyun karakterine ilişkin ilk ipuçları, bir diyalog arayışı, sahne kurma yolunda ön emeklemeleri. Not, yazma edimini önceliyor önce. Peşpeşe kıvılcımlar çakıyor, ufarak işaretler dökülmeye başlıyor defter sayfalarına, kâğıt parçalarına. Çatı taslakları çıkıyor. İlişkiler mimleniyor ufaktan ufağa. Sonra, aralarında küçük teğeller kuruluyor, yalınkat örgü teknikleri kullanılıyor. Açıldıkça, ayrıntılar baş gösteriyor: Yolda, aman, unutulmasınlar. Yazma süreciyle birlikte steno notların sayısı artıyor: Kerterizler bunlar, yazar çoğu kez onları takip edecek ilerlerken. Bu yazdıklarım, Yazboz’un ilgili bölümü “Not (to be)”ye iliştirilmeli. Not düşme alışkanlığı edinmiş yazarın seçtiği, edindiği araçgereç yelpazesi göz önünde tutularak. Ve unutmaksızın: Durmadan not alan, bir türlü ötesine geçemeyenler vardır. Yazma edimini önceleyen bu edim türü, bazen yazmanın engeli haline dönüşebilir æ dönüştüğü olur. N ot almak, not düşmek ‘yazma eylemi’nin neresinde? Bu Kalem MelunQ’u notlarımı kullanarak yazdım, Bu Kalem Un(ufak)’ın bazı bölümlerinde, not defterlerimden seçmelere yer verdim: Çünkü, XX. yüzyılın ikinci yarısında doğdum, yaşadığım dönemde daha önceki dönemlerde yaşamış yazarların ölümlerinden çok sonra yayımlanan notlarını okudum, “not”un varlık biçimine bakışımı yönlendirdi okumalarım. Sanırım böyle koyabilirim sorunu. Otuz beş yıldır defterler, kâğıtlar dolusu not almış olmalıyım. Bir bölümünü kullandım onların, bir bölümünü tasfiye ettim, önemli bir bölümü duruyor. Bir biçimde başvurabileceğimi, yararlanabileceğimi düşündüğüm, umduğum için tutuyor, bekletiyorum notlarımı. Ne kadarı bilemem, ölçüm yapmadım, kurulan ve yazılan kitapların, öncesinde ve sırasında (ara sıra da sonrasında) kâğıda düşülmüş seyrüsefer notlarıdır: Yazarken kullanmışımdır bazılarını, bazılarından hareket etmişimdir, biten kitapla birlikte anlamları değilse bile işlevleri kalmamıştır. Bazılarıysa artmıştır: Söz konusu kitapta yer bulamamışlardır kendilerine. Notların yabana atılamayacak bölümü, hâlâ, work in progress çalışmalar kapsamında. İpuçları, göndermeler (“bakınız”lar), açılımlar bir yanda; irili ufaklı yazılmış parçalar bir yanda. Tık, gitsem, sanırım birkaç bin sayfa not kalır. Bunlar, Coleridge’inkiler gibi yarısistema E FITZGERALD’IN NOTLARI... F. Scott Fitzgerald’ın The Notebooks’u, bütünlüğünde, 1972’de gün ışığına çıkarılmış; otuz yıl sonrası elime geçti kitap, baştan uca okumayı aklımdan geçirmedim, buna karşılık, orasından burasından bütün bölümlerini dikkatle gözden geçirdim. En kısası bir sözcükten, en uzunu üç buçuk sayfadan, ezici çoğunluğu birkaç satırdan oluşan 2078 çıkma yer alıyor kitapta. 1932’den ölümüne (1940’a), eski defter ve karalamalarından, taslaklarından ve parçalar halinde kalmış elyazmalarından kesip yapıştırmış bu notları Fitzgerald. Öteden beri, onları içinde kullanacağı bir kitap fikri oyalıyormuş zihnini, kâbusundan sıyrılamadığı ‘yazı tutukluğu’nun bir sonucu, bu projeyi de geliştirememiş. Küçük bir yüzdeyi kenara ayıracak olursam, notların tek tek bir anlamı, derinliği, sarsıcılığı yok işin açığı; bunlar, gerçekten de başka bir tasarının içinde anlam taşıyabilirdiler, olsa olsa: Bir yazarın yılların arasından geçerek kurmaya çalıştığı, sonu bozgunla gelecek bir romanın örneğin hammaddesi olarak. Anladığım kadarıyla, Fitzgerald’ın da niyeti buymuş: Kendi deyişiyle, kesip yeni bir deftere aktardığı “strippings” aracılığıyla yarı yarıya yaşamöyküsel bir boyut barındıran bir anlatı yazmak. Kesip yapıştırma, budama ve eklemleme, cımbızlama ve iğneleme æ bütün işlemlerle birlikte, ‘Bu Kalem’ dizisini önceleyerek çağrıştıran bir girişim gibi görülebilir böyle koyulduğunda. Oysa değil: Notların çoğu bir başına anlamdan, imlemden yoksun Fitzgerald’ın defterinde. O kaygıyla seçilselerdi, bilmem 2078 parçadan 207’si kalır mıydı? ARAYIŞ, BOCALAMA, YOKLAMA... Beni neden sarıyor ‘Not Defterleri’, belki buna değinmeliyim. Önce, ‘residua’ her vakit ilgimi toplamıştır; itiraf. Arayış, bocalama, yoklama, kayboluş, saçmalama bir yazarın zaaflarını değil, Tanrı olmadığını gösterir yalnızca olmuş yapıtlarının olmuş halleriyle karşılaşırsak bir yazarın, “iş”in “öz”ü hakkında yanılırız; yazar hakkında değil: Bir yazarın yalnızca olmuş saydığı metinlerini koruyup, geri kalan her şeyi yok etmesi hem en doğal hakkıdır, hem de (ters yönde hareket etsem bile) en doğru kararıdır. “İş”in “özü” konusu yazı gerçekliği açısından bağlayıcı önemde: Ondandır, süreci, düşükleri ve atıklarıyla bir yapıtın arka hikâyesini incelemeyi derslerin en önemlisi sayageldim. Sonra, sonrasında: ‘Residua’lara, çöplüklere baktığım şaşkınlıkla bakageldim bugüne dek. Birinin atmayı seçtiğini öteki almayı seçebiliyorsa, çöp nesnel bir tanım ile ele alınamıyor demektir. Atıkların yeniden değerlendirilmesi, dönüştürümü, kullanımı sorunları yalnızca şehir dışındaki büyük çöplükler düzleminde sözkonusu olmuyor günümüzde; bir de şehrin içinde, sokaklarımızda seçme/ayırma işlemlerini yürütenler var. Yazı aygıtı bağlamında da sıkı bir eleme dizgesi devreye girer. Yazar keser, biçer, atar bir yandan; bir yandan da ayırır, biriktirir, saklar. The Notebooks’da ağırlığı bunlar tutuyor. “Şarkı Sözleri” dışında bitmiş parça yok toplamda. “Fikir”ler azınlıkta. Daha çok seyir defteri çentikleri ağır basıyor birçok bölümde. Kesilip saklanmış paragraflar ise bağlamlarından uzaklaştıkları için, birbaşına sırıtıyorlar. Fitzgerald’ın notlarını, ortaya çıkan sonucu denektaşı olarak merak ettiğim için edinmiştim; yazarın yapıtına, benim okur cephemden farklı bir ışık tutmasını aklımdan geçirmemiştim. Tabii Fitzgerald’ın başucu yazarlarım arasında yer almadığını eklemeliyim; sözgelimi Calvino’dan artanlara başka bir merakla eğildiğimi yadsıyacak değilim. Fitzgerald karşısında düz okurum, oysa Calvino’ya yaklaşırken taraflı okur yanım öne çıkıyor, yapabilecekken yapamadıklarına kayıtsız kalamıyorum. Dolayısıyla, Fitzgerald’ın notlarına ben böyle bakıyorum, baktım; bir başkası elbette bambaşka sonuçlar çıkaracaktır. peydir Osmanlı tarihiyle haşır neşirim. Atatürk Erkek Lisesi’ndeki tarih öğretmenimiz Zehra Tapman’ı sık sık anıyorum. Zehra Hanım, Osmanlı tarihi için, ‘‘Muazzam bir bilmecedir’’ demişti. Bu sözü o zamanlar pek kavrayamamıştım. Öğretmenimle dostluğumuzu edebiyat sevgisi pekiştirirdi. İkimiz de roman delisiydik. Tarihî romanlara düşkünlüğümüzü de unutmuyorum. Şimdi okuduğum Osmanlı tarihleri, o romanlardan epey farklı şeyler anlatıyor. Yine de muazzam bilmeceden kurtulabilmiş değilim. O kadar ki, Topkapı Sarayı’nın girdisini çıktısını bile çözebilmiş değilim. Fakat çocukluğumdaki, ilkgençliğimdeki Topkapı Sarayı gezintilerimiz birer ikişer gözümün önüne geliyor. Bir kez de Ayhan Bozfırat’la birlikte gitmiştik. Artık yazardan sayılırdım. Çok güzel bir gündü. Ayhan Bozfırat hayat doluydu... Daha III. Ahmed Çeşmesi’ne geldiğimizde ortam, dekor, her şey değişirdi sanki. Solumuzda Ayasofya’nın cephesi bin yıllar öncesinden konuşurdu. Meydan çeşmesine gelince, gerçekten incelikli bir yapıttır. Yalnızca bezeklerine dalıp giderek dakikalar geçirebilirsiniz. Sonra Topkapı Sarayı. Ama asıl adının Yeni Saray olduğunu öğreniyorduk. Öyleyse, bir de Eski Saray olmalıydı. Derken bu Eski Saray, Gözyaşı Sarayı oluyordu. Padişah öldükten sonra, padişahın kadınları oraya sürgüne gönderiliyorlar, valide sultan olabilenler dışında kimse Yeni Saray’a geri dönemiyordu... Saraylar, kapılar, avlular, her birim, her yapı sanki iki isimliydi. Bazan üç! Belki muazzam bilmece böyle başlıyordu. Bilmeceyle birlikte daima kanlı sahneler. Benim dinlediğim Topkapı Sarayı, bir çocuğun rüyalarına girebilirdi. Zaten görürdüm o rüyaları. Örnekse, Bâbıhümayun’un önünde durulur, vezirlerin, zorbaların, asilerin cesetleri buraya bırakılırdı denir; o cesetler sanki hâlâ oradaymışçasına bir süre beklenirdi. Tabii kesik başlar da unutulmuyordu. Çünkü bazan, kesik başlar ibret olsun diye mızrağa geçiriliyor ve sergileniyordu. Neyse, Birinci Avlu’ya giriyorduk. Bir an için padişahların hikâyeleri diniyor; avludaki Aya İrini Kilisesi’nden söz açılıyordu. Şimdi düşünüyorum da, büyüklerimiz Bizans’ın kan sayfalarından herhalde pek haberli değillerdi. Yoksa, Aya İrini çevresinde, gözleri oyulmuş, paçavralar giydirilmiş imparatorlardan konuşulabilirdi... Derken Bâbüsselam. Bir adı da, Orta Kapı. Önemli bir ayrıntı hatırlanıyor, geri dönülüyor, işte Cellat Çeşmesi! diye özellikle vurgulanıyordu. Cellatlar, kelleleri uçurduktan sonra bu çeşmede ellerini, satırlarını yıkarlarmış. Kapılar, avlular bir türlü bitmezdi. Sırada Bâbüssaade vardı. Onun da ikinci bir adı var mıydı, bilmiyorum. Padişahların büyük merasimleri Bâbüssaade önünde yapılırmış. İç Hazine’de korunan görkemli taht çıkartılır; kapıyı örten geniş saçağın altına konurmuş. O tahtı çok merak ederdim. Tarihler, bir dönemden sonra, hep aynı tahtın hazırlandığını belirtiyor. Kapıların, avluların çifte isimlerinin yanı başında, Birun, Enderun, Haremi Hümayun adları karmaşa yaratmakta gecikmezdi. Enderun için ‘‘padişahın evi’’ deniyordu ama, harem için de ‘‘padişahın evi’’ deniyordu. Öyleyken, Topkapı Sarayı’nın kendisi padişahın evi olmuyor muydu? Çocukluğumda bu bilmece epey uğraştırmıştı. Müzenin o günlerinde Haremi Hümayun hep kapalı tutulurdu. Bununla birlikte, başta Kösem Sultan’ın öldürülüşü, birkaç harem cinayeti, öldürümü ille anlatılır, kanlı sayfalara yeniler eklenirdi... Fakat sonra birdenbire Yeni Saray’ın çinilerinin güzelliklerine, estetiğine, şu ya da bu görkemine geçilir; az önceki kanlı tarih bu kez de anıtsallık tarihi olup çıkardı. Eve her defasında kararsızlıklar içinde bocalayarak dönerdim... Öneriler: Kitap / Türkiye Mektupları, K. Mikes, Sadettin Karatay Çevirisi, Maarif Vekâleti Yay., 1944. F. Scott Fitzgerald OSMAN DEDE’NİN BİR YAPITINI SESLENDİRDİLER Mini mini... Sözlüklerin arasında dolaştım durdum, boş yere: Aradığım açıklamalara ulaşamadım. “Mini” sözcüğünü Fransızcadan almışız; gelgelelim, “mini mini” deyişi besbelli bizim icadımız “minik” ve “minnacık” da. Nasıl olmuş bütün bunlar, bilemiyorum; sözlü dilde yaratılmış oyunlardan bir gün yazıya geçmiş, dilimize yapışıvermişler herhalde. Dil ustası yazarlarımızın çoktandır “mini mini”yi kullandıklarını görmedim. Serveti Fünun dönemiyle ilgili okumalarımda çok sık rastladım ona, neredeyse tik olmuş bir ara, hangi metne el atsam karşıma çıkınca, düşünmeye koyuldum. XIX. yüzyılın son çeyreğinde gözde olmuşa benziyor “mini mini”. Daha öncesinde, Namık Kemal’de ya da Ahmet Mithat Efendi’de görülmüş müydü, ilk nereden, nasıl yazıya düştü acaba? 1940’larda da rastlanıyor ona, oldukça sık hem de. Bugün bakıldığında, kadın yazarlara özgü bir kullanım biçimi olduğu sanısı uyanıyor insanda, değil: Hüseyin Cahit’te de, Ertaylan’da da cirit atıyor “mini mini”. (Sonradan bitişik yazılması önerilmiş, ama, yıllar yılı iki sözcük halinde kullanılmış). MİNİ MİNİ BİR SORGULAMA ALANI... Mini, mini mini, minnacık, minik neden küçücük, küçürek, küçümen, ufacık, ufarak varken gereksinme duyulduğunu anlayabilseydim hiç değilse. Batılılaşma tarihimize ilişkin mini mini bir sorgulama alanı. Oysa öteki dili unutmadık aslında: Onu öğrenmedik bile. Ben ‘Dil Devrimi’ne bağlı olanlardan, onun doğruluğuna inananlardan biriyim. Bu konuda ‘dönek’ sayılmamın nedeni, Osmanlıca konusundaki görüşlerimdir. Osmanlıca, ortaöğrenim yıllarında, ikinci dil olarak öğretilmeliydi. Bugün, yalnızca edebiyat alanında değil, tarih ya da toplumsal bilimler çerçevesinde çalışacaklar için de olmazsa olmaz bir araç Osmanlıca; yükseköğrenim çağında öğretilmesini geç buluyorum. Ortaöğrenim yıllarımda iki yabancı dil öğrendim, o dillerin edebiyatlarını otuz beş yıldır rahatlıkla inceleyebiliyorum, oysa Osmanlı edebiyatı bağlamında aynı hâkimiyete hiçbir zaman ulaşamadım şüphesiz, bir ‘araştırmacı’, bir ‘tarihçi’ olmaya niyetlenseydim bu eksiği gidermem çok güç olmazdı, ama bir edebiyat adamının kendi kültürünün geçmişine çok daha rahat süzülebilmesi gerekir. Haftanın kitabı: Hata Devam Ediyor/ Ömer Şşman/ Sardes Yayınları/ 74 s. Erguner Mevlevi Topluluğu Paris’te UĞUR HÜKÜM PARİS Fransa’nın saygın müzik mekânlarından ‘Radio France/Fransız Devlet Radyosu’sunun Olivier Messiaen Konser Salonu tarihi bir gösteriye ev sahipliği yaptı. Süleyman Erguner yönetimindeki 15 kişilik İstanbul Mevlevi Topluluğu, 16971730 tarihleri arasında Galata Mevlevihanesi Şeyhliği de yapmış Kutbı Nayi Osman Dede’nin ( d.?ö.1730 veya 1732) özgün bir bestesini bir ayin üslubu, ciddiyeti ve sadakitıyle yorumladı. Neyzen, besteci, araştırmacımüzikolog, öğretim üyesi ve TRT üst yöneticilerinden Erguner, Osman Dede’nin tasavvuf müziğinde bir dönüm noktası olduğunu ve çargâh makamındaki yapıtın yaklaşık üç yüzyıldan beri ilk defa seslendirildiğini açıkladı. DUYGU VE HAYRANLIK DOLU SAATLER 920 kişilik salonu dolduran Parisli müzikseverlere duygu ve hayranlık dolu bir 2 saat yaşatan İstanbul Mevlevi Topluluğu’nda Süleyman Erguner’in ney ve sesinin yanı sıra enfes bir yorumla Fatih Camisi imamı ve müezzini Ali Rıza Şahin ile Alev Erguner (kanun), Ali Tüfekçi (ney), Hasan Esen (rebabkemençe), Muammer Faruk Salgar (sesbendir), Nusret Yılmaz (sesud), Vahit Anadolu (kudüm) ve 7 semazen (Burhan Katılmış, Cem Kâğıtçı, Devrim Ulgaç, İbrahim Kamil Birlikay, Hasan Oruç, Metin Erkuş ve Ulvi Murad Erguner) yer alıyordu. Bu konseri, tam 40 yıl önce, 1966’da Parislilere ilk kez bir Mevlevi ayini tanıtan babası neyzen, besteci, araştırmacı ve programcı Ulvi Erguner (19241974) ve dedesi üstat Neyzen Süleyman Erguner’e (19021953) adayan torun Erguner, eşi Alev, oğlu Murad ve kızı Neycan ile böyle bir mirası sürdürmekten gurur duyduğunu söyledi. Süleyman Erguner, bir dünya ilki olarak yorumladıkları yapıtın sözlerinin Mevlana Celaleddin Rumi’nin beyitlerinden alındığını ve ayrıca bu çalışmayı şimdiden UNESCO’nun ‘Mevlana yılı’ ilan ettiği 2007’ye armağan ettiklerini belirtti. Süleyman Erguner İstanbul Mevlevi Topluluğu’nun gösterisi ‘Radio France’ın 7 9 Nisan tarihleri arasında düzenlediği, Müzik ve Kutsal’ temalı ‘‘Açık Kapılar Konserleri’’nin kapanış konseriydi. Çingeneler Ganj’dan Thames’e/ Donald Kenrick/ Çev.: Bahar Tırnakcı/ Homer Kitabevi/ 112 s. Bu kitapta yazar, Çingenelerin kökeni hakkında tartışılan teorileri ele alarak başlıyor yapıta. Üç kısımdan oluşan kitabın kalan bölümlerinde ise, Çingenelerin Ganj kıyılarındaki ilk yurtlarından Kannauc’lu Çingene dili uzmanı ve eylemci Marcel Courthiade’ın bir anlatısını içeriyor. Kitabın birinci kısmı ilk kez 1993’Te basılmış ve Çingenece dahil on iki dile çevrilmiştir. Alfred AdlerSosyal Roller ve Kişilik/Dr. Turhan Yörükân/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 184 s. Bu kitapta, Adler’in hayatı ile geliştirmiş olduğu Bireysel Psikoloji sisteminin nasıl iç içe girmiş olduğu; kişiliğini etkilemiş olan olaylarla, sistemine şekil vermiş olan temel kavramların birbiriyle ne derece ilişkili bulunduğu İkinci takma adıyla yazdığı özgün Mayk Hammer maceraları yıllar sonra yeniden yayımlanıyor. AB Süreci mi? Sevr Süreci mi?/Erol Manisalı/Derin Yayınları/ 196 s. TürkiyeAvrupa Birliği görüşme süreci hangi sonuçları doğuruyor? Türkiye 1520 yıl sonra AB’nin üyesi mi oluyor? Türkiye içeri alınmıyorsa nasıl bir bağ kuruluyor? Özel statü adı altında Türkiye nasıl sömürgeleştiriliyor? AKP hükümetinin ‘küreselleşme ve yerelleşme’ politikaları ile yapmak istediği şeyler nelerdir? AB ve ABD ‘Ilımlı İslam Devleti’ formülü ile AKP’ye nasıl bir destek sağlıyorlar? AKP, AB görüşme sürecinden neler bekliyor? Abdullah Gül 1995’te Prof. Erol Manisalı’nın görüşlerine AB konusunda destek vermişti; bugün neden karşı çıkıyor? ‘AB Süreci mi? Sevr Süreci mi?’ adlı kitabında Erol Manisalı, bu sorulara cevaplar sunuyor. işleniyor. Adler, Karen Horney, Erich Fromm gibi YeniFreud’cuları, Freud’dan daha fazla etkilemiş olan bir psikologdur. Onun holistik, egsiztansiyalist ve cognitive psikolojiye yapmış olduğu katkılar, kendisinden sonra gelen Abraham Maslow, Carl Rogers, RolIo May, Julian Rotter ve Bandura gibi kişilik psikologlarını da etkilemiştir. Kitap, Adler’in görüşlerini ve yaptığı etkilerin tam bir panaromasını vermek; psikologlara, psikiyatrlara, öğretmenlere ve psikolojik rehberlik yapanlara, çocuklarıyla ilişkilerinde birtakım problemlerle yüz yüze gelip de çözüm yollarını arayan anababalara ve insan ruhunu tanımak isteyen herkese yardımcı olmak amacıyla hazırlanmış. Kara Nara/ Kemal Tahir/ İthaki Yayınları/142 s. “ ‘Tamam! Yalnız Mayk, ayaklarını öpeyim bu işi ihmal etme!... Gözümün önüne türlü uyuşturucu maddeler, bilhassa Marihuana ile yarı baygın düşürülüp müşterilerin koyunlarına sokulan biçare körpe kızlar geldi’, ‘Hiç merak etme Dor’, dedim, ‘bu geceden tezi yok yumruğum çenelerindedir. Babacan şoförün intikamını da alacağım’. ‘Ömrüne bereket Mayk, Allah senden razı olsun!’” Kitapta, Kemal Tahir’in kaleminden ünlü dedektif Mayk Hammer’ın maceraları yer alıyor. Kemal Tahir’in, F.M. Süleyman Erguner