27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 İstanbul’a hoş geldin SIMONE Işık SELEN lmanya’nın herhangi bir havaalanından ziyaret amacıyla, ya da tatil için Türkiye’ye gitmek üzere uçağa binenler bazen o uçağın içinde fazla konuşmayan, bakışları uzaklara takılıp kalmış bazı yolcuların da bulunduğunun ya farkında değillerdir, ya da bunu akıllarına getirmezler. Oysa dalgın, gözleri nemli, hattâ yaşlı, o kederli yolcuların Türkiye yolculuklarının tek nedeni, yaşamlarının belki uzun bir bölümünü, böyle olmasına rağmen onlar için yine de kısa sayılabilecek bir bölümünü birlikte geçirdikleri, yaşamı ve düşünceleri her anlamda paylaştıkları ve “kendilerinin bir parçası” olarak gördükleri güzel insanlarına sonsuz yolculuklarında eşlik etmektir… Ama o güzel insanlar artık o yolculukta, sevdiklerinin hemen yanındaki koltukta değil, uçağın bir başka bölümündedirler! 23 Kasım 2007 Perşembe günü Köln’den Istanbul’a doğru havalanan uçağın yolcu bölümünde oturan, ama zaman zaman cok uzaklara daldığını, gözlerinin nemli olduğunu etrafındaki kişilerin farketmedikleri bir kisi, Osman Okkan da 20 yıl boyunca aynı idealleri, düşünceleri ve heyecanları, tüm hayatı paylaştığı eşinin, Simone SitteOkkan’ın son yolculuğunda ona eşlik ediyordu. Simone, yakalandığı amansız hastalığa Köln’de yenik düşmesinden önce, Osman’ının yanında oturamasa bile bu son İstanbul uçak yolculuğunu kendisi istemişti. “Beni İstanbul’da bir tepeye gömün!” demişti. İşte Osman Okkan şimdi sevgili eşinin bu isteğini yerine getirmeye gidiyordu. Kimdi 51 yaşında yaşama veda etmek zorunda kalan ve İstanbul’da toprağa verilmesini isteyen Simone Sitte? Herşeyden önce Köln’de üniversite döneminde kültür alanındaki eleştirileriyle ve kitaplarıyla tanınmaya başlamıştı, Simone… Daha sonra dört yıl süreyle WDR’ın (Batı Alman Radyoları) Radyo Oyunları bölümünde redaktör olarak görev yapmıştı. Almanya’nın önemli gazetelerinden Süddeutsche Zeitung ve Kölner Stadt Anzeiger’deki edebiyat eleştirileri ile meslek yaşamında tırmanışını sürdüren Simone SitteOkkan daha sonraki film biyografileriyle başta Yaşar Kemal olmak üzere Türk edebiyatının ünlü isimlerinin Almanya’daki tanıtımında büyük rol oynamıştı... 1990’lı yıllara Simone Sitte WDR Televizyonunda yayımlanan çeşitli yazarlarla ilgili filmleriyle başlamıştı. 1993 yılında ise “Almanya’daki Siyasî Sığınmacılar” konulu radyo röportajı Simone’ye CİVİS (Medyada Medeni Cesaret) Ödülü’ü getirmişti. 1996 yılından itibaren de Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal ve Aziz Nesin’le ilgili otuzar dakikalık belgesel filmleri Osman Okkan’la birlikte yapmıştı, Simone… (Bu üç film daha sonra Almanya’da lise son sınıflarda ders birimleri olarak kabul edildi) C kültür 8 ARALIK 2006 CUMA Dünya sinemasının iki önemli kaybı A Robert Altman (solda), 1947’den günümüze dek yaptığı değişik türlerdeki filmleriyle Amerikan kültürüne, mitlerine, prototiplerine eleştirel yaklaşan zeki bir gözdü. Tavernier, Philippe Noiret’nin (sağda) oyunculuğunu “Her sosyal konumda çok inandırıcı” diye tanımlamıştı. Aslı SELÇUK Dünya sineması iki seçkin insanını, Robert Altman’la (81) Philippe Noiret’yi (76) yitirdi. Amerikalı yönetmenyapımcısenarist Altman, 1947’den günümüze dek yaptığı değişik türlerdeki filmleriyle Amerikan kültürüne, mitlerine, prototiplerine eleştirel yaklaşan zeki bir gözdü. Birçok belgesel, dizi yöneten sinemacı kendi şirketini kurduktan sonra bağımsız yapımlarını üretti, savaş karşıtı kara komedisi MASH (Cephede Eğlence/1970) ile Altın Palmiye, senaryo Oscar’ını aldı. Filmin gişe getirisini gören stüdyolar ona kapılarını açtılar ama o bağımsızlığından vazgeçmeyerek tecimsel Hollywood’la arasına kesin ayrımını koydu. LTMAN’IN FİLMLERİ KAYNAKÇA OLDU Altmışların sonunda ABD’de püritenlik rüzgârları esmeye başlayınca çizdiği yoldan ayrılmayan Altman konformizme karşı durdu. Kendisine bağlı bir ekiple sanatını sürdüren usta, Bağımsız Amerikan Sineması’nın vicdanıydı. Filmleri Amerikan tarihinin vazgeçilmez kaynakçaları oldu, yapıtları geleneksel türlerin yorumları gibiydi, Amerikan yaşamının yansımalarını onun iğneleyici, alaycı, tartışan bakışıyla izledik. Altman, düşman bir çevrede kişiliklerini koruyan insanları anlattı, filmlerinde lirizm, gerçekçilik, politiksosyal taşlama, düş ve mitoloji iç içeydi. Olayları fragmanlar halinde anlatıp etkili sona gitmeyi seven usta, sinema tarihine Nashville (1975), Buffalo Bill ve Kızılderililer (1976), Üç Kadın (1977), Bir Düğün (1978), Come Back to the Five and Dime Jimmy Dean (1982), Oyuncu (1992), Short Cuts (1993) gibi yetkin çalışmalar bıraktı. Herkes için bir okul sayılan yönetmenin setinde olmak amacıyla ünlü yıldızlar kuyruğa girerdi. Deneysel biçemi, minimalist durumlara mekânla yaklaşımı, doğaçlama yöntemi, anlatımının keskinliği, vuruculuğu bizi insanın değişkenliğiyle, kararsızlığıyla yüzleştirdi. Ardında etkileyici 86 film, TV filmi, 37 senaryo bırakan Robert Altman ABD’nin sürekli canlı ve sert bir portresini çizdi. Fransız sinemasının yakışıklı olmayan ama karizmasıyla jönleri geride bırakan karakter oyuncusu Philippe Noiret, öğrenim yaşamında başarılı olamayınca tiyatroya yöneldi, ünlü Theatre Nationale Populaire’de Gerard Philippe’le sahne aldı, oyuncu eşi Monique Chaumette’le tanıştı. Sinemaya Agnes Varda’nın La Pointe Courte’u (1956) ile giren Noiret, Zazie Metroda’ki (L.Malle/1960) mutsuz amca rolüyle dikkatleri çekti. Altmışların sonunda Hollywood’da Alfred Hitchcock (Topaz) ve George Cukor’la (Justine) çalıştı. Fransa’ya dönünce düşlerle dolu bir köylüyü canlandırdığı Alexandre le Bienheureux (Mutlu Alexandre/1967) ile ülke çapında ünlendi.Yetmişlerde Bertrand Tavernier ile 8 film yapan oyuncu, yönetmenin Saint Paul Saatçisi (1973), Yargıç ve Katil (1976), Aslolan Yaşamdır (1990) çalışmalarında unutulmaz yorumlar sundu. Tavernier, Noiret’nin oyunculuğunu “Her sosyal konumda çok inandırıcı” diye tanımlamıştı. OIRET, SİNEMANIN BARONUYDU İki Cesar ödüllü (Le Vieux Fusil, Aslolan Yaşamdır), tartışmalı rollerin aktörü Noiret soylu kesimden burjuva kocalara, babalara dek uzanan her karakteri başarıyla oynadı. İtalyan film eleştirmeni Aldo Tassone’ye göre o Fransızların Marcello Mastroianni’siydi. “Her rol yeni bir deneyimdir” diyen Noiret, Büyük Tıkınma’da (1973) intiharın eşiğindeki burjuva, Cinema Paradiso’da (Cennet Sineması/1988) Sicilyalı sinema makinisti, Il Postino’da (Postacı/1994) sürgün şair Pablo Neruda olarak hayranlarının belleklerine yerleşti. Les Grands Ducs’te (Büyük Dükler/1997) onu yöneten Patrice Leconte’a göre Philippe Noiret sinemanın baronuydu, oturaklı görüntüsünün ardında çılgın biri saklıydı. A BARIŞ İÇİN SÜRÜLENLER 2003 yılına ise Osman OkkanSimone Sitte çiftinin Arte Televizyonu için hazırladıkları TürkYunan Mübadelesi ve sonrasını konu alan “Barış İçin Sürülenler” isimli belgesel film damgasını vurmuştu. 2004 yılında da Simone SitteOkkan ayni filmle Nürnberg Uluslararası Film Festivali çerçevesinde Mahmut Tali Öngören Demokrasi ve İnsan Hakları Ödülüne lâyık görülmüştü. Simone Sitte, eşi Osman Okkan’la birlikte TürkiyeAlmanya Kültür Forumu ile TürkiyeYunanistan Barış Girişimi Avrupa’ nın da kurucu üyesiydi. İşte böyle bir geçmişe sahip Simone SitteOkkan 51 yaşında Almanya’da değil, İstanbul’da toprağa verilmesini istemişti. “Niçin?” diye soranları da “Türkiye’yi hem güzellikleriyle, hem de çelişkileriyle, tüm insanlarıyla sevdim. Kusursuz insan ve ülke yoktur. Onun için!” diye yanıtlamıştı. Okkan ailesi de Simone’nin İstanbul’un herhangi bir kabristanında yatmasına razı olmadı ve 94 yaşındaki baba Celal Okkan 1999 yılında yitirdiği eşi Nuriye Okkan’ın yanında Ümraniye Kocatepe Kabristanı’nda kendisine ayırdığı yeri verdi. 25 Kasım 2006 tarihinde Simone işte o kabristanda, o yerde toprağa verildi. Ne Yaşar Kemal ailesi onu yalnız bıraktı, ne Zülfü Livaneli, ne de onu sevenler! Yaşar Kemal’in “Türk edebiyatını Avrupa’da tanıtan sayılı kişilerden biri”, Zülfü Livaneli’nin de “Kültürlerarası iyi niyet elçisi olarak çalıştı, hayatı boyunca!” sözleriyle değerlendirdiği Simone SitteOkkan’ın toprağa verilmesinin fotoğraflanmasının Mezarlıklar Genel Müdürü’nün emriyle engellenmek istenmesinin altında ne olduğunu ise, Simone de herhalde bilmek isterdi. Çünkü her zaman basın özgürlüğünden yana olmuştu! İstanbul topraklarında, Okkan ailesinin kucağında rahat uyu, Simone! N Simone Sitte Okkan’ın vasiyeti, “Beni İstanbul’un bir tepesine gömün”. Peki Simone kim? Zülfü Livaneli’ye göre “Kültürlerarası iyi niyet elçisi”ydi. Yaşar Kemal’i, Nâzım Hikmet’i, Aziz Nesin’i Almanlara tanıtan Simone’du. Eşi Osman Okkan’la birlikte hazırladığı belgesellerinde siyasi sığınmacıların yaşadıklarını da anlattı. Düşüncesinde sınırları ve ırkları kaldırmıştı. eyse sonunda Papa’lı, bol tütsülü, bol kutsamalı günler bitti ve normal hayatımıza döndük. Bir Türkiyeli yurttaş olarak bugünler içinde edindiğim en önemli bilgi, insanoğlunun hiç değişmediği. Ayın, karanlığın içinden o muhteşem doğuşu karşısında korkup tapınaklarda bakire genç kadınları kurban eden ilk uygarlıklarla aramızda pek bir fark yok. Hâlâ bilinmeyen, tam keşfedilmeyen karşısında duyduğumuz aynı korkular.. ölümü çözememişiz, cinsellik bir türlü disipline edilemiyor ve insanoğlunun iktidar güdüsüne bir çare bulunamamış. Öyleyse içyüzü, üçkâğıdı bilinen din kurumları yaşamaya devam edecek. Papa’nın ülkemizi ziyaret ettiği günlerde, çok farklı, bana göre dünya barışına Benetton fırması için düzenlediği reklam kampanyalarıyla çok daha fazla katkıda bulunan bir başka İtalyan konuğumuz vardı: Oliviero Toscani. Bu yıl İstanbul’da yapılan 6. Perakende Günleri’nde konuşmacıydı. Onu hepimiz Benetton reklam kampanyalarında kullandığı fotoğraflardan tanıyoruz, her zaman gündemde.. 1991 yılında bir rahip ve rahibenin öpüştüğü fotoğrafı bütün dünyayı ve İtalya’yı karıştırmış ve tabii Vatikan anında büyük tepki göstermiş, N AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Oh bitti! Bertolucci’nin “Paris’te Son Tango” filminin başına gelenlere. Yetmişli yıllara damgasını vuran, insanlar arasındaki iletişimsizliğin, kayıtsızlığın ilk ipuçlarını veren bu film Vatikan ve Papa’nın dava açması sonucu ülkesinde yıllarca gösterilmedi, yirmi yıl sonra serbest bırakıldı. Bakar mısınız, dinle devlet işlerinin birbirinden ayrıldığının iddia edildiği muhteşem Avrupa’ya. Tabii bir cinayete kurban giden İtalyan’ın haşarı çocuğu Paolo Pasolini de Vatikan’ın sevmediği, dava üstüne dava açtığı bir yönetmendir. Özellikle 1968 yapımı “Teorema”, ahlakdışı sayılan ilişkilerin beş kez büyütülerek ve yasaklama istemişti. Onun en barışçı reklam fotoğrafı, yan yana üç kalbin durduğu bir fotoğraftır, fotoğrafın altında şu yazı vardır: Bütün kalpler aynı renktir. Vatikan’la başı sık sık belaya giren elbette girecek bu adam ırkçılığa karşı, doğum kontrolünden yana, bir barış militanı; bakın Milliyet muhabiri Tuğba Tekerek’e neler söylemiş: “Papa beni takip ediyor. Dün gece kendisini odamda buldum. Onu odadan çıkarmaya çalıştım. Bu rahipler komik insanlar.” Bazı İtalyanları severim! Çok zengin olan Vatikan’ın inatla dizginlemeye çalıştığı en önemli içgüdü hiç kuşkunuz olmasın cinselliktir. Bakın ünlü yönetmen Bernardo içine Tanrı düşüncesinin de ilave edildiği tam bir kışkırtma filmidir ve tabii Vatikan’ın bu tüyler ürpertici filme pek de hoş bakması olanaksızdır. Vatikan’ı kızdıran yönetmenlerin sayısı oldukça fazladır. Örneğin Yunanlı yönetmen Costa Gavras “Amen” filminde, Katolik Kilisesi’nin Nazi Almanyası’nda olup bitenler ve Yahudi katliamı karşısında nasıl sessiz kaldığını anlatır. Gene yönetmen Coppola, muhteşem “Baba” filmi üçlemesinin sonuncusunda Vatikan ve mafyanın güç birliğini bir kötülük destanına çevirir. Neyse geçelim günümüze.. belli ki küreselleşme, Hıristiyan ve Ortodoks dünyasına da pek iyi gelmemiş. Artan işsizlik, insanın kendine ve başkalarına yabancılaşması, iletişimsizlik, uyuşturucu, çekirdek ailenin parçalanması sadece bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin sorunu değil, dünyanın sorunu olmuş. Şimdilerde ruhani liderler ne yapıp edip yeniden giderek azalan din ve inanç duygusunu canlandırmaya çalışıyorlar. Vallahi benden söylemesi.. kilisede ya da camide dua etmek kimsenin karnını doyurmuyor. Boşuna çaba. isilozgenturk@gmail.com Ödüller Donnersmarck ve Almodovar’un Uğur HÜKÜM PARİS Bu sene Avrupa Sineması’nı Polonya ağırladı. Ülkenin Başkenti Varşova’da cumartesi akşamı yapılan bir törenle 2006 yılı Avrupa Sineması Ödülleri sahiplerini buldu. Yılın Avrupa filmi ödülünü Alman sinemacı Florian Henckel von Donnersmarck’ın “Das Leben der Anderen / Ötekilerin Hayatı” kazanırken “Volver/Dönüş” filminin yönetmeni İspanyol usta Pedro Almodovar yılın en iyi yönetmeni seçildi. Aynı filmin baş kadın oyuncusu Penelope Cruz, Avrupalı en eyi kadın, “Ötekilerin Hayatı”nın başaktörü Ulrich Mühe ise en iyi erkek oyuncu ödülleriyle taltif edildiler. 2006’nın Avrupalı Senaryo Yazarı Donnersmarck, Avrupalı müzisyen ise “Volver”in bestecisi Alberto Iglesias’ın oldu. Avrupa Akademisi’nin tüm eserler için verilen onur ödülüne ise bu sene Polonya kökenli Fransız yönetmen Roman Polanski layık görüldü. 2006 yılı eleştirmenler ödülünü Fransız Philippe Garrel “Les Amants Reguliers/Düzgün Âşıklar”, belgesel ödülünü ise “Die Grosse Stille/ Büyük Sessizlik” filmiyle genç Alman sinemacı Philip Gröning kazandı. AŞARILI POLİSİYE FİLMİ : ‘13 TZAMETI’ Bir başka yeni nesil yönetmen, Gürcü kökenli Fransız yönetmen, daha önce Venedik ve Sundance festivallerinde ödüllendirilmiş Gela Babluani başarılı polisiye filmi “13 Tzameti” ile Avrupalı yılın keşfi oldu. Merkezi Berlin’de bulunan ve bu yıl 19. kez düzenlenen Avrupa Film Akademisi Ödülleri öncelikle Avrupa sinemasını güçlendirmeyi hedefliyor. 1988’de kurulan ve bugün 1700 Avrupalı profesyonel sinema kuruluşunun desteğiyle yaşayan akademinin başkanlığını tanınmış Alman yönetmen Wim Wenders yapıyor. Orta Asya’dan Batı Avrupa’ya, Afrika’dan Ortadoğu’ya 56 ülke televizyonunda canlı veya kayıt olarak yayımlanan ödül töreni Türkiye’de gösterilmedi. B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle