06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 OKURLARA İBRAHİM YILDIZ C olaylar ve görüşler 8 ARALIK 2006 CUMA Batı Atatürk’ü Niye Sevmez? tatürk Batı’yı, çağdaş uygarlığı hedefledi. Fakat Batılılar Kinross gibi birkaç tarihçi ve yazar hariç Atatürk’ü ve Kemalizmi hiçbir zaman sevmediler. Bugün de Avrupa, Türkiye’de Kemalizmi “gericilik” olarak tanımlayan “liberal düşünce derneklerini” besliyor. Niçin? Kurtuluş Savaşı döneminde Batı emperyalizmi dincilerle ve Osmanlı liberalleriyle el eleydi. Türkiye tarihi tekrar yaşıyor. Emperyalizme karşı koyup galip gelen Mustafa Kemal’i Batı sanki affetmedi. Muhafazakârlar, Hıristiyan demokratlar Türkiye’nin Batılı olmak istemesini hazmediyorlar. Bu doğaldır. Fakat kendi ülkelerinin emperyalist tarihinden utanç duyan, Türkiye’ye karşı ırkçı kökenli önyargılar beslemeyen aydın, liberal ve sosyal demokrat Avrupalıların Atatürk’e yabancılıkları, neredeyse düşmanlıkları, ilk bakışta daha şaşırtıcı. Bu yabancılık demokratik “duyarlılıktan”, Atatürk’ün “diktatör” olarak görülmesinden kaynaklanıyor demek de bilmeceyi çözmez. “Aydın” Avrupa’dan laikliğe sahip çıkması, dolayısıyla Kemalizmin de aydınlanmacı özüne değer vermesi beklenir. Liberal Batı’nın Atatürk karşıtlığı irdelendiğinde bunun aslında Batı’nın kendi kimlik krizinden kaynaklandığı ortaya çıkar. Radikal İslamın meydan okuması Avrupa’da aydınlanmanın, modern Avrupa’nın köklerinin sorgulanmasına yol açtı. Uygarlıklar çatışmasından ürken aydın Avrupalılar çareyi dincilikle uzlaşmada arıyorlar. İslamcıların eğitim, giyim gibi konulardaki talepleri anlayışla karşılanıyor. Laikliği “köktencilik” diye tanımlayan, türbanın kadınları “özgürleştirdiğini” savunan liberallerin ve sosyal demokratların sayısı hiç de az değil. Orhan Pamuk’un Nobel ödülü de bu bağlamda anlamlı. Türkiye genelde Pamuk ve Nobel’i Ermeni konusuna endeksledi. Tartışmalar yazarın Türk milliyetçiliğine düşmanlığına ve ek PENCERE İnsana Layık Değil... imi zaman şu çivisi çıkmış dünyayı çekip çevirmek için formüller bulunur. Komünizm beğenmediyseniz sosyalizm gizemli bir buluştu; ileri sürülen savlara bakarsanız, inanırsanız, insanlık hep birlikte köşeyi döndü, dönüyordu... Düşünmesi kolay!.. Almanya’nın ortalık yerinden ta Japon adalarının kıyılarına dek kuzey yarımküresinde sosyalist ülkeler üzerinden yürümek olanağı vardı... Düş değil.. Eski deyişle hayal değil.. Palavra değil.. Burjuva sınıfı yok.. Sermayedar yok.. Kamu var.. Özel yok.. Sonra ne oldu?.. Eski deyişle ‘tabir caizse’ 1991’de gong vurdu tümü birden gümbür, gümbür, gümbür, gümbür... ? Şu garip dünyamızda kimileri sevinçten öleyazdı... Eşitliğe boş ver... Sosyalizm tu kaka... Komünizm?.. Kulaklarım duymasın... Sosyal adalet?.. Haydi canım sen de! Peki, ne var, ne geçerli ve de ne egemen bundan sonra insanlıkta?.. Neoliberalizm!.. Türkçesi ne bunun?.. Para.. para.. para!.. ? Çok geçmedi, ben diyeyim on, siz deyin on beş sene bile yaşanmadan şu kavanoz dipli dünya yaşanmaz duruma düştü... Bir 68’li tanıyorum... 68’de sosyalistti.. Sovyetler yıkılınca kafayı değiştirdi, döndü; hazret dün sapına kadar komünistken bu kez de sapına kadar neoliberal olmaz mı?.. Geçen sefer tutkusu gerçekleşmemişti... Bu kez de tutkusu tutacağa benzemiyor... İnsanlık rezalet, kepazelik, ahlaksızlık, acımasızlık, acı, düzensizlik, merhametsizlik, adaletsizlik üzerinde dörtnala koşturan cehennemin canavarlarıyla altüst olmuş bir canlı coğrafya gibi dalgalanıyor... Patron Amerika, bu coğrafyanın tepesinde tepiniyor... ? Cehennemin canavarlarıyla dünyanın insanlığı yönetilemez... 1991’de girilen süreçte ‘Küreselleşme’nin içeriği belli olmuş, ‘Yükselen Değerler’ alçalmış, ‘Yeni Dünya Düzeni’ kurulamamıştır... Dünya egemeninin çapı ne olursa olsun, bu düzeni sürdürmeye gücü yetmeyecektir... İnsan böyle bir düzene layık değil!.. ‘Küreselleşme’nin içeriği belli olmuş, ‘Yükselen Değerler’ alçalmış, ‘Yeni Dünya Düzeni’ kurulamamıştır... Dünya egemeninin çapı ne olursa olsun, bu düzeni sürdürmeye gücü yetmeyecektir... İnsan böyle bir düzene layık değil!.. AB, Papa, Pepe... vrupa Birliği Komisyonu’nun Türkiye’yle müzakereleri kısmen askıya alma önerisi Türkiye’de yeterince tepki görmedi. Yabancı basın Türk medyasının önüne geçerek ciddi yorumlar yaptı. The Economist, “Türkiye’nin tren kazası. Enkazdan neler kurtarılabilir?” başlıklı yazısında, “AB, ılımlı İslamcı hükümet için askeri müdahaleye karşı koruma sağlıyor. Ordu için laikliği güvence altına alıyor. İş dünyası için piyasa reformunu sağlamlaştırıyor. Kürtler için azınlık hakları vaat ediyor” yorumunu yaptı. The Guardian gazetesi ise “Avrupa kapıyı kapatıyor” başlıklı yazısında, Avrupalı liderleri eleştirdi. Financial Times gazetesi ise “Türkiye ve AB Kıbrıs tarafından rehin alındı” başlıklı yazısında şu yorumu yaptı: “Laik ordu ile halk desteğini yitiren hükümeti bir arada tutan tek unsur AB’dir.” ??? Papa 16. Benedikt’in Türkiye ziyareti AB’nin Türkiye’yle ilgili kararına denk geldi. Ankara, İzmir ve İstanbul’u kapsayan ziyaret hem içte hem de dışta büyük ilgi gördü. Okurlarımızın dikkatini çekmiştir. AB haberlerinde olduğu gibi Papa’nın ziyaretinin gerçek amacını ortaya koyan yine gazetemiz Cumhuriyet oldu. Papa Türkiye’ye gelirken “Laikçilik çıkmaz yoldur” dedi. Ardından Fener Rum Patriği Bartholomeos ile imzaladığı ortak deklarasyonda, Türkiye’nin laik yapısını görmezden geldi. Türkiye’nin ekümeniklik konusundaki hassasiyetine karşın Papa, “Ekümenik Patrik” ifadesinin altına imzasını attı. Papa’nın laiklik kavramını küçümseyerek yeni tanımlar üretmeye çalışmasına tepkiler de yine yalnızca Cumhuriyet gazetesinde yer aldı. Arkadaşımız Nilgün Cerrahoğlu, 16. Benedikt’in Türkiye’yi yeni bir laiklik yorumuna davet etmesinin İtalya’daki yansımalarını haberleştirirken önemli bir gazetecilik örneği gösterdi. ??? Ormanların, kıyıların yağmalanmasını Cumhuriyet gazetesi yıllardır gündemde tutmuştur. Son günlerde ortaya çıkan “Acaristanbul” olayı ile Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe manşetlerde yer almaktadır. Yağmaya izin verip ardından ortaya çıkmak AKP’nin bu işlerden sıyrılması anlamına gelmez. Yağmacılığı bir kez daha gözler önüne sermek için arkadaşımız Miyase İlknur’un “İstanbul Ormanları nasıl yağmalandı” yazı dizisini bu hafta yayımlayacağız. A Halil KARAVELİ (*) Türkiye’nin Kemalist deneyinin tepeden inme aydınlanmanın sert, dinci tepkilere yol açarak sonuçta başarısız olacağını ispatladığını söyleyen Avrupalı liberal aydınlar, dinciliğin İslam coğrafyasında en güçlü olduğu yerlerin tam tersine aydınlanmadan hiç nasibini alamamış yerler olduğunu göz ardı ediyorlar. Oysa Türkiye’nin sorunları aydınlanma devriminin sözde aşırılığından değil, Atatürk’ün başlattıklarının arkasının getirilmemiş olmasından kaynaklanıyor. sik tarih bilgisine takılı kaldı. Halbuki Nobel’i veren İsveç, Pamuk’ta “Avrupa’nın kaderini biçimlendirecek soruya”, İslamla ilişkiye yanıtlar arıyor ve bulduğunu düşünüyor. Hayatı boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun kaybolmuş olmasının yarattığı hüznü yaşadığını yazan, Cumhuriyet’in içini boş bulup kendisini bir “Osmanlı” olarak tanımlayan Pamuk, İsveç aydınları için İslami geleneklerle Batı arasında köprü kurma umudunu canlandırıyor. Radikal aydınlanmacı Cumhuriyet yerine çare muhafazakâr Osmanlı mirasında aranıyor. İsveç Orhan Pamuk’u şöyle okuyor, şu dersi çıkarıyor: “Tepeden inme” bir aydınlanmanın başarıya ulaşması mümkün değildir; tam tersine uzun yıllar kendilerini hissettirecek olumsuz etkiler doğurur, özellikle dini ve tarihi miraslarından mahrum bırakılan insanlar ve ülkeler kimlik boşluğuna, “hüzne” mahkum edilirler. Türkiye’nin Kemalist deneyinin tepeden inme aydınlanmanın sert, dinci tepkilere yol açarak sonuçta başarısız olacağını ispatladığını söyleyen Avrupalı liberal aydınlar, dinciliğin İslam coğrafyasında en güçlü olduğu yerlerin tam tersine aydınlanmadan hiç nasibini alamamış yerler olduğunu göz ardı ediyorlar. Oysa Türkiye’nin sorunları aydınlanma devriminin sözde aşırılığından değil, Atatürk’ün başlattıklarının arkasının getirilmemiş olmasından kaynaklanıyor. Radikal İslamla uzlaşma arayan, yolunu şaşırmış liberallik ve “ilericiliğin” yanı sıra laiklik konusunda militan bir yaklaşım sergileyen başka bir Avrupa liberalizmi de var. Fakat bu tür liberaller, örneğin Hollandalı Ayaan Hirsi Ali gibiler, aynı zamanda Ortadoğu’da Amerika’nın artık fiyaskoya uğramış emperyalist macerasına destek vererek Batı ve İslam dünyası arasında laiklik aracılığı yapma şansını yitirdiler. Dolayısıyla Atatürk’ün hedeflediği, bağımsız ve çağdaş Türkiye’yi düşleyenlerin Avrupa’da el ele verebilecekleri bir fikir akımı veya siyasal güç yok. Türkiye’nin bulunduğu tarihi yol ayrımında, Atatürk’ün bağımsızlığa asıl neden önem verdiğini anımsamakta, sözlerini kılavuz yapmakta yarar var: “Bu hatveleri (çağdaşlık yolunda adımları) doğru ve muayyen bir istikamet dahilinde atabilmek için, kendi mukadderatımıza kendimiz sahip ve hâkim olmak mecburiyetindeyiz.” (* ) İsveç, Östgöta Correspondenten gazetesi başyazarı. A K Ulustan Ümmete arip günler yaşıyoruz. Bir “profesör”, “Kemalizm ilerlemeye değil gerilemeye tekabül eder” ve “AB sürecinde neden bu adamın (Atatürk’ün) her yerde resimleri ve heykelleri var diye tartışmalıyız” diyerek “ifade özgürlüğünün” gereğini yerine getiriyor. “Profesör”, Latince “professore” kökünden türemiştir; anlamı da “bildiğini açık ve seçik ifade etmek”tir. Bizim koşulsuz AB savunucuları, bu anlama sıkıca sarılabilirler. Ama şunu da göz önünde bulundurmalılar: Yukarıda geçen, “bildiğini dile getirmek” ifadesini anlamlı kılacak koşul “bilmek”tir. Bilmek için önce merak etmek, daha sonra hiçbir etki altında kalmadan araştırmak, araştırırken eleştirmek; eleştirirken de bildiğini yeniden gözden geçirmek gerekmektedir. Bilgiyi bilgi yapan bir başka durum da; veri ve belgeye G Ali BULUNMAZ ulaşmak, eldeki veri ve belgeleri doğru okumaktır. Tüm bunlardan sonra, bilgiden fikir üretilebilir. “Profesör fikrini söylemiştir, bu ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir” savını dile getirenler, durup bir dakika düşünmelidir: AB’den ve Soros’un Avrupa’daki kuruluşlarından “ifade hakkı ve özgürlüğü” için fon alanlar, nasıl olur da yansız ve özgür fikir beyan edebilir? Geçenlerde ABD Dışişleri Bakanlığı’nın özgürlükler temsilcisi John Hanford, “Türkiye’de kadınların türban takma hakkını savunduk” demedi mi? Bu söylem, “Toplumu kendi görüşleri doğrultusunda şekillendiren ve toplum üzerinde baskı kuran dinci partilere destek verdik” anlamına gelmiyor mu? Ama “hoşgörü” gösterelim, üstünde durmayalım! Washington’daki İslami Çoğulculuk Merkezi Başkanı Stephen Schwartz, The Weekly Standard’daki makalesinde “Türkiye radikal laik bir ülkedir; laikliği militanca korumanın gereği yoktur” diye yazmadı mı? Ilımlı İslam projesinin temeli, bu değil mi? Fakat gerginlik yaratmayalım, bunları dile getirmeyelim! “Profesör” Atilla Yayla, “Kemalizm ilerlemeye değil, gerilemeye tekabül eder” diyor, doğru. Ama kim içindir bu gerileme? Devletin kurumlarını kuşatan dincilerin; “kadın parkı” yapanların ve içki yasağına yönelik kırmızı çizgi çekenlerin; “kâr paylı” tokatlarıyla tarikatticaretsiyaset ilişkisini zirveye çıkaranların; televizyon ve radyolarda hurafelerle topluma “yol gösterenlerin”; üfürükçülerle “gol orucunu” bozan futbolcuların; Milli İyi haftalar... Eğitim Şurası’nda, imam hatip mezunlarına kendi alanları dışında, üniversitelerin diğer tüm bölümlerine girmelerine olanak sağlayacak “katsayı tavsiyesi” veren Bediüzzaman hayranı bakan ve bürokratlar ile “İrtica tehdidi yoktur” diyen, “aydın” ve “yazarların” amaçlarına yönelik çalışmaları gerileten bir harekettir Kemalizm. Kemalizm, kadını ikinci sınıf vatandaş olmaktan kurtaran, çağdaş bilimsel ve eleştirel eğitime ön ayak olan, bir toplumu uluslaştıran; teokratik düzenden, laik ve aydınlanmacı bir yönetime geçişi savunan ve bu yönetimi esas alan bir düşünce yapısıdır. Bu anlamda Kemalizm, Osmanlı özlemiyle yanıp tutuşanlar ve toplumu yeniden ümmete dönüştürmeye çalışanlar için bir gerileme demektir; dinci ve emperyal görüşleri kuşatan ve kulu, birey haline getiren bir aydınlanma hareketidir. Nobel, Bilimsel Kişilik ve Etik Değerler O tuz yıl önce, 1976’da, Milton Friedman Nobel Ödülü’nü aldığında da bu başlık altında Cumhuriyet’te bir yazım yayımlanmıştı(*). Kısa bir süre önce bir Türk yazarın Nobel ile ödüllendirilmesi ve birkaç gün önce de Friedman’ın yaşama veda edişi nedeniyle konuya yeniden bir göz atmakta yarar görüyorum. Amerikalı profesörün kimi özellikleri, Nobel kararlarının yerindeliğini sorgulamayı haklı çıkaran başlıca etmendir. Bir kez, ülkesinin en ünlü üniversitelerinde yıllardan beri öğretim görevi yapan Friedman’ın; ekonomi biliminin fiyat kuramı, tüketim, para, enflasyon ve istikrar politikası gibi temel konuları üzerine yazılmış önemli yapıtları vardır. Ve bu kitaplarda yer alan görüşleri kapitalist ülkelerin devlet ve siyaset adamlarına ışık tutmuş, öğrencilerini, siyaseti ve piyasa yaşamını geniş ölçüde etkilemiştir. Friedman’ın ikinci özelliği, tutucu bir iktisatçı olması, adının liberal ekonomi ve kapitalizm ile hemen hemen özdeşleşmiş bulunmasıdır. Adam Smith’in bireye sınırsız girişim özgürlüğü tanıyan, toplumu önemsemeyen öğretisinin ufak tefek değişikliklerle çağımızdaki savunuculuğunu yapan bilim insanlarının başında, kuşku yok ki, o gelir. Bu yönüyle, yalnız Üçüncü Dünya ülkelerinin genç, aydın ve yeniliksever iktisatçıları değil, kapitalist ülkelerdeki kimi meslek arkadaşları bile onu yadırgamışlardır. Üçüncü nokta, ödül sahibi ikti Prof. Dr. Ruşen KELEŞ Nobel ödüllerini verenler, önlerindeki adayların salt yazın, bilim ve barış alanındaki çalışmalarının ötesinde; asıl, insanlığa yapmış oldukları hizmetlere bakmak, onların kişiliklerini de hesaba katmak zorundadırlar. satçının dünya görüşü, siyasal eğilimi ve kişiliği ile ilgilidir. Ünlü bilgin, totaliter bir rejimi her çareye başvurarak ayakta tutmaya çalışan bir cuntaya, Şili diktatörüne akıl hocalığı yapmıştır. Kendi ülkesini yönetenlerin başka ülkelerdeki diktatörlere her türlü resmi desteği vermekte sakınca görmüyor olması, kuşkusuz, bir bilim insanı için baskıcı rejimleri desteklemenin gerekçesi olamaz. 1970 sonrası Şili’de tüm demokratik güçleri yıldıran General Pinochet’ye hizmet sunarken, Friedman onun kurduğu baskıcı rejimin karşısında olduğunu, ama ona sağladığı “teknik yardımın”, insanları bir salgın hastalıktan korumak için bu tür yönetimlere bir hekimin yapmak zorunda bulunduğu yardımdan farklı olmadığını öne sürmüştür. Böylece, değerleriyle davranışı arasındaki tutarsızlığı dünya kamuoyu karşısında kendince haklı göstermeye çalışmıştır. Bilimsel düşünce özgürlüğünün saygı gördüğü her yerde, çağın gelişmelerine uymasa ve geniş yığınların özlem ve gereksinmelerine yanıt vermese de; bilim insanları, düşündüklerini, bildiklerini, araştırmalarının sonuçlarını özgürce açıklarlar. Kimi zaman daha da öteye giderek, yaşadıkları toplum ve dünya ile hizmet ilişkileri de kurabilir, yeteneklerini kendi toplumlarının ve hatta tüm insanlığın hizmetine sunabilirler. Ne var ki, bilginler, yanlış yolda olduğu açıkça görülen siyasal iktidarların yanında yer aldılar, bunu alkışları ya da suskunluklarıyla ortaya koydular mı, birçok yönden tutarsızlığa düşmekten kurtulamaz, saygınlıklarını yitirir ve tarihe karşı da sorumlu olurlar. İnsan haklarının çiğnendiği, siyasal mahkumlara akla gelmedik işkenceler yapıldığı, sendikaların işlemez duruma sokulduğu, siyasal partilerin ve derneklerin hukuk tanımaksızın kapatıldığı bir ülkenin başındaki cuntaya bir bilim insanının, ekonomik konulara özgü olsa bile, danışmanlık yapması, değerlerden tümüyle arınmış bir “teknik yardım” olarak nitelenmeye ve üstelik ödüllendirilmeye hiç elverişli değildir. Nobel ödüllerini verenler, önlerindeki adayların salt yazın, bilim ve barış alanındaki çalışmalarının öte sinde; asıl, insanlığa yapmış oldukları hizmetlere bakmak, onların kişiliklerini de hesaba katmak zorundadırlar. Bunun gibi, İsveç Bilim Akademisi, dünyaya egemen olmasını arzuladığı sistemler ve rejimlerle ilgili öznel eğilimlerini ödül kararlarına yansıtmak hakkına da sahip sayılamaz. Çünkü, bu ödüllerin dağıtımındaki temel kural, “insanlığa hizmet”tir. Toplum bilimlerinde ve bu arada ekonomide “insanlığa hizmet”i tanımlamak ise fizikte, kimyada ve tıpta olduğundan çok ayrı ve güç bir iştir. Değerlerle ve siyasal tercihlerle iç içe girmiş bulunan bir dalda ödül alacak kişilerin seçiminde, bu nedenle, çok tutarlı, inandırıcı ve doyurucu ölçütler uygulamak gereği vardır. Bu yönden bakıldığında, İsveç Bilim Akademisi’nin kararı ile gerçekte, Friedman’ın kendisi değil, fakat yıllardır sözcülüğünü yaptığı bir ekonomik sistem ile, danışmanlığını yapmakta sakınca görmediği bir siyasal rejim ödüllendirilmiştir. Nobel ödüllerinin dağıtılmasında uzunca bir süredir gözlenebilen değer yüklü yaklaşım Nobel’in saygınlığını da etkilemekte; bu ödüle erişebilmeyi yakın zamanlara değin bir onur sayanları düş kırıklığına uğratmaktadır. Bu yüzden birçok değerli kişi ödüle aday olmaktansa olmamayı kendi bilim ve sanat anlayışlarına ve dünya görüşlerine daha uygun bulmaktaysalar, onları anlayışla karşılamak gerekir. (*) 14 Ekim 1976 CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle