27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler KASIM CUMA Mustafa Kemal’in En Büyük Eseri: Cumhuriyet PENCERE Yılı Kutlamaya Layık mıyız? OKTAY AKBAL C ‘Sopayla Ordular Kovalamış!’ Ben ,”Son Osmanlı mıyım” diye kendime sorarım arada... Cumhuriyetin ilanından altı ay önce doğmuşum. Türkiye Büyük Millet Meclisi günlerinde!.. Ülke kurtulmuş, düşman denize dökülmüş, Lozan imzalanmış... Osmanlılık uçtu uçacak. Yepyeni bir devlet, gerçek bir Türk devleti kurulacak... Her 29 Ekim’de yaşadığım duygular... Sevinçler, coşkular... Bir umutsuzluğa düşer gibi olmuşsam, bir silkinişle kendimi kurtarmak!.. Onuncu Yıl’daki onuru duyarak “Ne mutlu Türk olmanın, kendini Türk bilmenin” gururunu yaşayarak... Benim kuşağım, Atatürk’ün “Size yurdu emanet ediyorum” dediği kuşaktır. Bu söze uymayanlar da çıktı aramızdan! Çıkarcılar, hesapçılar, inançsızlar!.. Ama çoğumuz, “Yorulsanız da beni izleyeceksiniz” sözünü yanıltmadık milyonlarca... Belli bir çizgide, çeker gideriz. Ama Atatürk’ü, Cumhuriyet devrimini, halkın kurtuluşunu, onurlu bir ülkenin insanı olduğumuzu bir ömür boyu yaşamanın gururuyla... Bir sesti hep yanı başımızda, bir çağırış, ölümsüz bir dostluk, bir sevgi... İşte bu güzel günde bir kez daha sesleniyor. Bir halk çocuğu, şair Ali Yüce’nin dilinden!.. “Ben ulusumun halkımın oğlu / Mustafa Kemal Atatürk / Savaşta asker barışta öğretmen / Okulumuz halk okulu / Dersimiz bağımsızlık efendiler / En güzel dersimiz bağımsızlık / Anladık mı efendiler.” Bizim ışığımız, bizim yolumuz, bizim halkımız bir süredir yanlış yerlere mi götürülüyor, gerilere mi itiliyor, her şeyden beter onursuzluk uçurumuna mı sürükleniyor? İşte o, yine elinde tebeşir, karatahta başında yeniden uyarıyor: “Benim yolum / Bilim yolu efendiler / Evrimlerin devrimlerin yolu / Ayaklarınız alışmamışsa eğer / Uygarlığın kapıları / Kapanmışsa yüzünüze / Nasıl varacaksınız nasıl / Benim gösterdiğim yere.” Binlerce, on binlerce, belki yüz binlerce gün vardır ama bir tekidir hep capcanlı kalan... Benim için o gün, 29 Ekim 1933’tür. Cumhuriyet’in Onuncu Yılı!.. Ne kadar isterdim bugün de yetmiş yıl önceki onurun, coşkunun, mutluluğun dirilmesini, içinde çırpındığımız utanç çıkmazlarından silkinip ayağa kalkmamızı... “Benim halkım / Barışın, özgürlüğün anası / Tohumla sütkardeş / Toprakla yaşıt sevdası / Sopayla ordular kovalamış / Cepheler yarmış kağnısıyla / Büyüdükçe güzelleşmiş kavgası / Destan olmuş efendiler.” Bu şiirleri Ali Yüce’nin “Olmaca” adlı yeni kitabından aldım. Her dizesini biz söylemişiz gibi!.. Ne zaman ki yetmiş beş milyon bu duyarlığı yaşayacak, işte o zaman Mustafa Kemal şöyle seslenecek bu uyuşturulmak, uyutulmak, aldatılmak istenen topluma: “Bir sabah / Hiç ummadığınız bir sabah / Kucağımda binlerce güneş / Kapınızı vuracağım / Duran saatlerin ibresi / Dönmeye başlayacak.” umhuriyet soylu bir ülkü, Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı sonrası, büyük aydınlanmacı şair Tevfik Fikret’in “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” belgisinde ifadesini bulan idealler doğrultusunda yaptığı düzenlemeler bütününün adıydı... M. Kemal nezdinde kazanılan zafer çok büyüktü, ama henüz tam ve nihai hedef elde edilmiş sayılmazdı. Kılıçla kazanılan zafer; siyasette, ekonomide, bilim ve kültür sahalarında elde edilecek zaferlerle taçlandırılmalı ve pekiştirilmeliydi. Yoksa tekrar savaş öncesi duruma dönme tehlikesi söz konusu olabilirdi. M. Kemal, bağımsızlık savaşının kazanılıp Cumhuriyetin ilan edilmesinin ardından bu gerçeği şu şekilde ifade ediyordu: “Bugüne değin kazandığımız başarı, bize ancak ilerleme ve uygarlık doğrultusunda bir yol açmıştır. Bize ve gelecek kuşaklara düşen görev, bu yol üzerinde durmaksızın ilerlemektir.” Durmaksızın ilerlemek; işte onun bir ulus inşa etmedeki başarısının ve bu ulusa büyük bir ufuk gösterebilme yetisinin sihirli anahtarı buydu. M. Kemal, bağımsızlığı ve Cumhuriyeti elde etmek kadar, bunları korumak ve geliştirmenin de önemli olduğunu ve bu sürecin oldukça zorlu geçeceğini çok iyi biliyordu. Gençliğe seslenişte “Ey Türk istikbalinin evladı, işte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır!” derken, bağımsızlığımızın ve Cumhuriyetimizin dışarıdan ve içeriden ne tür büyük tehditlerle karşı karşıya olabileceğine ilişkin çok önemli bir öngörüde ve uyarıda bulunuyordu, bugünleri ta o günlerden görürcesine önlemler öneriyordu. Bir azınlık yönetimi olan monarşiden ve soylu olduğu düşünülen bir azınlığın yönetimi olan aristokrasiden farklı olarak, halkın yönetimi anlamını taşıyan cumhuriyet, elbette ki yıllardır halkı siyaset sürecinin dışında bırakarak ülkeyi yönetmiş olan güçlü azınlık grupların tepki ve engelleme çabaları ile karşılaşacaktı. Mustafa Kemal büyük bir tarihi cesaret göstererek Osmanoğulları hanedanı üyesi olmayan hiçbir şahsın iktidar olamadığı Osmanlı teokratikmonarşisine son vermeyi ve yerine halkın yönetimini geçirmeyi hedefliyordu. Monarşi yönetimine son verirken bu yönetimin temel dayanağı olan ve padişahın yetkisini din Prof. Dr. Muzaffer ERYILMAZ Çankaya Belediye Başkanı, İç Anadolu Belediyeler Birliği Başkanı den aldığı varsayımına dayanan din devleti anlayışı yerine, yetkinin ve yönetimin kaynağının dünyevileştirilmesini ifade eden laik devlet anlayışı geçirilmek zorundaydı. Türkiye Cumhuriyeti, bu gelişmelerin sonucunda teokrasi yerine “Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir!” anlayışını, aile hükümranlığına ve verasete dayalı iktidar yerine “Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur” anlayışını ilke edinmiş; bu iki ilke, cumhuriyetin üzerinde yükseldiği iki ana kolon olmuştur. Bu noktada şunu anımsamakta da fayda var: Türkiye Cumhuriyeti kurulan ilk cumhuriyet yönetimlerinden biridir. Avrupa da dahil tüm dünyada cumhuriyet rejiminin yaygınlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından sonraki dönemlerde olmuştur. Balkanlar’da 2. Dünya Savaşı sonrası, Asya ve Afrika’da da çok daha sonraları cumhuriyet rejimleri kurulabilmiştir. Yani Mustafa Kemal Türkiye’si pek çok konuda olduğu gibi, cumhuriyet alanında da dünyaya öncülük etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, bir taklit yönetim olmayıp evrensel değerler ile yerel değerlerin başarılı bir harmanlanmasının ürünü olan son derece özgün bir uygarlaşma projesiydi. M. Kemal, “Efendiler, biz benzememekle ve benzetmemekle övünmeliyiz, kendimiz olmalıyız” derken ve yine başka bir yerde, Türkiye Cumhuriyeti’ni “tüm insanlığın dikkatle üzerinde durmasına değer” bir uygarlaşma modeli olarak tanımlarken, yeni cumhuriyetle taklitçi olmayan bir uygarlaşma projesinin hayata geçirilmeye çalışıldığına da dikkat çekmiş oluyordu. Türkiye Cumhuriyeti tıpkı diğer cumhuriyetler gibi ulus, laiklik ve yurttaş kavramları üzerine otursa da, bu kavramlara, Anadolu topraklarının özgün rengini katmayı da başarmıştır. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti yalnız geri kalmış ülkeler açısından değil, gelişmiş ülkeler açısından da farklı ve başarılı bir model olarak görülmüş ve değerlendirilmiştir. Cumhuriyetimizin en büyük başarılarından birisi de İslam dünyasında ilk kez ve Avrupa’nın pek çok ileri demokrasisinden çok daha önce kadınlara aile içinde eşit haklar ile belediye (1930), muhtarlık (1933) ve milletvekilliği (1934) seçme ve seçilme hakkının tanınmış olmasıdır. Pek çok ülkede cumhuriyete geçiş uzun ve kanlı mücadelelerin ürünü olmuşken, bizim Cumhuriyetimizin ayırıcı özelliklerinden birisi de diğer örneklere kıyasla çok daha barışçıl yöntemlerle kurulmuş olmasıdır. M. Kemal yeri geldiğinde “Devrimin yasaları, bütün yasaların üstündedir” diyerek büyük bir devrimcinin kararlılığı ve tavizsizliği ile davransa da, 600 yıllık teokratikmonarşik gelenekten cumhuriyete geçişi, büyük ölçüde barışçıl yöntemlerle gerçekleştirmiş bir liderdir. Bu özelliklerinden olsa gerek, ünlü Alman düşünürü Helberg Melzig, Atatürk’le ilgili olarak “Eski çağın büyük filozofu Eflatun’un ‘Ya yöneticiler filozof ya da filozoflar yönetici olsalar!’ yolundaki iki bin yıllık dileği, ilk kez 20. yüzyılda Atatürk’ün kişiliğinde tam olarak gerçekleşmiş bulunuyor” değerlendirmesini yapmıştır. Gerçekten de böyle olduğu içindir ki, 20. yüzyılın nice önemli sayılansanılan siyaset adamının yarattığı eserler düş kırıklıkları içinde yıkılıp giderken, Mustafa Kemal Atatürk hem kendi ulusunun hem de dünya halklarının kaybolmayan sevgisini kazanmış ve “Benim en büyük eserim” dediği Cumhuriyet 83. yaşına ulaşmıştır. M. Kemal Atatürk, yıllar önce tüm yıkma girişimlerine karşın büyük bir tarihi özgüvenle “Devrimin hedefini kavramış olanlar, onu korumayı her zaman başaracaklardır” demişti. 83. yılında Cumhuriyetimiz yine içeriden ve dışarıdan tehditlerle kuşatılmaya çalışılmaktadır. Bugün bizlere düşen görev, Atatürk’ün “en büyük eseri” olan Cumhuriyete sımsıkı sarılmak ve onun bu tarihi özgüvenini boşa çıkarmamaktır. Çünkü Cumhuriyet, bizi varlar etrafında var eden, güvenli ve huzur dolu bir ülkeyi ulusal birliğin kıvançlı şemsiyesi altında toplayan bir kudrettir... O kudrete hep birlikte sahip çıkalım... C umhuriyet Bayramı... Cumhuriyetin 83’üncü yıldönümü... Peki, biz 83’üncü yılında Cumhuriyeti kutlamaya layık mıyız?.. Hayır!.. ? Türkiye Cumhuriyeti’ni bağımlı, borçlu ve dinci bir devlete dönüştürmek yolunda geriye doğru büyük bir aşamayı gerçekleştirdik... Türkiye Atatürk döneminde bağımsız, borçsuz, laik bir Cumhuriyetin mayalanmasıyla doğru bir yola girmişti... Bugün “ulusal bütçesi”ni bağlamak için yabancılardan “izin” ve “olur” bekleyen bir devlet derekesine düşmüştür Türkiye... Ve ülke parçalanma tehlikesinin eşiğindedir... Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarıyla kamu ve öğretim yaşamında laikliğe aykırı olduğu saptanan türban, daha açık vurgusuyla “tesettür” hükümet ve Başbakanlığa tırmanmış, Cumhurbaşkanlığına tırmanmak üzeredir... Dinciliği ulusallığı ezmek yolunda kullanan mürteci ve takıyyeci siyasal parti, Cumhuriyetin 83’üncü yıldönümünü kutlayan Türkiye’de, Çankaya’yı da ele geçirmek üzeredir... Yüzde 45 seçmen iradesinin sandığa yansımadığı bir seçimde, yüzde 25 seçmen oyuyla “sivil darbe” yapan parti Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak üzere kararlı adımlarla yürüyor... Ve 83’üncü yıldönümü bu koşullarda kutlanıyor... ? Din adına büyük bir aldatmacanın sahneye konduğu bir oyun oynanıyor... Türkiye’nin büyük milli şairi Ziya Gökalp doksan yıl önce “Din” başlıklı şiirinde ne yazmıştı?.. “Benim dinim ne ümittir ne korku, Allah’ıma sevdiğimden taparım. Ne cennet ne cehennemden bir korku Almaksızın vazifemi yaparım. Vaiz!.. Deme cehennemin ateşi Çıkar bilmem kaç bin çeki odundan De ki vardır bir güzellik güneşi Doğmuş bizim aşkımızın od’undan... De ki vardır Tuba adlı bir ağaç Kökü gökte, gönüllerde dalları... Yemişinden yedi ruhum, değil aç Bütün sevgi, şefkat onun balları... Vaiz!.. Muhabbeti şerheyle Ben aramam şeytan nedir, melek ne?.. Erenlerin esrarından söz söyle: Seven kimdir, sevilen kim, sevmek ne?.. İrtica Tartışmaları rtica, sözcük anlamı ile “bir yere gittikten sonra geriye dönmek” demek.Türkiye’de bu sözcük, gericilik anlamında kullanılıyor. Siyaset, ticaret, eğitim, hukuk, giyimkuşam vb. alanlarda dini araç kılmak, dini kendisi gibi inanmayan ve yaşamayan insanlar üzerinde bir baskı öğesi olarak kullanmak irtica sayılıyor. “Türkiye’de irtica tehdidi var mı” sorusuna yanıt verebilmek için anayasal güvence altında olan devrim yasalarının yürürlükteki durumlarına bir göz atmamız gerekir. Tevhidi Tedrisat Kanunu, Şapka Kanunu, Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun, Tekke, Zaviye ve Türbelerin Men ve İlgasına Dair Kanun, hatta Türk Medeni Kanunu’nun evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına ve tekeşliliğe ilişkin hükmü, bir dinin kurallarını yasa olarak kabul etmek eğiliminde olanlar tarafından, laik hukuk düzeni yerine şeriat hukukunu getirmek çabasında olanlar tarafından, adım adım delinmemiş midir? Cemaat ve tarikatlara ait özel okul, yurt ve kurslarda çocuklarımızın ve gençlerimizin “İslami yaşam tarzı” nitelemesi kullanılarak yalanyanlış bilgilendirildikleri, çağ İ Prof. Dr. Necla ARAT daş topluma tepkili bir kitle olarak yetiştirildikleri herkes tarafından bilinmiyor mu? Fatih Çarşamba’da yerleşik İsmail Ağa Cemaati, “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun”a rağmen sarık, şalvar, cüppeleri ve kara çarşafları ile kendilerine özgü bir getto oluşturmuş değil mi? “Men ve ilga” edilmiş bulunan tekke ve türbeler, şeyhler ve müritleri ile dolup taşmıyor mu? Evlendirme memuru önünde yapılacak resmi nikâh yerine “imam nikâhı”, tekeşlilik yerine çokeşlilik, (halktan kimseler bir yana) hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki bazı milletvekilleri tarafından da rahatlıkla örneklendirilmiyor mu? Son aylarda, Trabzon’da bir rahibin öldürüldüğü; Danıştay’da değerli bir yargıcın katledildiği; İsmailağa Camii’nde emekli bir vaizin öldürülüp katilinin de cemaat tarafından linç edildiği cinayetler, hep sözde “din” referanslı irticai cinayetler değil mi? Bunlara “Ramazanda içki içiyordu” bahanesi ile bazı liseli öğrenciler tarafından dövülerek yaşamına son verilen evsiz alkolik adam cinayetini de ekleyebiliriz Ne yazık ki siyasal alanda da “İnsanlar laik olmaz, devlet laik olur” gibi söylemlerle oy toplamış bulunan bir siyasal kadronun milletvekillerinin büyük çoğunluğunun bir tarikatın üyesi, bir şeyhin müridi olduğu dile getiriliyor. Durum böyle olunca Milli Eğitim Bakanlığı’nın parasız dağıttığı ders kitaplarında: * “Tarikat övgüleri”nin yer almasının; * İmam hatip liselerinde bazı rehberlik öğretmenlerinin öğrencilere “tarikat öğütleri” vermelerinin “yeme ve içmede, uyumada, adabı beşere dair işlerde sünnete uygun hayatı” öğretmelerinin; * Milli Eğitim Bakanlığı’nın resmi internet sitelerinde “şeriat propagandası” yapılmasının; * İlköğretim okullarında mescitler açılmasının ve din kültürü öğretmenlerinin, öğrencileri Fethullah Gülen kitaplarını okumaya zorlamalarının; * İlköğretim 4. sınıf sosyal bilgiler kitabının konu örneklerinde Zaman gazetesinin internet sitesine yer verilerek bu gazetenin reklamının yapılmasının; * Kamu ihalelerine ilişkin dağı tımlarda bir cemaatten olmanın öncelik sağlamasının; * Dinin ticarete doğrudan araç kılınarak tesettür giysileri satılırken dine uygunluklarını anlatmak için ayet ve hadisler okunmasının; * İşe alma sınavlarında dinsel ağırlıklı ve özel yaşama ilişkin sorular sorulmasının; * Bazı AKP’li belediyelerin birimlerinde “türbanı” resmi bir üniforma haline getirmelerinin; * İlköğretim okullarına yardımcı kitap olarak önerilen “Belirli Günler ve Haftalar” kitabında Atatürk’e, Cumhuriyete, 19 Mayıs, 29 Ekim, 23 Nisan’a yer verilmemesinin yadırganacak bir tarafı yoktur. Çünkü, kadroları ile eğitim kurumlarımızda, çocuklarımızın ve gençlerimizin düşüncelerini koşullandırmak için uzun zamandan beri işbaşında olan; son on yılda yazılı ve görsel medyada önemli bir yer kapan ve yerel, ulusal yayın organlarını, radyo ve televizyonları kullanarak propagandalarını yaygınlaştıran, ayrıca şimdi nerede ise devlet bütçesine denk bütçelerle içerdendışardan aktarılan maddi olanaklarla denetlenemeyen bir ekonomik güç de kazanan “irtica iktidardadır’’ ve dini bir siyasal silah olarak kullanmaktadır. Türban Neyi Simgeliyor? T ürban tartışması Avrupa’da alevlenmeye başladı. Almanya’da “uyum” için türban takılmaması gerektiği belirtiliyor, İngiltere ve Fransa’da kamu kuruluşlarında veya okullarda başta türban olmak üzere, dini sembollerin kullanılması yasaklanıyor. Bu tartışma Türkiye’de ise yıllardır yaşanıyor. Ancak bunun nedenlerini Avrupa’daki uyum gerekçesi ile karıştırmamak gerek. Türkiye’de bir kesim, “türbanın kadını özgürleştirdiğini” savunuyor; üstelik bu savunu, genelde erkekler tarafından gerçekleştiriliyor ve sıkmabaş kadınlar da bu savunuya büyük destek veriyor. Bir diğer kesim, türbanın siyasal bir simge olduğunu ifade ediyor ve kamu kurum ve kuruluşlarında kullanılmaması yönünde görüş bildiriyor. İlk görüş “doğru”. Çünkü kadını ikinci sınıf insan sayan bu yaklaşım, kadının sokağa çıkabilme şartı olarak “örtünmeyi” getiriyor. Bir diğer ifadeyle tesettüre bürünen kadın, “sosyalleşebil Ali BULUNMAZ mesinin” koşulu olarak türbanı savunuyor. Örtünme aynı zamanda, bir kadının kendisi gibi türban takan diğer kadınlar arasında “dayanışmanın” oluşmasını sağlıyor. Ancak buradaki sorun, dini görüşler nedeniyle örtündüklerini belirten kadınlar, dinde tesettüre bürünme veya türban takma gibi bir şartın bulunmadığını; bunun din “yorumcularının” ve sömürücülerinin yarattıkları “geleneklerden” ve uygulayagelişlerden kaynaklandığını kabul etmek istemiyor. Çünkü kadınlar bu uygulanagelişlerin, kendilerini edilgin kılan yönüne değil; “özgürleştirme” yönüne vurgu yapmayı tercih ediyor veya etmeleri isteniyor. “Türban yasağı kaldırılsın” ya da “Zulüm devam ediyor” gibi sloganlarla sokaklara dökülenler veya üniversite yollarını aşındıranlar, sanki türban tüm yaşamda yasakmış/şimdilerde Tunus’takine benzer şekilde yasaklanıyor gibi bir hava estirmeye çalışıyor. Buna kimi “özgürlük” ve “demokrasi” savunucuları da katılıyor. Bu kişiler dincilerle birlikte “laiklik adına (ki başörtüsü demeyi tercih ediyorlar) türbanın yasaklanması, kişi hak ve özgürlüklerine aykırıdır” ifadesini dillendiriyor. Bu söylem komik olmakla beraber düşündürücü de. Komik çünkü, türban takan kadınlarımızın ve genç kızlarımızın sayısında hızlı bir artış bulunmakta; kimse türbanlılara, örtünenlerin örtünmeyenlere yaptığı gibi “neden” diye sormamaktadır. Düşündürücüdür çünkü, sanki laiklik insanların inanç özgürlüklerini engelliyormuş gibi bir noktaya gelinmektedir. Oysa laiklik, inançlardan doğan hiçbir hak ve özgürlüğü yasaklamadığı gibi, tüm inananların ya da inançsızların hak ve özgürlüklerini kollamaktadır. Ancak bunu başka yerlere gö türüp, türbanı “özgürlükle” eşdeğer görmek ve laikliğin hak ve özgürlükleri engellediğini ileri sürmek, en sonunda da “1930’lardan kalma” olduğu ifade edilen laikliği savunmanın, “asıl irtica” biçiminde yorumlanması yalnızca konuyu saptırmaktır, demagoji yapmaktır. Kimi müsteşarların “Cumhuriyetin modasının geçtiğini, İslam devleti kurulması gerektiğini” düşündükleri ve kimsenin inancına kimsenin karışmadığı, ama karışıyormuş izlenimi yaratılan bir ortamda türban; Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi, YÖK, Danıştay ve üniversitelerle beraber birçok çağdaş kurumu ve cemaatleştirilmeye çalışılan toplumun tamamını “fethetmeye” yönelen zihniyetin kullandığı siyasal simgeden başka bir şey değildir. Türbanı “moda” sayanlar veya “yerel giysi” gibi gösterip başörtüsüne dönüştüren söylemi geliştirenler, kavram kargaşasından yararlanmaya çabalıyor. Beni cennet va’di ile avutma, O kalbimdir, çünkü sevgi elidir. Cehennemin azabıyla korkutma Korku nedir bilmez gönlüm, delidir... ? Milli Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulan laik Türkiye Cumhuriyeti Ziya Gökalp’in şiirinde kendisini bulmuştu; ama ne yazık ki tarikat ve cemaatler furyasında ulusal benliğini yitirdi... Bugünkü çağdaşlıkla irtica arasındaki çelişki “cemiyet” ile “cemaat” arasındaki tarihsel çatışmadır. “Cemaat”lerin egemenliği altına düşen bir Türkiye, Cumhuriyetin 83’üncü yılını kutlamaya layık mıdır?.. Kadını ikinci sınıf bir insan sayarak tesettüre mahkum eden cemaatin Atatürk’ün Çankaya’sına el koymasını demokrasinin gereği sayacak bir toplumda Cumhuriyetin 83’üncü yılı ne anlam taşıyor? Bu yazıyı başlıktaki soruyla noktalayarak bitirelim: Cumhuriyetin 83’üncü yılını kutlamaya gerçekten layık mıyız?.. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle