Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 ARALIK 2006 CUMA ekonomi PARİS’TEN UĞUR HÜKÜM eçtiğimiz günlerde 2007 cumhurbaşkanlığı yarışı için Fransız sağının ağır top aday ve/veya adaylarını resmen açıklaması, iktidar maratonuna yeni bir boyut kattı. Önümüzdeki nisan ve haziran ayları arasında iki turlu yapılacak cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler, yalnızca salt iktidar mücadelesi açısından önem taşımıyor. Siyasal hayatta, daha dar bir ölçekle siyasal oluşumlarda (parti, hatta sendikalar, meslek kuruluşları veya bir takım STK’lar), genellikle lider sultalı, merkeziyetçi ilkel yöntem ve yönetimlerden, katılımcı ve gerçek anlamda demokratik bir işleyişe geçişte Fransa’da yaşadıklarımız, sınırlı da olsa evrensel tartışmaya malzeme getireceğe benziyor... ??? Sağ cenahın en favori siması, iktidardaki UMP Genel Başkanı ve İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy tantanalı fakat epeyce kof çıkan, medyatik bir operasyonla adaylığını açıkladı. Sarkozy 23 Kasım sabahı 18.5 milyon okurlu, 61 taşra gazetesinde aynı anda yayınlanan söyleşisinde özetle, “Ben de varım. Oyunuzu bana verin, sizi size şimdilerde çok çektiren şu koşullardangeçmişten ‘sakin kopma’ ile kurtarayım.” Bitirimhızlı politikacı, gençdinamik işadamı imajlı Sarko (gündelik ağızda bu kısaltmayla anılıyor) bu çıkışla sayısız kuş avlamayı hedefliyordu. Herkesin önceden adı gibi bildiği adaylığını, yerelbölgesel gazeteler aracılığıyla resmileştirerek “Derin Fransa”ya, yani sokaktaki ortalama vatandaşa ne kadar “yakın” (!) olduğunu kanıtlayacaktı. Söyleşide temel argüman olarak kullandığı, “Fransızlarla kurmak istediğim (yep)yeni ilişkiyi iki sözcükle özetlemek isterim: Güven ve saygı” ifadesiyle aşırı sağ ve merkez sağdaki potansiyel oylara hitap edecekti. Son zamanlarda bizzat eşi Bernadette Chirac ve siyasi yakınları tarafından lanse edilmek istenen Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın yeniden adaylığı, epeyce yıpranmış olmasına rağmen, parti içinde değilse bile kamuoyunda belirli bir sempati potansiyeline sahip Başbakan Dominique de Villepin’in olası adaylıklarının önünü almış olacaktı. Kamuoyu yoklamaları Fransızların, sosyalist aday Segolene Royal’i sırf kadın oluşundan ötürü de tercih ettikleri gerçeğini ön plana çıkarınca, Villepin hükümetinin Savunma Bakanı, Sarko karşıtlığıyla tanınan Michele AlliotMarie’nin de ciddi aday adayı olarak kulislerde adı geçmeye başlamıştı. Parti örgütünün ezici çoğunluğuna egemen olduğuna inanan Sarko içerde en küçük bir “parçalanmaya” mahal bırakmamak için atağa geçti. Adaylık başvuruları 31 Aralık’la sınırlanırken o kendi adaylığını kamuya mal ediverdi. 23’ü sabahı sadece taşra gazetelerinde değil tüm basın yayın organlarında boy gösteren hazret, 23’ü akşamı televizyonun en popüler ve prestijli tartışma programının da konuğuydu. Tam kendisinden beklenen, çok “başarılı” bir performans sergiledi. Genelde 1.5, istisnai olarak 2 saat süren kamu kanalındaki (F2) bu programda, 3 saat süreyle tam bir “Sinek Sıklet Dünya Şampiyonu” boksör edasıyla sıçradı, döndü, vurdu; zıpladı, dans etti, vurdu. Bu operasyonlarda kaç tane kuş avladı veya kafesledi biraz biliyoruz. Ancak her durumda (ufak tefekliğine bakmadan) bütün haşmetiyle “sahnenin” önüne çöküverdi... ??? Sarko, UMP ve İçişleri mekanizmalarını kullanarak son anda 61 taşra gazetesinden 5 gazeteciye önceden hazırlanmış sorucevaplarla, oldubitti bir söyleşi sunmuş ‘Ulusal banka kalmayacak’ uyarılarına kulaklar tıkandı. Sektördeki yabancı payı yüzde 30’ları da aştı Kasanın kilidi de damatta “Siz satın, biz alalım” mantığıyla, IMF ile ilişkili ülkeler, bankalarını birer birer uluslararası finans devlerine teslim ederken gelişmiş ülkelerde bankacılık sektöründe yabancıların ağırlık kazanmasına izin verilmiyor. Türkiye’de ise uzmanlara göre kontrolü kaybettik. Necdet ÇALIŞKAN milyonluk nüfus, hızlı büyüme rakamları, kredi talebindeki patlama gibi nedenlerle BNP, Fortis, General Electric, Unicredit, Dexia, Citigroup gibi dünya devlerinin yanı sıra Yunanistan’dan NBG, Eurobank, Alpha Bank gibi bankaların akınına uğrayan Türkiye’de, yabancı payı “SOS” veriyor. AB başta olmak üzere gelişmiş ülkeler, bankacılıkta yabancılara geçit vermemeye özen gösterirken Türkiye’de 2001 krizinin ardından yüzde 3’ü geçmeyen yabancı payı borsadaki paylarıyla birlikte yüzde 30’ları da aştı. AKP hükümeti, devletin finans alanındaki düzenleyici ve denetleyici kurumları olan BDDK ve SPK’nin “Bankacılıkta artık yabancı payını tartışma zamanı geldi” uyarılarına kulağını tıkamaya devam ederken uzmanlar ve raporlar uyarıyor: “Bankacılık bizim olmaktan çıkıyor.” Kriz yıllarının ardından düşen faizle enflasyon ve YTL’nin değerlenmesi, Türk bankalarını da uluslararası finans çevrelerinin dikkatini çekecek ölçüde büyümesini sağladı. Toplam aktifleri eylül ayında 461 milyar YTL’ye çıkan bankacılık sektörünün dönem net kârı ise yüzde 107 artışla 8.4 milyar YTL’ye yükseldi. HSBC, Bank Europa, Finansbank, Şekerbank, Denizbank, Fortisbank, Tekfenbank ve MNG Bank’ta yabancılar hâkim ortak konumunda bulunurken Morgan Stanley ve Lehman Brothers, Türkiye’de temsilcilik açmak için sıraya girdi. Yabancı payının dikkatli ele alınması gerektiğini belirten Ekonomist Uğur Civelek, sektörde artan yabancı ağırlığını şu şekilde değerlendiriyor: “Bu konuya iki noktadan bakılabilir. Birincisi, sermayenin milliyeti olmaz. İkincisi ise Türkiye’deki bankaların yabancılaşması, bu bankaların Türkiye’ye Batı’nın gözüyle bakması sonucunu doğurabilir. Bu tehlikeli bir durum. Yabancı payına sınır konulmalı. Ama bunu ne siyasiler ne de bankacılar istiyor. Örneğin İtalya’da yabancılaşmaya izin verilmiyor. AB de muhazafakâr bu konuda. Bizse kontrolü kaybettik. Bu durumdan çıkmak lazım. Eğer çıkamazsak, bankacılık sektörü bizim olmaktan çıkar.” 10 Şubat’tan bu yana 14 milyar dolarlık yabancı sermaye, Türk bankacılık sektörüne girdi. İstanbul Borsası’nda işlem gören Akbank, Alternatifbank, Denizbank, Finansbank, Garanti Bankası, İş Bankası, Şekerbank, TEB, Tekstilbank, Vakıfbank, Yapı Kredi Bankası hisselerinin önemli bölümün de yabancı yatırımcıların elinde olduğu dikkate alındığında oran yüzde 30’ları aşıyor. Pazarda yüzde 8’lik paya sahip olan Halkbank’ın özelleştirilmesi durumunda yine yabancı finans devlerinin kıyasıya rekabetine sahne olması bekleniyor. Yabancılarla ortaklık görüşmeleri yürüten Oyakbank’ın satışı da bir hafta içinde netleşecek. Bu bankaların da yabancılara gitmesi durumunda sektördeki yabancı payının yüzde 50’yi aşabileceği belirtiliyor. Piyasa Yapıcılığı Sistemi’ni de derinden etkiledi. Hazine 2007 için piyasa yapıcısı olarak şu bankalar uygun görüldü: “Akbank, Deutsche Bank, Finansbank, Fortisbank, HSBC Bank, Oyakbank, Garanti Bankası, Halk Bankası, İş Bankası, Vakıflar Bankası, Ziraat Bankası, Yapı ve Kredi Bankası.” Böylece özellikle kriz zamanlarında ekonomide belirleyici rolü bulunan 12 bankadan oluşan sistemde sadece 4 banka (İş Bankası, Vakıfbank, Ziraat Bankası, Halkbank) yerli kalabildi. Sarkozy ve Kat(ma)mak (?) C 9 Polonya’da ulusal banka kalmadı G 70 S on yıllarda yabancı bankaların akınına uğrayan ülkelerin başında Arjantin, Brezilya, Şili, Kolombiya, Meksika, Peru, Venezüella, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polanya gibi gelişmekte olan ülkeler geliyor. Bu ülkelerden Polonya ve Meksika’da 1990’da binde 1’lerle ancak ifade edilen yabancı payı, 2000’li yıllarda yüzde 90’ları buldu. Hatta bu süreçte örneğin Polonya’da ulusal banka kalmadı. IMF kontrolündeki (Estonya, Meksika, Polonya, Arjantin, Slovakya...) ülkelerde yabancı bankaların sektördeki payı oldukça yüksek seviyeleri zorlarken AB başta olmak üzere gelişmiş ülkelerde oranın yasal bir sınırlama olmamasına karşın yüzde 20’yi geçmemesi dikkat çekici. Almanya’da yabancı sermaye payı yüzde 5, İtalya’da yüzde 8, İspanya’da yüzde 10, Hollanda’da yüzde 11, Danimarka’da yüzde 17, Avusturya ve Fransa’da yüzde 19, Yunanistan’da yüzde 20. IMF bile ülkeleri uyarıyor tarafından yapılan “Yoksul Ülkelerde IMF Yabancı Bankalar” çalışması da yoksul ve gelişmekte olan ülkelerde artan yabancı ilgisinin her zaman “olumlu” sonuçlar doğurmadığına dikkat çekiyor. Hatta yapılan araştırmaya göre yabancı bankaların artışı, iddia edilenin aksine ekonomik büyümenin önünde bir engel oluşturabiliyor. Aralarında Türkiye’nin de olduğu 60 ülkeyi kapsayan ve kasım ayında yayımlanan çalışmadan çıkarılan temel sonuçlar şöyle: Merkezlerine bağımlı hareket eden yabancı bankalar, uluslararası standartları karşılayamayan yerel şirketlere kredi vermekten kaçıyor. Yeni şube açmakta isteksiz davranan yabancı bankalar, genişlemelerini sadace satın alma yoluyla gerçekleştiriyor. Yabancı banka varlığı arttıkça, kredi hacmi daha sığ oluyor ve kredi büyümesi yavaşlıyor. Yabancı bankalar, çokuluslu şirketlere, büyük yerli şirketelere ve kamu kurumlarına verdiği kredileri arttırırken küçük ve orta boy işletmeler kaynak bulmakta zorlanıyor. Bu da KOBİ’lerin sistem dışına itilmesine neden oluyor. Kriz durumlarında yabancı bankalar ülkeyi terk etmeye meyilli. Yabancı bankaların gözde müşterisi daha az riskli buldukları üst gelir grubundaki müşteriler. asım ayı enflasyon oranı açıklanacak. CNBCe anketinin TÜFE’de yüzde 1.22, ÜFE’de yüzde 0.55 artış öngörüsü gerçekleşirse 2006’yı iyimser beklentilerle kapatabileceğiz. Kaldı ki OECD’nin beklentileri de şaşılacak derecede iyi. Büyümenin 2007’de yüzde 5.5, 2008’de de yüzde 6 olarak gerçekleşeceğini… TÜFE’nin 2006’da yüzde 9.6, 2007’de yüzde 7.9, 2008’de de yüzde 5.7’ye gerileyeceğini öngörmekte. Anlayacağınız, ne cari açığın GSYH’nin yüzde 9’unu bulması moralimizi bozacak ne de açığın finansman kaynağı olan özel sektör borçlanmaları!.. İyimserliğin bir nedeni de uluslararası düzeydeki veriler. 2000’deki çöküşle karşılaştırılınca dünya ekonomisinin toparlandığı bile söylenebilir. Bunda ABD’de hane içi tüketim harcamalarıyla birlikte enflasyonla ilgili beklentilerdeki gerilemenin de etkisi var. OECD’nin ABD ekonomisi için 2006 yılı büyüme tahminini yüzde 3.6’dan yüzde 3.3’e indirmesi, 2007 için yüzde 2.4’lük, 2008 içinse yüzde 2.7’lik büyüme öngörmesi, beklentileri şimdilik de olsa etkilememiş gibi gözüküyor. Gelin görün ki, OECD üyesi ülkeler K GÖZ UCUYLA TÜRKEL MİNİBAŞ Enflasyonun Düşmesi İyimser Olmaya Yetmiyor! gerileme tüketim harcamalarının düşmesini, dolayısıyla enflasyonun gerilemesini sağlıyorsa da… İşsizliğin de arttığını gösteriyor. Kasımda işsizlik maaşı almak için başvuranların bir haftada 6 kat artarak 12 bine ulaşması, III. çeyrekteki binde 2’lik küçülmenin etkisini yeterince açıklamakta. III. çeyrek Avro alanında yatırım yapanlar içinde önemli bir gösterge. Zira, bölge ülkeleri ikinci çeyreğe göre binde 4 küçülerek ancak yüzde 0.5 seviyesinde büyüyebildi. Başta Almanya, İtalya olmak üzere birçok gelişmiş AB ülkesinde işsizlik artıyor. Sendikalar işten çıkarmaların önüne geçmek için aynı ücrete fazla mesai yapılmasını kabul ederken sosyal güvenlik kazanımlarından fire veriyorlar! Kısacası, dünyanın iki büyük ekonomi blokunda makro ekonomik dengeler yerine oturmuş değil. Bu da yeni kaynak arayışlarının yani GOP bölgesindeki paylaşımın devam edece de küçülmenin yüzde 0.5’le III. çeyrekte de devam ederek yıllık bazda ancak yüzde 0.3 büyümüş olmaları iyimser olmayı zorlaştırmakta! Zira ekonomilerin küçülmesi, Türkiye benzeri ülkeler açısından dış talebin de gerilemesi yani rekor üstüne rekor kıran ihracatın daralması demek.! III. çeyrek kesin bir belirleyici olmasa da ABD ve AB’deki küçülmenin ne denli sürekli olacağını; dolayısıyla azgelişmiş ülkelerin ihraç mallarına olan dış talebin küçülmeden nasıl etkileneceğini göstermesi açısından çok önemli. Özellikle de yatırımcının 2007 için yapılan öngörülerin ne denli gerçekçi olduğunu anlayabilmesi ve de… Küresel savaşın süresini tayin edebilmek için önemli. Ne var ki: ABD siyasetinin içeride ve dışarıda güçlü ekonomi görüntüsü çabalarına rağmen ABD ekonomisi küçülüyor. Her ne kadar büyüme hızındaki ğini göstermekte. OECD’nin ekonomistlerinin Türkiye gibi azgelişmiş ülke ekonomilerine methiyeler düzmesi... Küresel talebi canlı tuttukları sürece ABD ve AB’deki yavaşlamanın endişelenecek yanı olmadığını... Hatta, her iki ekonominin de bu yolla yeniden dengeye kavuştuğunu ileri sürmeleri de zaten bu nedenle! OECD Başekonomisti JeanPhilippe Cotis’in iyimserliği ne kadar gerçekçidir zaman içinde göreceğiz ama... OECD’nin 2007 ve 2008 için öngördüğü yüzde 4’lük enflasyon hedeflemesi ve işgücü düzenlemelerinin esnekleştirilmesini istemesi ultra sıkı para politikalarının gündemde olduğunu göstermekte. Kısacası... 2007 için ne kadar umutlanırsanız umutlanın, dünya ekonomisinin yeniden dengelenmesi ABD ve AB’deki daralmanın durdurulmasıyla eşanlamlı olacak. Bu da bizim gibi ülkelerde öncelikle emeklilik, iş güvenliği, asgari ücret gibi emekle ilgili alanların daha da liberalleştirmesine; enerji ve madenlerini gelecek hesabı yapmadan kullanıma açmaya devam etmesine bağlı. Ne diyeyim, haydi hayırlısı! turkmini@superonline.com www.turkelminibas.net tu. Metinlere önceden ulaşan sol liberal eğilimli gündelik “Libération” gazetesi söyleşiyi internet sitesinde, bir gün önce akşam üzeri yayımlamıştı bile. Ertesi gün çoğu gazete epeyce konuya değiniyordu. Olayı protesto eden meslek kuruluşları ve sendikaların tepkileri fazla gürültü koparmadı, ancak söz konusu taşra gazetelerinin ezici bir çoğunluğu Sarko’yu beklediği kadar “manşet”e çıkarmadı, çıkartamadı. Sarko, DeGaulle değil, devir artık 4. Cumhuriyet hatta 70’li, 90’lı yıllar değildi... Akşamki televizyon programında, sunucusu Arlette Chabot’nun entelektüel dürüstlüğü ve meslek ahlakına gölge düşürmeyecek dozda bir “danışıklı dövüşe” tanık olduk dersek pek yanılmış olmayız. Sarko zaten çok iyi bir hatip ve polemik ustası. Yayın sonrası sıcağı sıcağına bir ilk yoklamaya göre, seyircilerin yüzde 70’i Sarko’yu ikna edici bulmuşlardı. Nereye kadar? 30 Kasım’da yayınlanan geniş çaplı bir başka kamuoyu araştırması, Segolene’nin adaylığına sempatiyle bakanların sayısının 6 puanlık artışla yüzde 61’i bulduğunu, Sarko’nun 2 puan düşüşle yüzde 48, aşırı sağcı ve milliyetçi lider JeanMarie Le Pen’in de yüzde 18 olduğunu gösteriyordu. Geçtiğimiz pazar günü kamu televizyonu için yapılan farklı bir araştırmaya göre, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu bu hafta sonu düzenlense iki favori aday yüzde 50–50 başa baş gözüküyorlar, Segolene kıl payı önde olsa bile... ??? Şimdiden sayıları 40’a ulaşan cumhurbaşkanı adaylarının büyük bir çoğunluğu kişisel ya da küçük dernek veya kuruluşların sesini duyurmaya çalışan adaylar. Solun solu (5 aday etrafında bölünmüşlükleri sürüyor), Sosyalistler, UDF (merkez liberal sağ), UMP (geleneksel sağ diyebiliriz) ve aşırı sağ adaylar dışında siyasi ve sosyal yaşamı etkileyebilecek adaylardan konuşmak zor. Örgütünün 300 bin üyeyle Fransa’nın en kitlesel ve büyük partisi olduğunu savunan UMP Genel Başkanı, olası diğer aday adaylarına tanıdığı (!) süreyi takip eden iki haftada düzenlenecek “bölgesel forumlar”da “280 önerisi”nin tartışılacağını duyurdu. Başkan 280 önerisinin temelinde yatan projenin, 150 parlamento üyesi ve 750 uzmanın işbirliğiyle hazırlanmış 20 ay süren bir çalışmanın ürünü olduğunu, 18 ayrı “konulu konvansiyon”da inşa edildiğini belirtiyor. “Üstüne üstlük bu projeye üyelerimizden 110 bin, internet aracılığıyla da dışardan 360 bin katkı gelmiştir” diyor. UMP genel merkezinden verilen bilgiye göre, bu proje, tabana kayıtlı 291 bin 461 üyeden 145 bin 923’ünün oyuyla 20–26 Kasım arasında onaylanmış. Son olarak 14 Ocak’ta toplanacak olağanüstü kurultayda, UMP, olası adaylar arasından partinin cumhurbaşkanlığı adayını seçecek. Sol veya muhalefet değil, bizzat UMP iktidarı başbakanı Villepin yanlıları, parti içinde olup bitenleri ve olacakları, “Sarkozy imzalı ‘önceden mühürlü’ işlemler” diye niteliyorlar. Ama kağıt üstünde, ama somutta, “geleneksel sağ” içinde yaşananlar bile, ne denirse densin, siyasi yaşamda dönüşü olmayan bazı olgu ve kavramların, yöntem ve değerlerin, hiç olmazsa birer toplumsal ahlak normu olarak gündeme geldiğinin kanıtıdır. Gerisi, örgütlerin üyesini, bünyesini ve seçmenini oluşturacak bireylerin, kolektif gücün bilinç ve davranışına bağlı... Başkan saltanatı, lider sultası yaşayanlara ithaf edilir... ugur.hukum@gmail.com Yatırımcının gözü Türkiye’de Ekonomi Servisi Almanya’nın en büyük bankalarından biri olan Commerzbank’ın iştiraki Eurohypo’nun Yönetim Kurulu Başkanı, Üst Yöneticisi (CEO) ve Commerzbank Yönetim Kurulu Üyesi Bernd Knobloch, Eurohypo’nun, 2007 sonuna kadar Türkiye’ye 1.5 milyar Avro getirmeyi düşündüğünü açıkladı. Eurohypo Türkiye Temsilciliği’nin açılışı dolayısıyla İstanbul’a gelen Knobloch, Avrupa ve Türkiye için İstanbul’un önemli bir finans merkezi haline geldiğini kaydederek “Pek çok yatırımcı Türkiye’yi hedeflemiş durumda. Biz de burada yer almak istedik. İstanbul bizim için en önemli Avrupa pazarlarından biri, burada çok büyük potansiyel var’’ dedi. Knobloch, Türkiye piyasasının çok hareketli olduğunu, her hafta yeni bir kontrat imzaladıklarını belirterek Eurohypo’nun kısa dönemde Türkiye için 161.5 milyon Avro tutarındaki ilk sendikasyon kredisini kullandıracağını, güncel olarak 240 milyon Avro’ya yakın finansman desteği görüşmelerini de sürdürdüklerini anlattı. Knobloch, Türkiye’ye gözlerini dikmiş yatırımcılarla çalıştıklarını, Türkiye içinde KOBİ’lerle değil, büyük şirketlerle çalışmayı düşündüklerini kaydetti.