27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 ARALIK 2006 CUMA kitap KULE CANBAZI SUNAY AKIN ‘Savaşa karşı savaşmalıyız’ Ahmet ARPAD anatla, mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!" diye anlatır Stefan Zweig, ölümünden kısa süre önce yazdığı en ünlü eseri Dünün Dünyası’nda (Türkçesi: Burhan Arpad) 1920’li, 1930’lu Salzburg yıllarını. "Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp, damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o yıllarda. Fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..." 1881 yılının 28 Kasım günü Viyana’da doğdu. Yahudi asıllı babası, Avusturya’nın Moravia eyaletinden Viyana’ya yerleşmiş bir tekstil fabrikatörü idi. Ağabeyi, fabrikayı ilerde devralmak için babasının yanında yetiştirilirken onu Viyana üniversitesine yolladılar, felsefe okusun, aileden daha "kültürlü" biri çıksın diye. Üniversite yılları genç Stefan Zweig için özgürlük yılları oldu. Berlin’de kaldı bir süre, tam bir başıboşluk içinde yaşadı. Kimi gün sabahlara kadar lokalleri dolaştı, sanat ve edebiyat çevreleriyle ilişkiler kurdu. Sonra Belçika’ya geçti, o günler Avrupa’sının en ilginç şairlerinden Emil Verhaeren’le tanıştı. İlerki yıllarda bu Belçikalı şairin eserlerini Almancaya çevirdi. 1904 yılında üniversiteyi "Herr Doktor" unvanı ile bitirdi. Daha liseye gittiği günlerde Viyana kahvelerinin sanat ve kültür havasını içine çekmiş, kentin ünlü edebiyatçılarıyla yakınlık kurmuştu. Stefan Zweig ilk şiir ve nuvellerini yazdı. Babasının varlıklı olması onu geçim sıkıntılarından uzak tutuyordu. 1907’de ailesinin yanında ayrıldı ve Viyana’nın III. bölgesinde kendine bir kat kiraladı. İkinci şiir kitabı "İlk Çelenkler" ona Bauernfeld Ödülü’nü getirdi. İnsanları ve dünyasını yakından tanımak istiyordu. Sık sık komşu ülkeler gidiyor, Viyana’ya seyrek uğruyordu. C Kapıyı Anahtarla Açmak... ‘HAYALGÜCÜ BİR ARMAĞANDIR’ 15 “S lişmeler ona tedirginlik veriyordu. Büyük bir çöküntünün yaklaştığını sezmekteydi. Stefan Zweig aşırı duygulu idi. Başkalarının dikkatini çekmeyen olaylara, ayrıntılara kafa yoruyordu. Savaş yıllarında Zweig ve Rolland birbirleriyle sık sık mektuplaştılar. Aralarındaki yazışmalar tam yirmi beş yıl aralıksız sürdü. Birinci Dünya savaşı yıllarında giderek bilinçlendi. "Sonsuz kurbanlarla bir zafer kazanılsa da, savaşa karşı savaşmak gerekir," düşüncesi kafasında oluştu. Savaşlar gereksizdi. O yıllarda Jeremias’ı ele alan bir tiyatro oyunu yazdı. 1917 yılında çıkan bu eseri ona nedense kuşku veriyor, onu kaygılandırıyordu. Fakat kitap beklenin üzerinde ilgi uyandırdı. İlk baskısı hemen yirmi bin sattı. Almanlar eserini savaş sonrasında mutlaka sahnelemek istiyordu. Sonunda Zürich Tiyatrosu ile anlaştı. Bir süre bu kentte kaldı. James Joyce, Jouvet ve Franz Masarel’le tanışması Zürich’de yaşadığı aylarda oldu. Sonra savaş bitti ve Stefan Zweig Avusturya’ya döndü. Salzburg’a yerleşti. Savaş yıllarında Kapuziner tepesinde satın almış olduğu büyük bahçeli evine yerleşti. Mozart’ın doğum yeri olan yeşiller içindeki bu kentte rahat edeceğine inanıyordu. Dünya savaşının yıkıcılığını, korkunçluğunu yakından görmüştü. İnsanların kurtuluşu, mutluluğa kavuşması için ortak Avrupa kültürünün kurtarılması gerekliydi. Zweig’a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunun için de en başta Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. Ona göre ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı. Stefan Zweig Avrupa’nın her yanındaki sanatçı ve yazar dostlarıyla yazıştı, onları sık sık ziyaret etti, evinde konuk etti, konferanslara gitti. Ç “AYDINLAR ARALARINDA ANLAŞMALI” 1910’da Hindistan’a kadar uzanan bir gemi yolculuğu yaptı. 1912’de Amerika’ya uzandı, aylarca kaldı. Ardından Londra ve Paris’te haftalar, aylar geçirdi. Romain Rolland ve Rodin’le yakın dostluklar kurdu. Paris’in kıyı bucağında kültür ve sanat miraslarını aradı. "O günlerde caddelerde ne çok dolaştım, ne çok şey gördüm ve içim içime sığmayarak ne çok araştırdım!" der Zweig. İç dünyasına yeni anlamlar katan ünlü Fransız düşünürü Romain Rolland ile tanışmasını şöyle anlatır: "Aklımdan kolay kolay çıkmayan ışıklı mavi gözlerini ilk görüşümdü... Gördüğüm insan gözlerinin en ışıltılı ve dost bakışlı olanı bu gözler, konuşma sırasında duygunun derinliklerinden yükselen bir renk ve ateşle doluyor, üzülünce de loşlaşıp gölgeleniyordu... 1914 baharında yine Fransa’daydı ve dünyadaki ge POLİTİKACILARA KARŞI DÜŞÜN SAVAŞI Bir yandan politik davranışlarıyla politikacılara karşı düşün savaşı veriyor, bir yandan da yeni eserler yaratıyordu. Yirminci yüzyıl nuvel edebiyatına damgasını vurduğu "Amok Koşucusu" eserini o günlerde yazdı. Toplu şiirlerini yayımladı, "İfritle Savaşı" adlı deneme kitabı piyasaya çıktı. "Korku" adlı nuveli de o yıllarda basıldı. Stefan Zweig eserleri artık büyük ilgi görüyor, yeni baskıları yapılıyordu. 1920 yılında evlendi. Eşi Friderike de yazardı. Stefan Zweig’la evlenmek için ilk kocasından ayrılmıştı. Evin onarımından sekreterliğe kadar birçok işin üstesinden geliyordu. Stefan Zweig da özgürce yaşamasına devam ediyor, sık sık yolculuklara çıkıyordu. Gittiği her yerden Friderike’ye mektuplar yolluyordu. Eşi de ona uzun uzun yanıtlar veriyordu. Yazarın altmış bir yıllık yaşamında 19241933 arasının çok özel ve olağanüstü bir yanı vardır. Zweig’ın ünü o yıllarda dünyanın dört bucağına yayılmakta, öyküleri, biyografileri, denemeleri, romanları sadece Amerika ve Avrupa’da değil Asya’da da büyük ilgi görmektedir. Yazarın çıktığı yolculuklar artar, her ülkede dostlar edinir. Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştireceğine inanmaktadır. Elli yaşına bastığı 1931’de: "Bundan sonra tek satır bile yazmasam, kitaplarımın geliri bana yeter," diye düşünür. Fakat yine de tedirgindir. Çünkü mutluluklar ve başarılarla dolu yaşamı yine de bir gün sona erebilirdi. Gerçekten de 1933’te Almanya’da Nazilerin işbaşına gelmesiyle bütün düşleri karmakarışık oluverdi. İnsanlar kamplara atılırken, sokaklarda yığın yığın kitaplar yakıldı. Yakılan kitaplar arasında onun da eserleri vardı. Stefan Zweig’ın adı "safkan olmayan insanlar" listesinde yer aldı, eserleri yasaklandı. Mutluluklar ve başarılarla dolu hayatı sona erdi. Tedirginlikleri giderek artıyordu. Anadiliyle eserler vermek olanağının azalmakta olduğunun farkındaydı. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını zamanla yitireceğini de biliyordu. 1934’te Gestapo’nun villayı basıp, silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmekten başka çıkar yol bulmadı. Güney Fransa’da, İsviçre’de, Amerika’da konferanslara ve edebiyat söyleşilerine katıldı. Bir süre için İngiltere’ye yerleşti. Ancak kendini burada da rahat hissetmedi. 1938 yılında eşi Friderike’den boşandı. 13 Mart 1938’de Hitler’in Viyana’ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silindi. Yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı sayan Stefan Zweig artık "vatansız kişi"ydi. O, Avrupası’nı yitirmişti. Savaşın şiddetini arttırması ve Hitler’in güçlenmesi Stefan Zweig’ı daha çok bunalımlara sokar. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği "kültür Avrupası" düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştır. 1940’ta İngiliz vatandaşı olur ve ikinci eşi Charlotte Altmann ile Brezil Stefan Zweig’ın bütün eserleri Can Yayınları’nda. Sabırsız Yürek, Amerigo, Amok Koşucusu, Değişim Rüzgarı, Dünün Dünyası, Fouché, Günlükler, Lyon’da Düğün, Satranç, Yıldızın Parladığı Anlar. alışma odamın penceresi Erenköy Kız Lisesi’ne bakıyor. Bu okul benim için çok önemli; birçok arkadaşım var, sıralarında dirsek çürütmüş: Şahika, Zeynep, Işın, Yaprak, Gülay, Uğur… Dahası, yaşadığım evin anahtarını çantasında taşıyan, okulun ağaçlarına penceremden birlikte baktığımız Sevgili Belgin de bu okuldan mezun! Tarih: 1 Nisan 1986... Belgin ile üç haftalık evliyiz... Salâh Birsel’e “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu” kitabını imzalatıyorum. Hocanın Bostancı/Çatalçeşme’deki evindeyiz. Okumayanın çok şey kaybettiği kitabın 194. sayfasındaki fotoğrafın altını imzalamasını rica ediyorum Salâh Birsel’den... O da “Belgin Akın’a sevgiyle” diye atıyor imzasını. Fotoğraf Erenköy Kız Lisesi’nin kapısının önünde çekilmiş; okulun tabelası rahatlıkla okunuyor. Dört arkadaş poz vermiş kapının önünde: “Salâh Birsel, Sabahattin Kudret Aksal, Lütfü Özkök, Oktay Akbal”... Fotoğrafın altında edebiyatçılarımız “Matineciler” olarak tanıtılıyor okura. Bu fotoğraf şiir matinelerinin yoğun olarak yapıldığı 1956 yılında çekilmiş. Şiir matineleri yalnızca İstanbul değil, Ankara’da da düzenlenirdi. ŞİİR MATİNELERI... salonu kızgın adımlarla terk eden şairin Salâh Birsel olduğunu söylemişti. Uluç’un yazısını, elimden düşürerek birkaç solukta okuduğum yeni kitabı “Kapıyı Anahtarla Açmak”tan aldım yazıma. Kitap, Hıncal Uluç’un her biri birer uçan halı olan denemelerinden oluşuyor... 35 uçan halı!.. Otur birinin üstüne uç git Madrid’deki Kraliçe Sophia Müzesi’nin duvarından birine asılı Picasso’nun ünlü “Guernica” adlı tablosunun önüne... Resmi beğenmeyenlerin “Bu resim değil afiş olmuş” ya da “Bu dört yaşında bir çocuğun bile resimleyebileceği vücut parçalarından bir çorba” dediklerini, sizi tablonun yanında bekleyen Uluç kulağınıza fısıldayacaktır. ya’nın Petropolis kentine yerleşir. Fakat orada da mutluluğa erişemez. Yorgun ve bezgindir. 17 Eylül 1941’de ilk eşi Friderike’ye şu satırları yazar: "Burada Avrupa’yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, üne ve başarıya boş verebilirsem, Avrupa’da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabilmek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum... Fakat Avrupa’dan gelen haberler pek korkunç. Dünyanın bugüne değin görmediği dehşetler dolu bir kış olacak. Burada geçireceğim aylarda otobiyografimi bir gözden geçireceğim..." “SAVAŞLARDAN NEFRET EDERİM” Stefan Zweig’ın hayat hikâyesi olan "Dünün Dünyası" eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: "Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır." Stefan Zweig ve eşi Charlotte Altmann iki yıl sonra, 1942 yılının 22 Şubat günü intihar ederler. Dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücü kalmamıştı... "Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi..." diye oldukça üst perdeden yazar o günlerde Salzburg Eyalet Gazetesi. İnsancıl ve savaş karşıtıydı Stefan Zweig. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. "Savaşlardan nefret ederim," der Stefan Zweig. "Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez." Stefan Zweig, Freud psikoanalizini uyguladığı öykülerinde olay ve kişi davranışlarını, kişilerin düşün dünyalarını, en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarır. Öykülerinde uyguladığı tahlilci anlatım üslubunun doruğuna bazı romanlarında da varmıştır. Anlattıkları çoğu kez onun psikolojikedebi deneyimleri, kişi olarak yaşadıklarıdır. Kimi eserinde karşımıza çıkan alışılmamış kişilikteki insanlar ise yazarın gözüpek heveslerini kamçılayarak onu yaratıcılığa sürükleyen karakterlerdir. Stefan Zweig eserlerinde bir şeye hep sadık kalır: Doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır. Büstü Salzburg’da, Kapuziner manastırının önünde düşünceli düşünceli karşıdaki villasına bakıyor. Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı ölümünden bu yana hiç yitirmedi güncelliğini. Biz de, bir dönem şairlerin halkın arasında olduğu, şiirin fildişi kulelere çekilmediği o yılların bir tanığına kulak veriyoruz: “Şiir matineleri düzenlenirdi o zamanlar liseler ve üniversitelerde. Tıklım tıklım dolu olurdu salon. Hele Ankara Koleji. Bu kültür yuvası o kadar çok şiir günü düzenlerdi ki. Evim kolejin yanındaydı. Fahri kolejliyim, kaçırmazdım. Şairler gelir, kendi şiirlerini okurlardı. İyi şiir okuyanlar da en ünlü dizeleri... Hele bir gün... Ergun Evren kendi şiirini okumuştu kolejde. Bir başka ünlü şair, ‘Böyle şiir lisede okunur mu?’ diye ayağa fırlamış, terk etmişti salonu. Ergun’la dalga geçmiştik, yıllarca ‘Müstehcen Şair’ diye.” Olayın tanığı Hıncal Uluç’tur... Sevgili Uluç (Sayın dersem kızar!) yukardaki yazısında adını vermemiş olsa da “Yaşamdan Dakikalar”ın çekimi için bir araya gelip yaptığımız sohbetlerin birinde, şiiri müstehcen bulup Bir başka uçan halı, deniz kıyısında torunuyla gezinen yaşlı bir adamın yanına götürüyor bizleri... Adam, “Sana bir ada hediye edeceğim” diyerek sahile getirmiş torununu. Çocuğun yüzünden düşen bin parça... Dedesinin ada dediği ters dönmüş, her tarafı delik deşik olmuş bir kayıktan başkası değil!.. Yaşlı adamın o gün torununa söylediklerini Hıncal Uluç’tan okuyoruz: “Gördüğüne bakma, hayal et oğlum. Bu adayı nasıl istiyorsan öyle hayal et. Hayal gücü bir armağandır. Hayal gücü hayatın kaynağıdır. Büyük olmanın tohumlarıdır.” Çocuğun adı P.T. Barnum’dur... “Harikalar Sirki”nin kurucusu Barnum!.. Hıncal Uluç, okuru sirk dünyasının ünlü mimarıyla tanıştırdıktan sonra elinden çekiyor ve bir başka dâhinin önünde bırakıyor. Birden karşısına konduğumuz beyaz saçlı adam, hayatının özetini bir tümcede sunuyor bizlere: “Hayal gücü bilgiden öndedir.”... “Aaa, bu Einstein” diyoruz ki, bir başka uçan halının üstünde, gecenin siyah pijamasına takılı hilale ulaşmak için üst üste çıkan ayıların yanına doğru yola koyuluyoruz... Biz son noktamızı bir alıntıyla koyalım, yüreğinizdeki kilitlerden hiç değilse birini açacak olan Hıncal Uluç’un kitabından: “Anahtar, sevgiliye en büyük armağandır. Çünkü hayatınızın en büyük fedakârlığıdır, evinizde özgürlüğünüzden vazgeçmek…” Çığ’a, ‘Atatürk’ün İzinde Bir Ömür’ ödülü Attilâ İlhan’la Hayatın İçinden/ Erol Manisalı/ Truva Yayınları/ 170 s. “Bu kitapta yer alan yazıların bir bölümü Attilâ İlhan hayatta iken yazılmış, ancak yayımlanmamıştır. Üzerinde biraz daha çalışma yapmak istemiştim. Bundan dolayı diğer kitaplarımda yer vermedim. Yazıların önemli bir bölümü ise Attilâ İlhan’ın ölümünden sonra kaleme alındı. Geriye dönük olarak aramızdaki sohbetleri değerlendirmek istedim. Onun kaybedilmesinden sonra kamuoyunda yer alan ve benim de içinde bulunduğum bazı olaylar dile getirildi. Bazı yazılarım doğrudan doğruya onunla aramızdaki sohbetleri içeren bir içerik taşımaktadır. Bazıları ise onunla ilgili olarak yazdığım anı niteliğinde olan notlarımdır. Kendi düşünce ve duygularımın ürünü olmakla Han’lar, düş gibi Oya Peri’ler, şuh Zerrin Doğan’lar, sinema perdesini yırtıp birden ortaya çıkacakmış gibi duran Dilber Ay’lar... Bu kitap, Türk sinemasında cinsellik üzerine bir inceleme sunuyor. birlikte içinde Attilâ İlhan’ın düşünceleri veya bana anlattığı bazı olaylarla bağlantıları olan yazılar bulunmaktadır” diyor Erol Manisalı. Namuscular/ Kemal Tahir/ İthaki Yayınları/ 446 s. “Namuscular”, Kemal Tahir’in cezaevinde kaldığı yıllarda yazdığı ve cezaevine “namus meselesi” yüzünden düşmüş sıradan insanların dramını derinlikli ve çözümleyici bilgilerle aktardığı romanı. Olumsuz koşullar, cezaevlerindeki sömürü, cahillik, yoksulluk, geri kalmışlık ve boyun eğmişlik bu insanların belini bükse de onlar için başkaldırı söz konusu değildir. Türk Sinemasında Cinselliğin Tarihi/ Agâh Özgüç/ PMP Yayıncılık/ 452 s. Yeşilçam: Türk sinemasının ‘rüya fabrikası’. Bir yılda 17 film çekecek kadar fantastik rejisörler, bu filmlerin kahramanları: Tecavüzcü Coşkun’lar, parçalayan Behçet Nacar’lar, içkilere ilaç atan Nuri Alço’lar, masum kadınları ağına düşüren Önder Somer’ler, kadife gibi Arzu Okay’lar, rüya gibi Figen Samut Baba/ Hüseyin Cılga/ Kangal Dernekler Federasyonu Yayınları/ 56 s. “Samut Baba’yı daha yakından tanımak, onu daha iyi anlayabilmek, bizden sonraki kuşaklara onun kişiliğini, tarihçesini ve toplumun üzerindeki etkilerini anlatmak amacıyla bu kitabı hazırladım. Bu vesile ile toplumumuza karşı duyduğum sorumluluk bilincini, bir nebze de olsun hayata geçirebildimse kendimi bahtiyar sayarım.” Bu kitapta Sivas yöresinde yaşamış olan Samut Baba üzerine bir inceleme sunuluyor. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu, Çankaya Köşkü Resepsiyon Salonu’nda “Atatürk’ten Bugüne Kadın ve Siyaset” konulu bir etkinlik düzenledi. Etkinlikte konuşan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in eşi Semra Sezer, bugün siyaset alanında kadınerkek eşitliğinin oy kullanma dışında sağlanmadığına işaret etti. Semra Sezer, konuşmasının ardından Türk Kadın Dernekleri Federasyonu’nun “Atatürk’ün İzinde Bir Ömür’’ ödülünü Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’a verdi. Çığ, böyle bir ödüle layık görülmekten dolayı çok fazla heyecanlandığını, Semra Sezer’in elinden bu ödülü almaktan da büyük şeref duyduğunu belirterek “Fransa’nın 100 senede yaptığı devrimi biz 10 yılda yaptık. Daha da iyi şeyler yapacağımıza inanıyorum’’ dedi. (AA)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle