07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

KASIM CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Savaşa nasıl sokulduk? 28 Haziran 1914’te veliahdı Ferdinand’ın Sarayova’da öldürülmesi üzerine Avusturya, 28 Temmuz’da Sırbistan’a savaş açar. Bunun üzerine Rusya 31 Temmuzda seferberlik ilan ederken, Almanya da bunu bahane ederek 1 Ağustosta Rusya’ya, 3 Ağustosta Fransa’ya savaş ilan eder. Böylece emperyalist güçlerin dünyanın paylaşılması amaçlı kirli ve kanlı savaşı başlamış olur. Ferdinand’ın ölümü başta olmak üzere, tüm tarafların savaşa katılım için ürettikleri tüm gerekçeler, ölüme sürecekleri halklarını kandırmaya yönelik bahanelerden başka bir şey değildir. Bu bahanelerin bilançosu ise 39 milyon ölü olacaktır. Bu insanların annebabaları, çocukları, sevgilileri, hayalleri vardır ve emperyalist çıkarlar tüm bunları, bunlarla birlikte üretilmiş değerleri katledecektir. Bu yıkımdan en büyük payı alanlardan biri de Osmanlı topraklarıdır. 500 bin civarında sadece asker ölümü ve 1,5 milyar dolar civarında bir savaş gideri kaydedilmektedir. Ki bu korkunç fatura savaşa nasıl girdiğimiz ve niye girdiğimiz sorularının yeniden yeniden sorulmasını gerektirmektedir. Osmanlı Devleti emperyalist güçlerden biri olmamasına karşılık, İngiltereFransaRusya’ın oluşturduğu İtilaf Blokuna karşı AlmanyaAvusturya’nın oluşturduğu İttifak Blokunun üçüncü temel ayağı olacaktı. Kazansak bile bağımlılıktan kurtulamayacağımız bu savaşta ne işimiz vardı sorusunun yanıtını sonraya bırakıp, öncelikle savaşa nasıl sokulduğumuzu anımsayalım. Savaşın resmen başlamasından bir gün sonra, 2 Ağustos 1914’te Osmanlı Devleti, Almanya’nın bir gün önce savaşı başlattığı gerçeğidir. Dolayısıyla anlaşma, olası bir saldırıya karşı Osmanlıya güvence oluşturmak için değil, tersine saldırgan taraf Almanya’ya savaş yedeği olmak, resmen ilan edilmiş bir savaşa katılımı taahhüt etmek içindi. Cavit Bey, sonradan haberdar olduğu anlaşmadan, “lehimize hiçbir şey olmadığı halde, Almanya için devletin hayatını tehlikeye koyduğumuzun belgesi” olarak söz edecektir. Onun uyarıları üzerine 4 Ağustos’ta ek maddeler için başvurulan Wangenheim, bağlayıcı olmayan bir mektup vererek işi geçiştirecekti. ANLAŞMA DİRENCİ KIRAMIYOR 2 Ağustos anlaşmasıyla savaşta saf belirlenmişti, ancak bir dizi nedenle hem savaşa fiilen girilemiyor hem de anlaşma legalleştirilemiyordu. Hem içerisi hem de dışarısı bu oldubittiye hazırlanamamıştı. İlan edilen seferberliği bile organize edemeyen bir kargaşa içinde savaşa girebilecek asgari hazırlık yapılamıyordu. Üstelik anlaşmanın gizli tutulduğu bu süreçte Rusya da Osmanlı ile saldırmazlık görüşmeleri içindeydi. Diğer yandan Almanya’nın büyük özgüveni nedeniyle henüz açık bir basınç altında da değildi. Ancak Eylül başında Fransa’nın Marne’de sergilediği etkin direniş, Osmanlının savaşa katılımı için baskıları da beraberinde getirecekti. Almanların amacı bir an önce cepheyi genişletmek, işbirlikçilerinin amacı bir an önce savaşa dahil olup hayal ettikleri pasren Goeben ve Breslau zırhlıları Sadrazamın direncini kırmanın araçları olacaktı. Çanakkale önünde Enver Paşa’ya gönderilen giriş talebi, 10 Ağustos’ta, yine hükümetten ve belki de Talat’tan bile habersiz şekilde olumlu karşılanacaktı. Böylece kendi karasularındaki gibi bir rahatlıkla İstanbul’a gelen Goeben ve Breslau, sadece dışa karşı değil, Hükümet dahil içeriye karşı sürdürülen müsamereyi de deşifre eden bir faktöre dönüşecekti. Enver Hükümette, “bir oğlumuz oldu” açıklamasıyla işi oldubittiye getirmeye çalışacak, ancak gemilerin geri gitmesi basıncı ile karşılaşacaktı. Diğer yandan İtilaf devletleri gemilerin çıkarılması veya asker ve silahtan arındırılması yönünde bastıracak, aksi taktirde bunun savaş ilanı olarak kabul edileceğini söyleyecekti. Gemilerin gitmesi veya silahsızlanması şeklinde beliren Hükümet talebini Wangenheim’a ileten Said Halim, öfkeli bir azarlama ile karşılaşacaktı. Bu küstahlık varolan Hükümet içi krizi daha da arttıracak, ama hem işbirlikçilerin hem de Almanya’nın gücü karşısında onurlu bir tavır da geliştirilemeyecekti. Nihayet, Sadrazamın Wangenheim’a “bizzat bildirmek istemediği” çözüm, gemilerin satın alınması olacaktı. Halil Bey’e ait olan bu cin fikirle gemilerin isimleri Yavuz ve Midilli olarak değiştirilerek İtilaf’ın basıncı atlatılacaktı. Ama zırhlılar bayrak, mürettebat üniforma değiştirirken, kafasına fes geçiren amiral Souchon’un komutası değişmeyecekti. Dahası Souchon, 9 Eylül’den sonra tüm Osmanlı donanmasının başına geçecekti. Esasen o sırada, bir bütün olarak Osmanlıyı Alman Genelkurmayı yönettiğinden herşey ‘normaldi’! Bu gerçekliğin farkında olan Hükümet, özellikle de Sadrazam ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa, olası provakasyonlara karşı gemilerin Karadeniz’e çıkışını yasaklamıştı. Ancak ‘Osmanlı bahriyesini açık denize alıştırmak’, ‘atış talimi yaptırmak’ gibi bahanelerle ve yine Enver’in özel izniyle bu yasak delinecekti. Bu fiili gelişmenin soruna dönüşmesi üzerine “Wangenheim’ın Said Halim’e gönderdiği mektup, Osmanlı Hükümetinin Alman tutsağı haline geldiğini gösteriyordu. Elçi, Souchon’un ancak Almanlardan emir alacağı, Yavuz ve Midilli’nin gerçekte Alman gemileri olmaya devam ettiğini bildiriyordu” (S. Akşin) Bu keyfiyetle Yavuz ve Midilli yanında diğer Osmanlı gemilerini de alarak Karadeniz’e açılan Souchon, 29 Ekimde Rusya’nın Odessa, Sivastopol ve Kefe limanlarını bombalayıp ve gemilerini batıracaktı. Böylece Osmanlı, tarafsızlık görüşmeleri sürdürüyormuş gibi yaparken ve tabii yine hükümetin ve padişahın haberi olmadan savaşa giriyordu; üstelik ilan etmeden ve saldırgan olarak. Bu gelişme sadece İtilaf başkentlerini değil, bizzat İstanbul’u da şok eder. Öyle ki Said Halim ve 4 bakan istifa edecek, Talat ve Enver ise, durumdan haberdar olmadıklarına dair yemin edecektir. Talat sonradan, “bu hadiseden hiçbirimiz önceden malümattar değildik. Fakat herkes gibi ben de Enver Paşa’nın haberi olduğuna kani idim” diye yazacaktır. HALKI ÖLÜME SÜRENLER KAÇIYOR Tüm bu süreçte Enver’i, “Alman isteklerinin sadık bir uygulamacısı durumunda görüyoruz. Gerçekten Almanlar, Avrupa’da savaş alanındaki yüklerini hafifletebilmek için Osmanlıların bir an önce savaşa girmesini, böylelikle üzerlerine İtilaf ordularını üzerlerine çekmelerini istiyorlardı. Enver de, Almanya’nın zaferine güvendiği gibi, barış olduğunda bu zaferin meyvelerinden en geniş ölçüde yararlanabilmek için Osmanlının tam sadık bir müttefik rolünü oynaması gerektiğine inanmıştı” (S. Akşin). Enver Paşa’nın anlayamadığı şey, Almanya’nın dost değil emperyalist bir ülke olduğu ve yalnızca kendi çıkarları için savaştığı gerçeğidir. Dolayısıyla Duyunu Umumiye yöneticisi Sir Adam Block’un da ifade ettiği gibi, eğer Almanya kazanırsa Osmanlı eski günlerine dönmeyecek, “Alman kolonisi olacaktı”. Herkesin herkesten kuşkulandığı bu komplocu atmosferde, başta Talat olmak üzere Almancılar sonuçtan memnundu; çünkü savaş artık başlamıştı. Nitekim tüm Alman Askeri Heyetinin sınır dışı edilmesi talebinin karşılanmaması üzerine Rusya, 1 Kasımda Kafkasyadan saldırıya geçer, İngiltere ve Fransa da 5 Kasımda Osmanlıya savaş ilan ederler. Meşru karar süreçleri içinde çalışmayan Osmanlı devlet aygıtının bu üç ülkeye resmen savaş açması ise ancak 11 Kasımda gerçekleşecektir. Bu arada Almanya’dan 5 milyon Osmanlı Lirası avans alınırken, Padişah da, halife sıfatıyla cihatı ekber (büyük cihat) ilan edecekti. Tabii bu “alafranga cihata” itibar eden olmayacaktı. Almanya, Avusturya ve tabii Balkan savaşlarının taze anılarına karşın Bulgaristan’ı içermeyen bu ‘cihat’, dinin ahlaksız ve emperyalist amaçlara nasıl alet edilebildiğini göstermenin çarpıcı bir örneği olacaktı. Mustafa Kemal’in daha sonra İzmir İktisat Kongresindeki konuşmasında da değineceği gibi, “milletin hakimiyetine sahip olmaması yüzünden” milyonları ölüme ve yıkıma sürükleyecek olan savaşa başlanmış olacaktır (B. Tanör). Savaş yenilgiyle sonuçlandığında ise, halkı ölüme süren İttihatçılar, 2 Kasım 1918 gecesi Alman denizaltısıyla kaçacaklardı. C İşler Kızışırken 13 ve Türkiye arasındaki AB Kıbrıs anlaşmazlığı birliğin genişleme başarısızlığıyla mı sonuçlanacak? Bir tarafta arap saçı Kıbrıs meselesi diğer tarafta giderek uzaklaşan bir Türkiye arasında nasıl bir tutum belirleyecek AB? Kıbrıs meselesi çözümsüzlüğe doğru tam gaz gidiyor. AB Dönem Başkanı Finlandiya “saf niyetlerle” Kıbrıs karmaşasını bir hafta içinde çözmeyi planlıyor. AB Komisyonu 8 Kasım’da İlerleme Raporu’yla birlikte yayımlayacağı Strateji Belgesi’ne son ana kadar herhangi bir değerlendirme koymayacakmış. Finlandiya’nın önümüzdeki hafta taraflar arasında yapacağı görüşmelerin sonucu bekleniyor. Bu da “Büyük Kıbrıs Oyunu”nun başka bir perdesi; “Biz elimizden geleni yaptık ama taraflar uzlaşmadı”. Kim “hayır” derse ya da ayak sürürse Kıbrıs suçu onun üstüne kalacak. Tarih bir günde büyük siyasi kararlarla değişikliğe uğrayabilir. Hatta dünyayı onbeş dakikada bile değiştirebilirsiniz. Ancak bu değişimi tetikleyecek parametreler hazır değilse durum siyaset oyunundan öteye gidemez. Şimdi Brüksel tiyatrosunda bu oyununun sahne hazırlıkları sürüyor. Basına sızdırılan raporlar, kulis haberleri, çelişkili, kaçamak açıklamalar, gerginliği artıran bir bekleyiş.. Tümü önümüzdeki hafta sahneye konacak bu büyük siyaset oyununun ön hazırlıkları. Bilenler bilmeyenlere, duyanlar duymayanlara söylesin. Bu oyunda yeni birşey yok. Maskelerin arkasına saklanan zavallı aktörler büyük sözler savuracak ortaya. Sonra bedenlerinin titremesini önlemek için belki oyun sonrası bir iki kadeh atarlar. “Kıbrıs ne olacak?” diye soruyorsunuz. Kıbrıs sorununda kı sa, orta ya da uzun vadede herhangi bir çözüm olmayacak. Buna ne siyasi ortam ne de tarafların tutumu elveriyor. Kıbrıs Türkiye’nin AB üyeliğinde ister ön koşul ister son koşul olarak getirilsin; AB yolu Türkler için giderek karanlığa gömülüyor. Kıbrıs meselesini yüzüne gözüne bulaştıran, Ermeni meselesini dayatan, Kürt sorununu kullanan bir birliğe belki de üye olmak istemeyecek Türkler. Son anketlere göre Türk halkının AB’ye pek de güvenmediği ortaya çıktı. AB kamuoyunun Türkiye korkusu da cabası. Halkları birbirinden uzaklaştıran siyaset bunun sonuçlarıyla karşılaşınca durumu geri döndürmek için hangi projeyi kullanacak? Kıbrıs sorununda sadece Türkiye ve KKTC boğulmayacak. Ayağına dolaşmış bu meseleyle AB de aynı girdabın içinde. Büyük sözlerle savundukları Türkiye’nin AB üyelik süreci darbe alırsa bu, AB’nin genişleme projesindeki stratejik başarısızlık olacak. ABTürkiye arasındaki Kıbrıs geriliminden önümüzdeki hafta büyük olasıklıkla kaydadeğer bir sonuç çıkmaz. AB Komisyonu taraflar arasındaki çözüm görüşmelerinin sürdüğüne dikkat çekerek Türkiye’nin Güney Kıbrıs’a limanlarını açmamış olmasına yönelik değerlendirmeyi aralık ayındaki AB doruğuna bırakabilir ya da bir iki başlığın askıya alınmasını önerebilir. Türkiye ile bir Kıbrıs krizi istemediklerini tekrarlayan AB liderlerinin o günkü ruh halleri nasıl olur bilinmez ancak AB, her zamanki tutumuyla “son dakika siyasetini” başarıyla tamamlamış olur. Kıbrıs meselesinde tarafsızlığını koruyamayan AB yürüdüğü kaygan zeminde Türkiye’yi de sarsıyor. Bize ise, tarihin AB’yi Kıbrıs konusunda nasıl yargılayacağını izlemek kalıyor. Raporda Kıbrıs vurgusu ELÇİN POYRAZLAR BRÜKSEL Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nun 8 Kasım’da yayımlayacağı İlerleme Raporu’nun son halinde, Kıbrıs konusunda Türkiye’ye yönelik sert eleştiriler yer aldı. Belgenin ‘‘Bölgesel Konular ve Dış İlişkiler’’ bölümündeki genel değerlendirmenin yanı sıra ilgili her başlıkta Türkiye’nin Güney Kıbrıs’a hava ve deniz limanlarını açmamış olması eleştirildi. Cumhuriyet’in gördüğü raporun Kıbrıs bölümünde Türkiye’nin Ankara Anlaşması Ek Protokolü çerçevesinde AB’ye yükümlülüklerini yerine getirmediği belirtilerek birliğin 21 Eylül 2005 tarihli karşı Kıbrıs deklarasyonuna atıfta bulunuluyor. Deklarasyondaki ‘‘Tüm üye ülkelerin tanınması, katılım sürecinin gerekli bir unsurudur’’ ifadesinin yanı sıra Türkiye’nin yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda ‘‘müzakerelerin bütününün etkileneceğine’’ yönelik ifadelere atıf yapılıyor. Güney Kıbrıs’la ilişkilerin normalleştirilmesi çağrısının yinelendiği belgede Türkiye, Rum kesiminin uluslararası örgütlere üyeliğinin engellenmesi nedeniyle eleştiriliyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün adada iki tarafa yönelik kısıtlamaların karşılıklı kaldırılmasını öngören Kıbrıs eylem planına ilişkin ifadelerinin yer aldığı raporda, Ankara’nın çözüme yönelik olumlu çabaları övülüyor. Raporda AB’nin, KKTC’nin tecridinin kaldırılmasına yönelik yükümlülüğüne atıf yapılıyor. Türkiye’nin müzakere sürecinde 33 başlıkta taramasını tamamlamış olması nedeniyle başlıklara ilişkin ayrıntılı değerlendirmenin yer aldığı raporda, her ilgili başlıkta Kıbrıs konusunda eleştiriler getiriliyor. Kıbrıs vurgusunun sıklıkla yinelendiği başlıklar şunlar: Malların Serbest Dolaşımı: Türkiye’nin sınırlı ilerleme sağladığı belirtilen raporda, AB ve Türkiye arasında malların serbest dolaşımının henüz bütünüyle uygulanamadığı ifade ediliyor. Raporda, Güney Kıbrıs bandıralı gemi ve uçaklara yönelik kısıtlamalar nedeniyle malların serbest dolaşımı üzerindeki engellerin kaldırılması isteniyor. Gümrük Birliği: Türkiye’nin Güney Kıbrıs’a limanlarını açması konusunda ilerleme sağlanmadığı belirtilerek Türkiye’nin gümrük birliğini tüm üyelere uygulaması isteniyor. Türkiye’den serbest ticaret alanları, gümrük vergilerinin düşürülmesi konularında AB müktesebatına uyması isteniyor. Ulaştırma Politikası: Türkiye’nin ulaştırma politikalarında uyum konusunda ilerleme sağlandığı belirtiliyor. Raporda, ‘‘Kıbrıs Havayolları’’ ve diğer Güney Kıbrıs ulaştırma şirketlerinin Türk hava sahasını kullanması konusunda hiçbir ilerleme olmadığına dikkat çekilerek Türk ve Rum sivil havacılık yetkililerin iletişiminin kısıtlanması eleştiriliyor. Güney Kıbrıs bandıralı gemilere yönelik kısıtlamaların kaldırılması konusunda adım atılmadığı ifade ediliyor. Türkiye’den malların dolaşımı konusunda tüm engellerin kaldırılması isteniyor. Dış İlişkiler: Türkiye’nin, malların serbest dolaşımına izin vermek zorunda olduğu, Rum gemilerine kısıtlamaların Ortaklık Anlaşması’na aykırı olduğu belirtiliyor. Ortak Dış Savunma ve Güvenlik Politikası: Türkiye’nin, Güney Kıbrıs’ın uluslarası örgütlere katılımını engellediği belirtilerek Rum kesiminin BerlinPlus anlaşması temelinde ABNATO stratejik ortaklığı ve silah ihracatına ilişkin Wassenaar Anlaşması’na katılamadığı belirtiliyor. ya ile “Savunma İçin İşbirliği” adıyla gizli bir anlaşma imzalayacaktı. Aynı gün hem genel seferberlik ilan edecek hem de ayak altında dolaşmasın diye Meclisi Mebusan’ı tatile sokacaktı. Anlaşma garip bir şekilde Alman Büyükelçisi Wangenheim ile EnverTalat Halil (yani İttihat’ın Almancıları) ve Sadrazam Said Halim Paşa arasında gizlice yapılacaktı. Sadrazam’ın bu süreçteki duruşu oldukça iğretidir; şöyle ki her kritik dönemeçte göstereceği gibi savaşa karşıdır; ancak makamını çok sevmekte ve gelişmelerin gösterdiği gibi zayıf iradelidir; bu nedenle de hem itiraz belirtmekte hem de sürecin peşinde sürüklenmektedir. Esasen sürece katılımı da, savaşa dahil olma amacındaki İttihatçıların, hükümetin başı olarak imza yetkisine ihtiyaçları nedeniyledir. Bu nedenle Sadrazamı işe dahil eden WangenheimEnverTalatHalil dörtlüsü, İttihatçı iktidarın muktedirlerinden Cemal Paşa ile İttihatçıların ekonomik aklı Cavit Bey’i, bu sürece olan rezervleri nedeniyle anlaşmadan haberdar bile etmezler. Özetle milyonları ölüme ve İmparatorluğu yıkıma götürecek olan anlaşmadan ne kurum olarak Hükümetin ne de Padişahın haberi olacaktı. Yani ne demokratik meşruiyet ne de monarşik meşruiyet açısından durumun izahı yok. O kadar illegal ki, Maliye Nazırı Cavit Bey durumu sorduğunda, “yemin ettik söyleyemeyiz!” yanıtını alacaktır. Anlaşmanın maddeleri de, benzeri anlaşma örnekleri açısından garipti. Buna göre Almanya Rusya ile savaşa girerse Osmanlı da savaşa girecekti. Savaş halinde Osmanlı kuvvetlerini Alman askeri heyeti yönetecekti (B. Tanör). Kuşkusuz anlaşma, saldırıya uğraması halinde Almanya’nın da Osmanlıyı savunmasını taahhüt ediyordu, ama buradaki asıl sorun Alman tadan paylanmaktı. Oysa manipülasyonla sürece dahil edilen Sadrazam anlaşmanın gereği olarak savaşa katılmayı engelleyen bir tutum sergiliyor. Talat’ın anıları bu durumun yarattığı gerilimi yansıtır: “..Anlaşmaya göre derhal harbe girmemiz icap ediyordu. Sadrazam derhal harbe girmek niyetinde olmadığı için her iki (Alman, Avusturya) sefiri de oyalıyordu. Ben ve arkadaşlarımın bazıları ise, bu hali memleketimizin menfaatlerine uygun bulmuyorduk; çünkü bir taraftan yapmış olduğumuz bir anlaşmayı ihlal ediyor, diğer taraftan ise Almanya’ya karşı sempatimizi açığa vurmakla tarafsızlığımızı suistimal etmiş oluyorduk” (T. Çavdar) Görüldüğü gibi Talat Paşa, kendine dair, ‘memleketin çıkarlarına’ ve ‘hukuka’ son derece bağlı bir yönetici tablosu çiziyor. Ne ki Sadrazam bu baskılara rağmen savaşa girmeyi engellemektedir. Bu durum, daha önce Said Halim Paşa yedeklenerek gerçekleşen komplonun, bu kez onu da dışarıda bırakarak sürdürülmesiyle aşılacaktı. KOMPLO ÜSTÜNE KOMPLO Sadrazamın Osmanlı tebaasının ölüm cephelerine sürülmesine yönelik dizginsiz basıncı durdurma iradesi ancak 2 ay başarılı olacaktı. Nihayet 29 Ekim günü, Alman komutasındaki Osmanlı bayraklı savaş gemilerinin Rus limanlarını bombaladığını şaşkınlıkla öğrendiğinde, gücünün gerçek sınırlarını görmüş olacaktı. İktidarda böylesi güçlü bir Alman işbirlikçisi kanat varken, Osmanlı hükümetinin, Almanya’nın giderek artan savaş yükünü paylaşmamak gibi bir seçeneği olamayacaktı. Kovalandığı için Çanakkale’den içeri gi
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle