Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 OKURLARA İBRAHİM YILDIZ C olaylar ve görüşler 24 KASIM 2006 CUMA Türkçe Konuşan Ülkeler Zirvesi... ürkiye, 17 Kasım 2006’da Antalya’da yapılacak olan “Türkçe Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Doruğu’na” (zirvesinde) hazırlanıyor. Sayın Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in Türk cumhuriyetleri liderlerini bir araya getirme girişimini kutlamak gerekir. Çünkü, Avrupa Birliği ve öbür Batı ülkeleri tarafından Türkiye’ye karşı toplu ve haksız baskıların arttığı bir dönemde, Türkiye’nin dost devletlerin yardımına, özellikle de ‘Türk Dünyası’nın yardımına gereksinimi var. Ancak bugünkü dünya koşullarında emperyalist güçlerin denetim altına almak istedikleri ülkelere karşı çokuluslu şirketlerle beraber hareket ettiklerini düşünürsek, ‘Türk Dünyası’ndan gelecek desteğin yalnız Türkiye için değil, bütün Türk ülkeleri için birbirleriyle ve üçüncü ülkelerle ilişkilerinde gerekli olduğunu söylemeliyim. Yani ‘Türk Dünyası’ ülkeleri daha gerçekçi yaklaşımlarla birlik içinde, bir arada olmalıdır. Tersi durumda küreselleşme, mevcudiyetlerinden kalıcılıklarına (bekalarına) kadar her yönden Türk devletlerini tehdidi altına alacaktır. Gerçekleşecek olan doruğun asıl amacı, geçmişte yapılmış olan zirvelerin de amaçladığı üzere, Türk cumhuriyetlerinin siyasal, ekonomik ve kültürel alanda birleşmesine ve sonuçta uluslararası toplum tarafından görüşleri dikkate alınan bir ‘Türk Birliği’ kurulması yolunda büyük bir adım atmaktır. Ancak, önümüzdeki dorukta kalıcı ve gerçekçi bir başarı elde edileceğine ilişkin tereddütler de vardır. Çünkü geçmişte yapılmış olan dorukların sonuçlarına bakarsak, toplantılarda ele alınan sorunlar ve öne sürülen çözüm önerileri genellikle sözde kalmıştır. Böyle bir durumun oluşmasının en büyük nedeni ise 90’lı yıllardan günümüze kadar Türkiye’de iktidara gelen ve dünya arenasında ‘Türk Dünyası’nın çıkarlarının savuncusu olamayan hükümetlerdir. Çünkü liberal ekonomi, sosyal düzey, demokrasi, serbest pazar ekonomisi ve uluslararası deneyimler dikkate alındığında bütün Türk cumhuriyetleri içinde en gelişmiş ülke olarak kabul edilen Türkiye, kendinden bilgi ve deneyim ak PENCERE ‘Atatürk Suçlu!..’ Kamuoyu Vicdanı aşbakan Tayyip Erdoğan, “Cumhurbaşkanı bu Meclis içinden seçilecektir” diyor. TBMM’nin çoğunluğu AKP’nin elinde. Seçimlerde 40 milyonun üzerinde oy kullanıldı. AKP’nin aldığı oy 11 milyon civarında. Her 4 kişiden birinin hükümeti durumunda. Bu tablo karşısında seçilecek Cumhurbaşkanı çoğunluğun istediği bir Cumhurbaşkanı olabilir mi? Halkın içine sinmeyen bir seçim olursa, Cumhurbaşkanlığı makamı tartışılır duruma düşecektir. Türkiye’nin en büyük gereksinimi olan istikrar ve huzur ortamı zedelenirse, “Ben istediğimi yaparım” anlayışı kime yarar sağlar? Önümüzdeki günlerde Cumhurbaşkanlığı seçimi gündemin ilk sırasında yer alacaktır... Eski Cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’in konuyla ilgili düşünceleri önemlidir. Uyarıcı ve yönlendirici konuşmalarını her platformda sürdüren Demirel, arkadaşımız Leyla Tavşanoğlu’nun konuğuydu. Yayımladığımız söyleşilerden çıkarılacak çok ders var.. ??? Halk desteğini yitirmiş bir parlamentonun Cumhurbaşkanını seçmesinin sakıncalarını söyleyen CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da yeni bir öneriyi gündeme taşıdı. Baykal, Başbakan’a çağrı yaparak mart ayında erken seçime gidilmesini, yeni parlamentonun da Cumhurbaşkanını seçmesinin daha doğru olacağını söyledi. “Nisan ayına kadar bu konuda konuşmayacağım” diyen Başbakan Erdoğan’ın tavrının nasıl olacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz... ??? Geçen hafta Milli Eğitim Şurası yapıldı. Medyada izlemişsinizdir. Şurada boş koltuklar ve uyuyanların çoğunluğu dikkat çekti. Katılım ise düşüktü. AKP dışındaki katılımcılar toplantıyı terk etti. YÖK, TÜSİAD, TİSK, DİSK gibi kuruluşlar, 17. Milli Eğitim Şurası’nı eleştiren açıklamalar yaptılar. Eleştirilerin temel noktası, “bilimsellikten uzak, imam hatip liselerinin önünü açmaya yönelik ve laik eğitime darbe” şeklindeydi. ??? Tarikatlar ve radikal İslamcı örgütler “iç tehdit” unsuru olarak sürekli devlet güvenlik birimlerinin gündeminde yer alıyor. Devlet arşivlerindeki tarikatlar ve radikal İslam araştırmasını Mustafa Balbay’ın kaleminden haftaya okurlarımıza sunacağız. T Ali KÜLEBİ TUSAM Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi Başkanvekili şağıda okuyacağınız yazı 12 Nisan 1991’de bu köşede yayımlanmış; dostum Engin Aydın geçen hafta sonu bir kopyasını bana verdi... 91’den bu yana 15 yıl geçti; Atatürk düşmanlığı daha da koyulaştı, yoğunlaştı, iktidara geçti; Türkiye elden çıktı, çıkacak... Yazı güncelleşti, biraz kısaltarak bir kez daha yayımlamayı düşündüm... Yazının adı: “Atatürk Suçlu!..” ? Sağa sola bakıyorum, gazete, kitap, dergi okuyorum; Atatürk’e saldırı, taşlama, yergi, eleştiriden geçilmiyor; anlıyorum ki Atatürk büyük suç işlemiş... Niçin? ? Çünkü dünya görüşünde, evrene bakış felsefesinde, ideolojik içeriğinde ‘Aydınlanma’yı yeğlemiş Atatürk, ‘Akıl inançtan, bilim dinden bağımsızdır’ demiş. A benim canım Mustafa Kemal’im, uygarlığın ışığına neden yüzünü dönersin? İran’a bak, Suudi Arabistan’a bak!.. Bırakaydın, bağnazlığın dipsiz kuyusunun bostan dolabında dönenseydik. En büyük suçunu ‘Gerçek yol gösterici bilimdir’ diyerek işledin. Atatürk suçlu... “Vatanın bağrına düşman dayamışsa hançerini” Gazi Paşa görmezlikten geleydi; “İngiliz muhibbi” olaydı, “Amerikan mandacılığı”na sarılaydı; “Ya istiklal ya ölüm” deyip ortalığa atılarak pişmiş aşa neden soğuk su kattı? Atatürk suçlu... Osmanlı, Sevr Antlaşması’nı kuzu kuzu imzalamışken bizlere Konya Ovası yetmez miydi? Denizi zaten sevmeyiz, dağların gerisine çekilip bozkırda otururduk. Eloğlu vatanın minarelerine çan takar, bizim cami yaptırma dernekleri de Haymana bölgesinde çalışmalarını yoğunlaştırırdı. Nemize gerek İstiklal Savaşı? Nemize gerek İzmir, Aydın, Edirne, Çanakkale, İstanbul? Nemize gerek Lozan, a Mustafa Kemal Paşa? Atatürk suçlu... Sevgili Mustafa Kemal, kadın hakları senin neyine? Bak, şimdilerde genç kızımız başına türban dolarken sana da verip veriştiriyor. Yurttaşlık Yasası çıkardın, erkek karısını iki sözcükle boşayamıyor; ama kadın kara çarşafa girip sana beddua ediyor. Hukuk devrimini neden yaptın Kemal’im? Atatürk suçlu... Çünkü cumhuriyeti ilan etti. Haydi padişah efendimize kıydı, hilafete neden dokundu? Laik devletten daha büyük günah olur mu şu darı dünyada Gazi Kemal’im?.. Atatürk suçlu... Osmanlı’nın cengâverliğinden bizi soyutladı; 1923’ten bu güne “Yurtta barış, dünyada barış” diye yaşamak erkekliğimizi öldürmedi mi? Biz korkak mıyız a Gazi Paşa? Savaşçılıktan nasıl vazgeçeriz? Senin en büyük suçun barışçılık değil mi? Atatürk suçlu... Çünkü 1923’te kurulan cumhuriyete 1925’te başkaldıran Şeyh Sait’e el sürmeyecekti; hilafetçi Saidi Nursi’yi başkente buyur edip devletin başına oturtacaktı. On bir yıl süren savaşlardan sonra temelini attığı devleti, İngiliz işbirlikçisi şeyhlere, aşiret reislerine, seyyitlere lokma lokma sunarak, parça parça edecekti. A benim Mustafa Kemal Paşam, ayaklanmalara karşı neden beyaz teslim bayrağını çekmedin de üstlerine yürüdün? Atatürk suçlu... Öyle bir cumhuriyet kurmuş ki, bir türlü yıkılmıyor. 21’inci yüzyıla yaklaşıyoruz, devleti Amerika’ya teslim edemedik, parçalayamadık; bu yüzden Gazi’ye çok kızıyoruz, cumhuriyetin harcını sağlam karmış diye öfkeleniyoruz. Atatürk suçlu... Yetmiş yıl önce bağımsız bir cumhuriyet kurmuş, bize bırakmış; yarım yüzyıldan beri laik cumhuriyeti çağdaş demokrasiye yakışır bir düzeye getiremedik; bu yüzden öfkelendikçe yarım yüzyıl öncesine dönerek Atatürk’e veriştiriyoruz. Atatürk suçlu... Çünkü canım Mustafa Kemal, bizim adam olacağımızı sandı, biz cüdam olduk; başımızı dik tutacağımıza, Ortadoğu’da “süper yabancı devlet”in taşeronluğuna soyunduk; içimizdeki aşağılık duygusunu Atatürk’ü eleştirerek gidermeye çabalıyoruz. B tarma konusunda beklentisi olan ülkelerde hayal kırıklığı yaratmıştır. Bu görüşün nesnelliğinin (objektifliğinin) kanıtı olarak da şunları söyleyebiliriz. 90’lı yılların başında bağımsızlığını ilan eden Orta Asya Türk cumhuriyetleri, Türkiye ile birlikte büyük başarılar elde edeceklerini ümit etmişler ve Türkiye’ye yaklaşmanın sevincini uzun süre yaşamışlardır. Aynı zamanda Türkiye’yi uyum (entegrasyon) sürecinin “lokomotifi” olarak gören Orta Asya Türk cumhuriyetleri, uluslararası arenada kendilerine yakışır yerlere ulaşma yolunda Türkiye’den büyük yardımlar bekliyorlardı. Bunun yanında Türkiye’yi bir model olarak görüyorlardı. Ne var ki vizyon sahibi olmayan, yandaşlarının basit çıkarlarına öncelik veren dönemin hükümetlerinin dış politikada yaptıkları ciddi hatalar sonucu, ‘Türk Birliği’ yolunda önemli fırsatlar kaçırılmıştır. Böyle bir birlik şansı, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın 2000 yılında New York’ta yapılan “Milenyum Doruğu” sırasında Türkiye ve Özbekistan cumhurbaşkanlarının ikili görüşmesinde doğmuştu. Bu ikili görüşme sonucunda elde edilen büyük başarı, yani canlanabilecek platforma getirilen hükümetler arası diyalog ile ortak ekonomik ve sosyalkültürel işbirliği olanakları, geçen yıl AKP iktidarının aldığı bir kararla, başka bir söyleyişle “bir imza ile” yok edildi. Gelecek tasarımı olmayan, adeta okyanusta kendini dalgalara teslim etmiş, yalpalayan bir sandal örneği bir dış politika izleyen AKP hükümeti, Avrupa Birliği’ne üye olma yolundaki “boş hayalleri” yüzünden, deyim yerindeyse “Batı’ya iyi gözükeceğim” diyerek Orta Asya’yı tamamen ihmal etti ve kardeş Türk cumhuriyetleri üzerinde Batılı ülkelerce oynanan oyunlara seyirci kaldı. Bunun en somut örneklerinden birini ise geçen yıl yaşadık. Özbekistan’ın zor zamanlarında, yani 2005 yılında meydana gelen ‘Andi can Olayları’ sırasında ve sonrasındaki süreçte, Türkiye yazık ki Özbekistan’ı yalnız bıraktı, hatta karşısında yer aldı. İktidar bu bağlamda, Andican olaylarındaki gerçekleri iyice analiz etmeden bazı muhaliflere Türkiye’nin kapılarını açtı. İktidar, yine Avrupa Birliği’ne “şirin” gözükme uğruna 2005 Kasım ayında Birleşmiş Milletler’in aldığı, ‘Andican Olayları’nda Özbekistan hükümetini suçlu olarak gösteren karara “evet” oyu vererek Özbekistan’ı Türkiye’den daha da uzaklaştırdı. A SEZER’İN GİRİŞİMİ Ne var ki Türkiye’de son yıllarda iyice belirginleşen, derinleşen devlet ve hükümet politikaları arasındaki uçurum ve devletin Türk ulusunun çıkarlarına uzun vadede ve gerçekçi yaklaşımlarla sahip çıkması olgusu bu sefer de söz konusu oldu. AKP’nin izlediği politikanın aksine, Sayın Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov’u 17 Kasım’daki doruğa davet ederek ÖzbekistanTürkiye ilişkilerinde zarar gören köprüleri onarmaya çalışması bu durumun açık bir göstergesidir. Aslında temelde ortaya çıkan, bilinmesi gereken sorun şudur: ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri Özbekistan’a Türkiye gibi “kardeş devletimiz” diyerek hiçbir zaman hitap etmemişlerdir. Onlar Özbekistan’ı sadece “bölgedeki kilit ülke, antiterör koalisyonunda stratejik müttefik” ve “önemli ortak” olarak görmektedir. Bu söylemlerin altında ise bir takım çıkarlar yatmaktadır. Batı’nın bu ikiyüzlülüğü ‘Andican Olayları’ndan sonra tam anlamıyla gün yüzüne çıkmıştır. Bugün Özbekistan’da yarın başka kardeş cumhuriyette aynı sorunlar yaşanabilecektir. Bu nedenle dış politikamızın gerçekçi doğrulardan oluşan bir temele süratle yerleştirilmesi gerekir. Paraya Dolanmış Müslümanlar uhammad Husayn Haykal “Muhammed’in Yaşamı” adlı güzel biyografisinde Peygamber’in ölümüne neden olan hastalığının başında 7 dinarı olduğunu ve ölümünde kendine ait bir paranın bulunmasından korktuğu için akrabalarından bu parayı fakirlere dağıtmalarını istediğini yazar. Ölümünden bir gün önce onlara istediğini yapıp yapmadıklarını sorar. Ayşe paranın kendisinde olduğunu söyler. Peygamber parayı getirip eline koymasını ister. Ve şöyle der: “Bu ne biçim şey, Muhammed, Allah’la böyle mi karşılaşacağım?” Pek çoğunun şaibeli parasal olaylara karıştığı anlaşılan bizim Müslüman politikacıların Peygamber sünnetine göre düzenledikleri(?) yaşamlarında bu hikâyeyi hiç bil M Prof. Doğan KUBAN medikleri anlaşılıyor. Peygamber’in gençliğinde tüccarlık yaptığını söyleyip hepsi tüccar olan bu politikacılar, peygamberliğinden sonra parayla hiç ilgisi kalmadığını nedense unutuyorlar. Sünnetin peygamberlikten önceki dönemini örnek alıp, ondan sonrasına kulak asmayanların yaptıkları söylenen takıyye, laiklik bağlamından çok Müslümanlık bağlamındadır. Peygamber’in Medine’de bir evi vardı. O evde her eşinin sadece bir hücresi vardı. Bu odaların kapıları açıktı. Bir gün odasının kapısına, gelen giden içerisini görmesin diye bir örtü koyan karısına, yapıya ya da onu süslemeye ilişkin şeylere yatırılan paranın en gereksiz harcama olduğunu söylemişti. Peygamberin evinin avlusu gelen gidene de açıktı. Peygamber’in bir başka sözünü de, kendilerine ev gibi mezarlar yapan sözde Müslümanlar herhalde bilmiyorlardır. ‘En iyi mezar bilinmeyen mezardır’. Mal ve mülklerini artırmak, ailelerini ihya etmek, ve dünyanın en zengin işadamları gibi yaşamak arzusunda olan, beş vakit namazlı bu müminleri, İslam tarihini bilen bizim gibi fakir laikler şaşkınlıkla seyrediyorlar. Hele paraya dolanmış tarikatholding sisteminin dinsel niteliği akıl alır gibi değil. Biz tarihimizde dervişleri halk arasında iyi bilinen ‘bir lokma, bir hırka’ deyimiyle tanımıştık. Kanımca evrim ku ramının en büyük kanıtı paraya tapan Müslümanlardır. Bu yeni dervişleri görseler, eski dervişlerin lokmaları boğazlarında kalır. Hırkalar arsa, apartman, şirket ve Mercedes filolarına dönüşmüştür. Aslında bizim gibi devre dışı kalmış laikler bu hikâyeleri de iktidar payandalarının gazetelerinde okuyorlar. Üstü örtülemeyen bir bataklık söz konusu. Sokakta rüşvetten haberi olmayan bir vatandaş yok. Herkes açıkta oynanan bu tiyatroyu eskiden Küçüksu çayırında oynanan ortaoyunu gibi seyrediyor. Herhalde demokrasi denen şey bu olmalı. Suç özgürce işlenmeli. Özgürce seyredilmeli. Özgür olduğu için de cezasız kalmalı. Türkiye’nin günlük yaşamına yansıyan idarei maslahat Dorian Grey’in portresine benziyor. kurgenc?yahoo.com OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ İyi haftalar... Nüfus Artışı, Göç ve Toplumsal Şiddet ağlıksız, eğitimsiz nüfus artışları işsizliğin, yığılmaların, açlığın, kötülüğün, konutsuzluğun, umutsuzluğun, hüzünlerin, intiharların ve şiddetin habercisidir. Günümüzde bunları bir bir yaşamıyor muyuz? 1962 yılının o sonbaharında, Cağaloğlu’ndaki Zübük mizah dergisinin yönetimevine gitmiştim. Düşün Yayınevi’ydi burası. Kemal Tahir’le Aziz Nesin’in birlikte kurmuş oldukları bir kültür odağıydı. Dolambaçlı bir girişi vardı bu eski ahşap yapının. Birkaç odası bulunuyordu; o küçük pencerelerden giren gökyüzü ışığı, odaların o loşluğunu gidermekte güçlük çekiyordu. Bu az aydınlıklı odaların birinde, Aziz Nesin, saçları ak pak olmuş bir beyle konuşuyordu. Konuştuğu Bey’in adı Mansur Tekin’miş. Andre Maurois’in bir kitabını, “Fransa Faciası”sını dilimize kazandıran kişi. Aradan uçup giden zaman, mevcut sohbete derinlik ve genişlik kazandırmıştı. Sözler oraya buraya uçuşmuş da olsa, dönüp dolaştı, doğum ve nüfus sorusunun çengeline takıldı. O yıllarda Türkiye’nin nüfusu kaç milyondu? Oysa ki o yıllarda insan kalabalığı, kentleri ve dağları, deniz kenarlarını böylesine boğazlamamıştı! “İnsan Manzaralan” bu denli yoğunlaşmamıştı. Henüz günümüzün acılarını dokumamıştı. Ortam buyken, Mansur Te S Şakir BALCI kin Bey, sözlerinin bir yerinde, “En büyük vatanseverlik” demişti, “az çocuk yapmaktır. Fazla çocuk hem anaya babaya hem de devlete büyük yüktür. Hele o çoğalışlar eğitimsiz ve kültürsüz, niteliksiz olurlarsa?” Ülkemiz, sık sık tetiklenen ve korkunç ölümlere, zararlara neden olan deprem kuşakları (fay) üzerinde. Ama ne var ki bu faylar, doğum patlaması fayları kadar tehlikeli değil aslında. Günümüzde bu fayların getirmiş oldukları yıkımları ve acı manzaraları görüyor ve yaşıyoruz. Bu (o) yoksul kesimlerin doğurganlığı, ülkemizi bir ahtopot gibi kuşatmış, boğazlamış durumda. Oysa bu durum öylesine acayip ve ters ki, yoksul, azgelişmiş ülkeler nüfus artışı batağı içinde boğulurken, çırpınırken; nüfus sorunu yaşamayan, sanayileşmiş ülkeler de, akıl almaz buluşlara imza atıyorlar. Örnekse, eskiden elli kişinin yapmış olduğu bir iş, günümüzde, üç beş bilgisayar ya da bir iş makinesi ile yerine getirilmiş oluyor. Düşündürücüdür, azgelişmiş ülkelerde, bir yandan nüfus artışı öte yandan da, “makineleşmek” olayı yaşanıyor ve yaşanmaktadır. Çünkü çağımız, insan gücünün yerine mekaniği ve elektroniği ikame etmiş durumda; hatta çok hayret edilecek bir manzaradır ki artık insan gücü yerine robotlar kullanılmaktadır! Gerçek bir olay bu. Avrupalı bir firma Hindistan’da kâğıt fabrikası kuracakmış. Yazışmalar ve planlar yapılmış. Yapımcı firmanın mühendislerinden biri, “Baylar, size öyle bir kâğıt fabrikası kuracağız ki demiş, her tarafı otomatik, ekranlı ve dijital. Tüm fabrikayı düğmelere basarak yöneteceksiniz!..” Bu sözleri sakin sakin dinleyen Hintli yönetici, “Aman efendim” demiş ve acı acı gülmüş, “O düğmeler ve ekranlar da ne oluyor?.. Siz bize eski usul bir fabrika kurun. Çünkü bizde tümen tümen insan var...” Ülkemizde o “Şark” hâlâ egemen. Ülkemizde bu nüfus artışı ve yoğunluğu konusunda hâlâ boş yere konuşanlar var. “Bu artışlardan korkulacak ne var ki” diyorlar. “Nüfus artışımız o eskiye nazaran, yüzde 3’ten yüzde 2.5 civarında seyir ediyor.” Hayalci mugalatası, artış oranının yüzde 3 olduğu yıllarda nüfusumuz 25 milyondu, şimdilerde ise 70 milyon küsur. Mantıksal bir hesapla 25 milyonun yüzde 3’ü ile 70’lerin yüzde 2.5’inin getirisi elbette ki, nüfus artışımız azalıyor diyenleri yaya bırakmış oluyor. Zaten dünlere nazaran da o insan manzaralarımız ortada değil mi? Ama beri yanda da bazı fanatikler de hâlâ “Doğurun...” diye fetva üstüne fetva veriyorlar. Ardından da “Allah büyüktür” diyorlar. “Onların rızkını, okulunu, hastanesini, işini verir!” Peki ama Afrika’da, bazı geri kalmış ülkelerde, aç ve sefil, yüzlerine karasinekler konan, bir deri bir kemik kalmış o yavruların bu (o) halleri ne? Yine peki ama, o esirgeyen ve koruyan nerede?.. İstanbul başta, o diğer kentler de nüfus bakımından şiştiler. Kırsal kesimlerin işgaline uğradılar; uğramaktalar. Göç dalgası çılgınlığı kentleri değil dağları, taşları boğazlamış durumda. Bu akıl almaz yığılmaların azalacağını hiç kimse hayal etmesin. Kent varoşlan, bu gidişle, daha da ahtapotlaşacaktır. Bu göç olayı, eğitimsiz/niteliksiz durumuyla sürdükçe hiçbir yerde huzur ve sükun olmayacaktır. Acaba günümüzde huzur ve sükun var mı? Malthus, bu doğurganlığın formülünü vermişti bir zamanlar.. Yalnız ülkemiz değil, az gelişmiş diğer ülkeler de bu nüfus patlamasının altında eziliyorlar. Dün ve bugün... Öteki dünyada konuk olan Mansur Tekin Bey, o 1962 “Türkiye”sini değil de, dünyanın en büyük köyü olan Türkiye’nin bugünkü manzarasını görmüş olsaydı eğer, acaba başka daha neler söylemiş olurdu? CUMHURİYET 02 CMYK