29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

24 KASIM 2006 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Savaşa neden girdik? Erdoğan AYDIN ünya Savaşına niye girildiği sorunu genellikle çarpıtılmış, ‘yokedilme korkusuna karşı mazlumluk’ temelinde açıklanmıştır. Oysa İttihatçıların bu ‘mazlumluk’ söylemi altında, bu savaştan Osmanlıyı genişleterek diriltme arzusu yatmaktadır. Bu bağlamda İttihatçı savaşperverliği salt işbirlikçi zorunlulukla açıklamak doğru olmayacaktır. İçeride üretilen yayılma hayalleri de, savaşa katılımda temel bir etken olacaktır. Büyük savaşta paylaşılmak istenen Osmanlı, bu paylaşıma karşı mevcudunu korumaya yönelik bir strateji izlemek yerine, kendini paylaşmak isteyenleri paylaşmak hayallerine kapılmıştı. Öyle ki Abdülhamit’in, mevcudu Panislamcılıkla korumak kaygısı bir yana atılıp, yeniden genişleme hesaplarıyla davranılacaktır. Bir yandan Panturanizmle Asya’ya doğru genişleme diğer yandan Panislamizmle Mısır’ın geri alınması düşlenecektir. Eldekini onarmak ve korumak yerine Bakü’nün petrollerine Mısır’ın pamuğuna göz dikilecektir. Bu genişleme yönelimi Yavuz Sultan Selim’in de yeniden güncelleşmesini getirecektir. Tasviri Efkar’ın 20 Ekim 1914 tarihli başmakalesinde de yazdığı gibi, Yavuz’dan, “İttihat ve Terakki’nin kurucusu, halk deyimiyle pir’i ve üstadı” diye sözedilecek, Onun “istilacı ve cihangir duyguların(ın, Napolyon’unkinden farkla) meşru ve C 13 NATO Neye Dönüşüyor? D “İngiltere’yi zırhlıyı teslim etme ve Türkiye’ye borç verme yanısıra, Rusya’nın da otuz yıl boyunca Türkiye’ye saldırmama sözü” konularında belli bir mesafe sağlandığını, ancak Mısır’ı talepteki ısrarı sonucunda anlaşma sağlanamadığını söyleyecektir. Oysa Mısır’ı geri almak konusunda imparatorlukçu hırslara yenilmemiş, dahası Orta Asya’ya yönelik Turan hayallerine saplanılmamış olsaydı, hiç kuşkusuz o korkunç kırım ve yıkım gerçekleşmeyecekti. Ancak EnverTalatCemal üçlüsünün emperyal hayalleri vardı ve tam da bu nedenle onlar, savaş dışı kalmanın değil, savaşa kiminle ve ne elde ederek katılacaklarının arayışındaydılar. Bu çerçevede birbirini izleyen komplo ve şoven kışkırtmayla halkı savaş cehennemine atacaklardı. TTİHATÇI KILIKLI İMPARATORLUK RUHU Almanlarla yapılan 2 Ağustos Anlaşması görüntüde Rusya’ya karşı bir güvenlik önlemiydi.. Ama gerçekte açık bir saldırı stratejisinin ifadesiydi. Kuşkusuz Rusya’nın Osmanlı üzerinde emelleri vardı. Ancak Onlar, bu emperyalist emelden hareketle bir başka emperyalist emel sahibinin kuyruğuna takılıyor, dahası bizzat emperyalist bir politika izleyerek, Osmanlıyı yıkacak bir savaşa giriyorlardı. İmparatorluğun ruhu İttihatçı kılığında ayağa kalkmış, Alman militarizminin İ hakimane esaslara dayanmakta” olduğu yazılacaktır. Goeben’e Yavuz isminin verilmesi de bu ortamın sonucu olsa gerek. Rusya’nın boğazları ele geçirme niyetine, bunu etkisizleştirecek arayışlar yerine, Kafkasya’yı ve Turan’ı almak hayaliyle karşılık verilecektir. Emperyalist alt yapıdan yoksun bir gücün emperyalist politikalara yönelmesinin kaçınılmaz sonucu ise çöküş olacaktır. ÜVENLİKLE YAYILMA ARASINDA Osmanlı Devletinin bütün yolları denediği ve başka çaresi kalmadığında savunma amacıyla savaşa girmek zorunda kaldığı tezi gerçeği yansıtmamaktadır. Rusya’nın Boğazları ele geçirmek dahil bir dizi emperyalist emel beslediği açıktı; ancak bu savaşı değil önlem arayışını gerektiriyordu. Kaldı ki Almanya’dan duyulan korku nedeniyle İtilaf devletlerinin Osmanlının tarafsızlığını elde etmeye çalıştıkları biliniyor. Ancak Enver bu durumu tarafsızlık ve güvenlik için değil, karşı taleplerle yayılma hayallerini gerçekleştirmek için kullanacaktı. İttihat ve Terakki’nin yönetimindeki Almancı ekipten olan Emir Şekib Arslan, bu noktada, Mısır’ı geri almanın “en önemli etken” olduğundan sözeder. İngilizlerin ellerindeki Reşadiye zırhlısını, Osmanlıların Almanlar yanında savaşa girmesinden kaygılandığı için teslim etmediğini, buna karşılık Rusların, Osmanlının tarafsız kalma sözü vermesi karşılığında İngilizlerin gemiyi vermesi yönünde arabuluculuk yaptığını aktarır. Ancak “Bunun yeterli olmayacağını, Türkiye’nin birçok talebi olduğunu söyledik. Çünkü itilaf devletlerinin tecavüzlerinin haddi hesabı yoktu ve Türkiye’nin haklarını geri alabilmesi için gereken fırsat buydu. En önemli sorun Mısır’dı. Türkiye, İngiltere’nin Mısır’dan çekilmesini ve Mısır’ın içişlerinde bağımsız, dışarıda Osmanlı halife ve sultanına bağlı hale getirilmesini istedi” diye yazacaktır. O günkü kritik dengelerde yürütülecek barışçıl bir diplomasi, Osmanlıyı pek çok badireden kurtarma olasılığı sunarken, bu olasılık değerlendirilmeyecekti. Görüşmelerde Mısır ve adalar talep edilmekte ve giderek Turan hayalleri geliştirilmektedir. Dahası tarafsızlık için görüşmeler sonuçlanmadan, Almanya ile birlikte savaş taahhüdünde bulunan gizli anlaşma imzalanacaktı. Arslan, G gücünden istim alarak Balkanları, Ege adalarını, Kıbrıs’ı, Mısır’ı, dahası Turan’ı ele geçirme hayalleri peşine düşmüştü. Bu bağlamda “Ruslara karşı kazanılacak bir zaferle Kafkasötesi ve Orta Asyadaki ecdattan kalma toprakları yeniden fethi olanağı” aranmaktadır. (P. Dumont) Nitekim 7 kasımda yayınlanan cihat (kutsal savaş) fertvası ile 11 Kasımda yayınlanan Hattı Hümayun, “Osmanlı yöneticilerinin böyle bir cihat ile yakın geçmişte kaybettikleri toprakların hiç olmazsa bir kısmını geri alabileceklerini sanmak” yanılgısınca şekillenmiştir. Özellikle 3 yere, Mısır’a, Kıbrıs’a ve Batı TrakyaMakedonya’ya sahip olunacağı umulmaktadır. Filipe ve Selanik hayalleri görülmektedir (Ş. Turan). Bu ise hem kendi gücünün farkında olmamak hem de büyük zayiatla çıkılan Balkan savaşından hiç ders almamaktı. Üstelik İttifak’ın savaşı kazanması halinde de, hayallerine ulaşmanın hiçbir garantisi yoktu. Tersine bu kez yalnızca Almanların yarı sömürgesi olma durumu sözkonusuydu. Bu ise emperyalistler arası güç dengelerinin belirlediği o günkü atmosfere göre daha da kötü bir seçenekti. Çünkü aralarındaki çelişkilerden yararlanma olanağı da kalmıyordu. Savaşın kazanılıp Turan’ın ele geçirilmesi halinde bile, bu kontrol Alman emperyalizminin oradaki jandarmalığından öteye geçemeyecekti. Çağın gerisindeki teknolojisi ile Osmanlının, ele geçireceğini hayal ettiği toprakları yönetmesi olanaksızdı. Dünya 15. yüzyılın dünyası değildi. Gelişkin teknoloji ve sanayileriyle rakipler sözkonusuydu. Dahası son 100 yılın gösterdiği gibi, yapısal dönüşüm gerçekleştiremeyen bir Osmanlının, büyük güçlerin sömürüsünü engelleme şansı yoktu. Diğer yandan Mısır’ın Osmanlıdan ayrılışı da, Fransız ve İngiliz işgali öncesi bizzat Mısır’ın yerel güçleriyle sağlanmıştı. Balkanlardaki bağımsızlık savaşları da keza, emperyalist kışkırtma ve desteklerle gerçekleşse de milli bir uyanışın kaçınılmaz sonuçlarıydı. Dolayısıyla kendini tüketen bir yeniden genişleme hayali yerine, niteliğini yükseltmeye ve milli uyanışlardan kaynaklı sorunlara barışçıl çözümler üretmeye yönelmeliydi. “Çarlık egemenliği altında yaşayan Türki halkların esaretten kurtuluşu” gerekçesiyle yayılmak için bir fırsat olarak kullanılacaktı. Bu kapsamda toplum ırkçı yayılmacı bir söylemle savaşa hazırlanacaktı. “Dünya savaşına katılmamız milli idealimizi gerçekleştirmek içindir. Devlet ve milletimizin ülküsü Moskof düşmanımızın ortadan kaldırılması ve bu suretle ırkımızın bütün kollarını kapsayacak doğal sınırlara ulaşmaktır” gibi ırkçıyayılmacı bir söylem iktidar katlarında yayılacaktır. (R. Akın) Alman emperyalizmi İttihatçıların bu kabına sığmaz hayallerini başarıyla yöneterek Osmanlı topraklarını temel sömürü alanı yaparken, insan kaynaklarını da kendi çıkarları uğruna ölüme sürülen bedava askerler olarak kullanacaktı. “Almanya, Rusya’ya karşı Osmanlı devletini yanına alabilmek için, Rusya’da yaşamakta olan Türklerin Osmanlı sınırları içine alınmasını amaçlayan Pantürkist hareketi de kışkırtmaktaydı. Osmanlı yöneticileri çıkacak bir savaşta, Rusya’nın yenilgisi ile bu ülkünün gerçekleşebileceğini umduklarında, Almanya’ya yanaştılar” (O. Sander) İttihatçı muktedirlerin, Almanya işbirliğiyle bu savaştan “büyük Türkiye yaratma hülyası”na saplandığını yazan Rahmi Apak, şöyle devam eder: “Hem Panturanizm ve hem de Panislamizm hülyaları içinde yaşayan İttihatçılar (kuzey İran ve Türkistan’a yönelik) böyle maceralara girmek için yanıp tutuşuyorlardı... O zamanlar ben de heyecanlı bir Türkçü ve Turancı idim. Rütbem de üsteğmen idi. (...) 1914 sonbaharına doğru İstanbul’dan ayrılık hazırlıklarına başladık. Turan’a gidecektik. İran Azerbaycanı’na girip Azeri Türkleri ayaklandıracak, sonra Türkistan’a sızacak, oradaki Türklüğü silahlandıracak ve büyük Turan davası için çalışacaktık...” Turancı siyaset, Alman emperyalizmi tarafından, kendi yayılma politikalarının bir aracı olarak kışkırtılıp “bilimsel” olarak desteklenecekti (T. Timur). “Almanya’nın Osmanlı Devletine bakışında çıkara dayalı bir sevecenlik vardı. Rusya ile Osmanlının uğraşmasını istiyordu. Bunun ödülü de Orta Asya Türkleri ile birleşmesi konusunda yeşil ışık yakması ve Pantürkizmi desteklemesi olacaktı (B. Tanör). Bu kapsamda Osmanlı, Almanların elinde, Kafkasya ve Mısır cephelerinde Rus ve İngiliz güçlerine saldırtacakları “en büyük kara silahı” olacaktı. Oysa Osmanlı o sırada zaten kontrol edemediği, ulaşımı, haberleşmesi, güvenliği ve yeniden üretimini gerçekleştiremediği denli büyük topraklara hükmetmekteydi. Emperyalistlerin Osmanlıya dair bu denli rahat hesap yapabilmeleri, onunla bu denli rahat oynayabilmeleri de bundan kaynaklanıyordu. Bu koşullarda mevcut topraklarındaki yaraları onarmaya ve kalkındırmaya, bunun için savaş dışı kalmaya mecburdu. Mali durumu, ekonomik ve ulaşım alt yapısı, ordusunun donanım, eğitim ve komutası savaştan uzak durmasını zorunlu kılarken, o ısrarla savaşa yöneliyordu. Dahası İttihatçıların izlediği TürkçüTurancı siyaset de, hem iç barışı ve bütünlüğü olanaksızlaştırıyor hem de emperyalist müdahaleler için yeni bahane ve işbirlikçiler üretiyordu. Özetle izlenmesi gereken siyasetlerin tam tersini uygulayan Osmanlı kendi kuyusunu kazıyordu. afka’nın en çarpıcı yapıtlarından “Dönüşüm” isimli kitabı şu tümceyle başlar; “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” Okuyucuyu yakasından tuttuğu gibi içine çeken bu kitap kimi esir almamıştır ki? Brüksel’de AB egemenliği altında yaşadığımız için ilgilenmeye fırsat bulamadığımız NATO gibi başka bir önemli kuruluş daha var. Hem de Türkiye’nin kapısında el pençe divan beklemek zorunda olmadığı bir kuruluş... ??? NATO’nun 2829 Kasım tarihlerinde Letonya’nın başkenti Riga’da düzenleyeceği zirvenin ana gündem maddelerinden birini Kafkavari bir terimle “NATO’nun dönüşümü” oluşturuyor. NATO’nun Prag zirvesinde müttefiklerin 21. yüzyıldaki yeni tehditlerle başa çıkabilmek için resmi olarak başlattıkları modernleşme süreci, 2004 yılında yapılan İstanbul zirvesi kararlarıyla pekiştirilmiş oldu. NATO artık yeni üyeler, yeni yetenekler ve yeni ilişkilerle “yeni tehditlere” karşı mücadele edebilmek için değişme hedefini ortaya koydu. ??? Soğuk Savaş’ın ardından gelen Yeni dünya düzeni NATO’nun en temel varoluş nedenini kuşkusuz ortadan kaldırmıştı. Şimdi NATO yeni bir strateji belirleyerek terörle mücadele, biyolojik ve kimyasal silahlar başta olmak üzere kitle imha silahlarına karşı savunma kapasitelerinin geliştirmesi, siber saldırılara karşı savunma, silahsızlandırma ve uluslararası silah kontrolü, kriz bölgelerinde istikrar ve güvenliğin sağlanması gibi yeni hedefler belirledi. NATO Yugoslavya savaşının sona ermesinde önemli bir rol oynadı. Bosna’daki 9 yılllık görevinin ardından NATO, ilk defa Avrupa kıtasından dışarıda görevler alarak “dönüşümünü” K tüm dünyaya göstermek istedi. ??? NATO’nun bugünkü operasyonlarına ve görev alanlarına baktığımızda bu iddialı dönüşümün izlerini görürüz. Afganistan’ı talibandan kurtararak ülkeye istikrar ve güvenliği getirmeyi hedefleyen NATO’nun bu görevinde ne kadar başarılı olduğu kuşkulu. BM’nin ISAF gücünün yanı sıra 33 bin askerle Irak’tan çok daha büyük bir ülkede siyasi istikrarı sağlamaya kalkmak NATO’nun dönüşüm hesaplarına ne kadar uyuyor? Taliban’ın Irak’tan sızan savaşçılar yardımıyla giderek daha çok silahlanarak ve iyi örgütlenerek güçlenmesini NATO’nun dönüşümü engelleyebilecek mi? Ülkede zayıf bir hükümetin gölgesinde “yabancı bir polis gücü” gibi görünecek bir NATO, siyasi istikrarı sağlayabilme görevi için uygun bir güç mü? Bunun yanısıra Balkanlarda, Akdeniz’de, Irak’ta ve Darfur’da farklı görevler üstlenen NATO’nun görev yelpazesi öyle genişledi ki üye ülkeler talep ettiği sürece herhangib bir bölgeye gidebilecek bir güce dönüştü. ??? Yeni dünya düzeninde ortaya çıkan “yeni tehditlere” karşı mücadelede yeni üyeler ve ortaklarla ilişkilerine büyük önem veren NATO aynı zamanda genişleme süreci de yaşıyor. NATO, Rusya, Ukrayna, Ortadoğu, Kafkas Ülkeleri, Akdeniz ülkeleri ve AB olmak üzere farklı ortaklıklarda yeni stratejilere kucak açtı. Kısacası NATO bundan sonra farklı kriz bölgelerinin farklı isteklerine yanıt vermek zorunda hissedebilir kendini. Yeni tehditlerin sınırları yok. NATO’nun da hepsine yetişmesini beklemek gerçekçilikten çok uzak. Bir sabah kendini sırt üstü yatan ve bir türlü dönemeyen dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulan bir NATO’nun da kimseye faydası olmayacağı gün gibi açık. elcpoy?yahoo.fr Türk gençleri radikalleşiyor Hollanda Terörle Mücadele Koordinasyonu’nun raporuna göre köktendinciliğe yöneliyorlar Yusuf ÖZKAN AMSTERDAM Hollanda Ulusal Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu’nca (NCTb) yayımlanan raporda, bu ülkede yaşayan Türk gençlerinin hızla “radikalleştiği” ve “Batı toplumuna karşı şiddet kullanmaya eğilimli” olduğu vurgulandı. “Ümmetçiliğin” Türk kimliğinin yerini aldığı belirtilen raporda, Hollanda’daki Müslüman gençler arasında yükselen radikalleşme eğiliminden duyulan endişe de dile getirildi. NCTb tarafından 3 ayda bir hazırlanan “terörle mücadele raporu”nun sonuncusunda, Türk kökenli gençler arasında radikal dinci eğilimlerdeki artışın “dikkat çekici” boyutta olduğu belirtildi. Rapor, Adalet Bakanı Ernst Hirsch Ballin ile İçişleri Bakanı Johan Temkes tarafından geçen haftalarda parlamentoya da gönderildi. Raporda, radikal dinci görüşlerin Müslümanların Hollanda’daki konumları ve savaş bölgelerindeki olayların yarattığı öfkeden kaynaklanan “bir şeyler yapmalı” duygusundan beslendiği kaydedildi. İDDET KULLANMAYA HAZIRLAR Ulusal Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu’nun, Müslüman gençler arasındaki radikalleşme eğiliminden ciddi endişe duyduğu vurgulanan raporda, “Bunun yanında göze batan önemli bir unsur da sayıları giderek artan radikalleşmiş ve Batı toplumuna karşı şiddet kullanmaya hazır Türk gençleridir” görüşüne yer verildi. Geçmişte Türk kökenli Hollandalı gençlerin nadir olarak özellikle Kuzey Afrika kökenli yerel “cihat grupları”nda ortaya çıktığı belirtilen raporda, “Şimdi küçük ama radikal İslama tamamen açık gruplar ortaya çıktı. Bu gençler kendilerini ümmet grubu olarak görüyor ve bu olgu Türk kimliğinin yerini alıyor” dendi. Rapora göre radikalleşmenin Müslüman gençler arasında arttığını gösteren bir başka önemli işaret de Ortadoğu’da ve özellikle Suudi Arabistan’da eğitim gören Hollandalı öğrenciler. NCTb’ye göre Suudi Arabistan’a eğitim için giden ve sayıları sürekli artan gençler, radikal eğilimlerin “ekmeğine yağ sürüyor”. ADINLARI DA ETKİLIİYOR NCTb raporunda, 16 17 yaşları arasındaki etkilenmeye açık Türk ve diğer Müslüman gençlerin, daha çok radikal grupların çevresinda yer aldığı da dikkat çeken önemli bir nokta olarak değerlendirildi. Raporda, “Kadınlar da bu İslami radikalleşmede itici motor rolünde ortaya çıkıyor” saptaması yapıldı. Raporda, Hollanda’ya yönelik terör saldırısı olgusunun geçerliliğini koruduğu, ancak son aylarda bu tehditte bir gerileme olduğu belirtildi. Raporda şöyle devam edildi: “Ülkemizdeki küçük ve alev almaya hazır radikal grupların beklenmeyen öfkeleri veya saldırıları söz konusu. Kişi ya da küçük gruplar temelinde Müslümanlar arasında devam eden radikalleşme süreci ise henüz terör örgütlerine saldırma gücü verecek kadar güçlenmedi.” Raporda, Müslüman gençler arasındaki radikalleşmenin yanı sıra sayıları giderek artan aşırı sağcı ve ırkçılığın da önemli ölçüde tehdit oluşturduğu vurgulandı. TARİHİN DERSİ Savaşa katılmanın zorunlu olduğuna inanan Genelkurmay İstihbarat Şubesinde başkan yardımcısı olan Kazım Karabekir bile şöyle yazacaktı: “Diyebilirim ki bizim cihan harbi edebiyatımız, bazı eski Osmanlı padişahlarının harekete geçmeden önce yaptıkları kaba ve düşüncesiz palavracılıklarına benzedi: ‘Kahpe Moskof! Kahpe İngiliz! Sizi şöyle yapacağız, böyle yapacağız! Mısır’ı alacağız, Turan’ı alacağız!..” Bu atmosferde militarist ve şoven siyaset o denli büyük mevzii kazanacaktı ki, İttihatçı “Genel Merkez, savaş başladığı halde üç aydır hala savaşa girmediği için Enver Paşa’nın kahramanlığından şüpheye düş”ecekti. Ancak Enver, Cemal Paşa ve Talat Bey’le birlikte bu engelleri aşacak, “Almanların arzusu gerçekleşecekti”! K. Karabekir, devamla, Türk Genelkurmayı olarak kendilerinin bile, “Rusların saldırısıyla savaşa girdiğimizi sandık” diye yazacaktı. Bu sürecin de gösterdiği gibi demokratik denetimden yoksun ve şovenizmin etkisine girilen koşullarda toplumları ve ülkeleri bekleyen şey felaket olacaktır. Bu nedenle tarihten çıkarılacak en önemli derslerden biri, böylesi şoven rüzgarlara karşı durma basireti göstermek olsa gerek. K Ş MİLLİ İDEAL TURAN DAVASI! Oysa İttihatçıların çözümü TürkçüTurancı bir yayılmacılık olacaktı. Savaş,
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle