29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

24 KASIM 2006 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C ‘BİRİNCİ OLDUM...’ 15 Bir dağın iki yazarı!.. Enis BATUR İçerik ve İfade zerinde yaklaşık iki ay kafa yorduktan sonra, Arif Aşçı’nın Panoramalar kitabı için benden istediği giriş metnini 36 paragraf üzerinden kurmaya karar verdim ve yazmaya giriştim. 36’yı, 180?’ye (ve 360?’ye) bölünebilirliği nedeniyle seçtim. ‘Blok’ bir metne yönelebilirdim elbette, üzerimde herhangi bir kısıtlama yoktu; ama bu boyutta metinler, yazı yoluyla panoramik bir bakış oluşturmamı sağlayabilir düşüncesinden hareket ettim bilmem sonunda, niyetimi tam anlamıyla karşılayabilecekler mi? Her paragraf (her bir metin), yüksek dozda yoğunlaşma gerektiriyor; ‘blok’ metinde çok daha rahat ilerleyebilir, kolaylıkla akışı Ü diyemeyiz. İyi yazmak her ne demekse (ya da bir şey demekse), bunun üslupla, dilin kullanımında kendisini hissettiren kimi öznel seçimlerle bire bir ilişkisi olduğu kesin, benim gözümde. Düşüncesini olabildiğince düz, yalın, açık seçik, ortalamaaydınokur’un izlemekte güçlük çekmeyeceği bir dil ve ifade alaşımını tercih ederek kâğıda dökmek mi en (tek değilse) uygun yazış biçimi? Üslup ağır bastığında, öne çıktığında (‘öne çıkarıldığında’ denilecektir), düşünce biraz geri itiliyor, söyleme tarzı söylenenden önemli kılınıyor böyle akıl yürütüldüğünü biliyorum, özel konuşmalarda kaç kez tanık olmuşumdur. Yok öyle şey. Kurduğum her paragrafı bir düşünce, bir fikir, bir saptama ateşliyor öncelikle. Dahası, paragrafların birbirlerine eklemlenme biçimleri, bütünsellik mantığı açısından canalıcı önemde. Sözün özü, önce bir üslup kaygısı öne çıkıyor değil burada, birlikte biçim alıyorlar. Üslup çalışması okumayı zora soktuğunda, düzayak okumaların yol açtığı bir tür tembellikle düşünülüyor: Neden yorgunu yokuşa sürüyor ki, pekâlâ daha yalınkat bir yazı anlayışıyla da aynı şeyleri ifade edebilirdi. Bütünüyle karşı çıktığım bir anlayış işte. Her paragraf için, her paragraftaki her cümle, her cümlenin her bir birimi için yoğun bir işgücü harcıyorsam, en sıkı yolu arama kaygım bir çırpıda kenara atılmasın isterim. Dile getirdiklerimi başka türlü dile getirebilseydim, cümleleri farklı bir ifade zeminine çevirebilseydim, bir başkası olurdum. Bir adım ötesi: Kesinkes ‘aynı şeyleri’ dile getirmiş olmazdım; metnim o metin olmazdı bu üslup bu içeriğin ebesi. Peki, yukarıda andığım insanların metinlerini, kitaplarını okurken öğrendiklerimi, bana kattıklarını hafife mi alıyorum? Böylesi bir yaklaşım, en hafifinden haddini bilmeme kapsamına girer. ÜRKÇENİN DORUKLARINDAKİ KULLANIMLARINDAN Gelgelelim, yalnızca öğrenmek, bilgi devşirmek, bir düşünsel alışveriş sağlamak için okumak durumunda kalmak ciddi bir eksiklik duygusu uyandırıyor bende. Buna, Metin And konusunda değinmiştim: Biribirinden önemli, kalıcı araştırmalar öyle kaleme alınmamalıydı. Hele önümüzde, tersini gerçekleştirebilmiş örnekler dururken: Hikmet Birand botanik alanındaki çalışmalarıyla büyük katkılar getirmiş olmakla yetinebilirdi pekâlâ, bir de Türkçenin doruktaki kullanımlarından biriyle karşı karşıya geldik yapıtlarında onca öğrenirken bunca tat almak çifte kavrulmuş durum değil mi? Öte yandan, sözgelimi Murat Belge’yi bilgi edinmek amacıyla okumamız için geçerli bir neden yoktur ortada: Yazdığı alanların uzmanı sayılamaz Belge, onda arayacağımız düşünsel ilişkilendirmelerdir. Bir düşünce alıştırması, diliyle orantılı bir derinlik, rakım, irtifa denklemi kurabilir ancak. Yazın adamının üslup araştırmasını, biçim arayışını, dille yakıcı temas eşiklerine yönelmesini yalnızca estetik bir sorun olarak algılamak, ifade edileni indirgemek anlamına gelir. OLACAK İŞ Gece Akvaryumu, bir zamanlar büyük tipografi ustası Guy Levis Mano’nun yayımladığı şık bir kitapmış, şimdiki yayıncısı biraz daha geliştirmiş içeriğini. Victor Hugo’dan, oylumlu yapıtından özenle seçilmiş ve ardı ardına dizilmiş, "gece" izleğini öne çıkaran 64 parçadan oluşuyor kitap. Bir yapıtı yakından tanımazsanız, böyle bir seçme gerçekleştiremezsiniz; çalakalem yapılması kolay, aldatması güç bir seçki türü bu. Gece Akvaryumu’nun etkileyiciliği, Victor Hugo’nun elinden çıkmışçasına tutarlı bir bütünlüğe sahip olmasından geliyor en çok: Sanki oturup yazmış bu kitabı. Dar oylumlu yapıtlar söz konusu olduğunda, sözgelimi Asaf Halet Çelebi’den ya da Dıranas’tan, aynı sonucu çıkarmak pek olanaklı görünmüyor bana. Bu engel bir yana, pek çok yazarın yapıtı açısından doğurgan bir çözüm biçimiyle karşı karşıyayız. Hangi yazardan hangi izlek dolgun malzeme getirir, dikkatle bakmadıkça emin olamazsınız: Beklenmedik odak noktaları, çok iyi tanıdığımıza inandığımız bir yapıtın gözümüzden kaçmış bir boyutunu önümüze serebilir. Zaman, her yapıtı az ya da çok yorar. Sayısız yazar okurun gözünde içine sıkıştırıldığı basmakalıbın, oturmuş yargının kurbanıdır. Kendi payıma, Gece Akvaryumu türünden yepyeni okuma kesitleri aracılığıyla Hüseyin Rahmi Gürpınar’a, Esat Mahmut Karakurt’a, daha yakın tarihlerden Zeyyat Selimoğlu’na dönmek isterim. Peyami Safa’dan "Tramvay Yaşantıları", Kerime Nadir’den "Ölüm Sahneleri", Melih Cevdet Anday’dan "Ağaç Gözlemleri", başka pek çok okuma önerisi, o yapıtlara farklı kapılardan girmemi sağlayabilir. Düşünebiliyor musunuz: Türk edebiyatında bisikletin, sokak lâmbasının, terliğin, Alaaddin sobasının, Singer dikiş makinesinin yerini bile bilmiyoruz olacak iş mi? oğu’nun Zümrüdüanka kuşu varsa, Latin Amerika’nın kutsal kuşu da quetzal’dır. Güvercin büyüklüğünde olan bu kuş, kanatlarının uzunluğuyla ünlüdür. Efsaneye göre son Maya kralı işgalciler tarafından katledilmekle kalmaz, kalbi göğüs kafesinden sökülür. İşte o an, quetzal gelir ve kralın sökülen kalbinin yerine konar. Kızılderililer, erkek quetzal kuşunun göğsündeki kırmızılığın bu yüzden olduğuna inanırlar!.. Quetzal yüksek yerlerde yaşıyor. En önemli özelliği de özgürlüğüne olan düşkünlüğü… Öyle ki, bir quetzal yakalanıp kafese konulunca çok yaşamıyor, kısa sürede ölüyor. D AZARIN YEDİ YAŞINDAKİ SESİ Anadolu ile Latin Amerika masalları arasında benzerlikler bulmak çok doğaldır. Çünkü, acı aynı acı, zalime karşı direniş aynı direniş, dağ aynı dağdır. Bu benzerlikleri iki ayrı coğrafyadan okuduğum iki yazar arasında da gördüm: Kosta Rikalı Fabian Dobles, Orta Amerika edebiyatının sevilen yazarlarından biridir. Romanları büyük ilgi gören Dobles’in “Su Gibi Akan Yıllar” adlı kitabı Dilek Şendil tarafından Türkçeye çevrildi. Bu kitabında yazar, çocukluğunun geçtiği köylere, kırlara yaptığı yolculuğu anlatıyor. Dobles anılarıyla yüzleşmekte ve bu nedenle geceleri gözüne uyku girmezken, sabahları da erkenden uyanmaktadır. Düşlerinde sürekli olarak bir ses onu çağırmaktadır. Bu ses, yazarın yedi yaşındaki sesidir. Dobles’e kulak veriyoruz: “İşte geliyor! Bu o! Benim çocukluğum, dedi ve adımlarını sıklaştırıp o yana doğru ilerledi. Ardı sıra giymeyi düşünerek bakkalın köşesini dönerken ona yetişti, ama o anda kopan bir başka toz fırtınası güneyden gelip asfaltı yaladı. Topaç gibi fıldır fıldır dönen bir toz bulutuydu, evlerin damlarında biriken kuru yaprakları uçurdu, alçaldı, sağa sola yayıldı, yeniden havalandı ve sonunda adamla çocuğu da içine aldı.” Orta Amerika ile Anadolu arasında 20 bin kilometreden fazla uzaklık var. Fakat Fabian Dobles ile öykücülüğümüzün yaşayan en usta kalemlerinden biri olan Osman Şahin sanki bir dağın iki farklı yamacında yazıyor gibiler. Osman Şahin’in kitaplarını büyük bir hayranlıkla okuduğum için Dobles’in kitabının her sayfasında Toroslar’ın bu büyük yazarını da selamladım. Şahin de, Y kimi öykülerinde elli yıldan beri ayrı kaldığı Yörük köyüne geri döner ve çocukluğunun ardına takılır; ağaçların dallarında, kuşların ötüşünde, sümüklüböceğin geride bıraktığı yıldızlı yolda çocukluğunun izlerini arar. Öyle ki, Osman Şahin bir ara yolunu kaybedince göçebe çocukluğunun gölgesi düşer önüne… Toprak kokulu, yanık yüzlü çocuğun gülüşüne çok eski bir arkadaşını görür gibi bakakalır... Çocukluğu, çıplak ayaklarıyla önü sıra yürüyerek yol gösterir Osman Şahin’e… Amerika kıtasının yerli halkının, Bering Boğazı’nı geçen Türkler olduğunu iddia eden kafatasçılara Dobles’i ve Şahin’i okumalarını öneririm. İnsanlığın ortak kültürünün düşleri, simgeleri, duyguları aynıdır. Türküler, kilimler, inanç törenleri arasında büyük bir benzerlik vardır. Bunun da nedeni şudur: İnsan aynı insan, doğa aynı doğadır. Çocukluk günlerine duyulan özlem de aynı özlem olacaktır!.. Yazar, gazeteci ve fotoğraf sanatçısı Sergio Ortiz, şöyle tanıtıyor Osman Şahin’i: “Modern zamanda yazılmalarına karşın bir zamanlar genç öykücü Ernest Hemingway için Gertrude Stein’ın şu sözlerini Osman Şahin için de söyleyebiliriz: Bir modern söylemci, fakat bir müze gibi kokuyor.” sürdürebilirdim. Mallarmé’nin nesirşiir ayrımındaki ölçülendirmesine dönecek olursak, böylesine bir yoğunlaşma, yoğunlaştırma çabasının içinde, açık ya da örtük, dizeleştirme eğilimi var. Bu metni Murat Belge’den (deneme ve üslup konusunda yazmış olduklarını doğrulayan bir yazı anlayışı görüyorum onda), Ekrem Işın’dan ya da Doğan Kuban’dan istemiş olsaydı Arif Aşçı, yazınsal edânın yerini akademik ya da yarı akademik bir optik, ona bağlı olarak da daha az kişiselleştirilmiş, belki nesnele teğet sayabileceğimiz bir yazma üslubu alacaktı. Üçünün de benimkisini gereğinden fazla süslü ve süsçü, oyunlu oyuncaklı, biçimsel ve biçimci bulacaklarından şüphe duymuyorum. İyi yazmak yazın adamının tekelindedir T Gözümden Dünya Aktı/ Ayşe Serbülent Elveren (Ataç)/ Yalçın Yayınları/ 78 s. “Bir kozmosta sürüklendiğimiz hissini yaratmasının yanı sıra, köklerimizle bağlı olduğumuz gerçekleri de bize hatırlatıyor Ayşe Elveren. Nereden gelip, nereye gideceğimizi sürekli sorgulatarak insan ömrüyle sınırlı zamanın çelişkisini yaşatıyor, her şeye en yükseklerden baktırıyor şiirleriyle. Bütün bunlar da hüzünlü bir yaşam tadı vermekle kalmayıp, aynı zamanda okur için yaşamı anlamlı hale getiriyor” diyor Nejat Yavaşoğulları. Troçkist İmparatorluk/ İrfan Ülkü/İlgi Yayınları/ 240 s. Troçki’nin sürekli devrim ve sürekli savaş teorisi Troçkist neoconlar tarafından Bush yönetiminin terörle savaş kavramıyla nasıl özdeşleşti? ABD’yi yöneten neoconların (Yeni Muhafazakârlar) fikir babaları sayılan Arthur Koestler, George Orwell, Albert Camus ve Andre Malraux gibi Troçkistler, nasıl SSCB aleyhine ve ABD lehine imparatorluk değiştiren aydınlar haline geldiler? İrfan Ülkü, Troçki’nin ve Amerikan Troçkistleri’nin yapıtlarıyla yazılarını tarayarak, Amerikan İmparatorluğu’nun bugün “Troçkist bir imparatorluğa” dönüştüğünü anlattığı kitabı için “Solcu aydınların kapitalist bir imparatorluğun dış politikasını nasıl ele geçirdiklerinin öyküsüdür bu. Özellikle de 11 Eylül’den sonra Türkiye’de ABD konusunda kafa karışıklığı içinde olan aydın sıyrılabilen böylesi bir diyaloğun kapılarını açıyor. Tarihi Unutmak/ Alev Coşkun/ Cumhuriyet Kitapları/ 378 s. kesimimize ışık tutmak amacıyla yazdım” diyor. Felsefe Dersleri/ Ziya Gökalp/ Çizgi Kitabevi/ 922 s. “Gittikçe esaret hafifliyorsa da, tahammül de azalıyor. İnsanın sinirleri çelikten değil ki, ilanihaye metanetini muhafaza etsin; fakat bende, felsefe gibi kuvvetli bir sinir ilacı bulunduğu için, metanetim eksilmiyor. Hadiseleri herkes başka türlü görür; filozof başka türlü görür. Cemiyetler terakkiye, tekamüle doğru gidiyorlar mı? Filozofun aradığı budur. Tekamül varsa, istikbal iyidir. Mesela ipekböceği kozanın içine bir tırtıl halinde gelir. Kozaya röntgen şua’iyle bakıldığı zaman tırtılın büzülmeye başladığı görülür. Başkaları bunu görünce eyvah ipekböceği ölüyor, der. Halbuki filozof bakınca der ki, hayır, ipekböceği ölmüyor belki tırtıl halinden, kelebek haline geçiyor. İpekböceği gibi, cemiyetler de tırtıl halinden, kelebek haline geçebilirler. İşte bugün dünyadaki karışıklıklar bundan ileri geliyor...” Bu kitap, Ziya Gökalp’in 85 yıl sonra gün yüzüne çıkarılan yapıtı. Dans Öğretmeninin Dönüşü/ Henning Mankell/ Altın Kitaplar/ 512 s. Emekli polis memuru Herbert Molin, İsveç’in kuzeyindeki uçsuz bucaksız ormanda tek başına yaşıyordu. Molin’in ne bir yakın arkadaşı, ne de yakın bir komşusu vardı. Cesedi bulunduğunda tanınmayacak haldeydi. Uzun bir hastalık iznine çıkan polis memuru Lindman söz konusu cinayet vakasını takibe karar verir. İsveç’in bu ücra ve ıssız bölgesinde akıl almayacak kötülükleri içinde barındıran bir ağ keşfetmesi onu hayretler içinde bırakır ve bunu Molin’in ölümüne bağlamakta zorluk çeker… Farklılık ve Diyalog/ Marguerite WallerSylvia Marcos/ Chiviyazıları Yayınevi/ 368 s. ‘Farklılık ve Diyalog’, özellikle küreselleşme, kültürler arası diyalog etiği, farklılık tartışmaları ve Avrupadışı feminist teori ve pratikle ilgilenen öğrenci, öğretim görevlileri ve eylemciler için hazırlanmış. Asya, Afrika ve Güney Amerika’yla sıkı ilişkilere sahip bir grup uluslararası öğretim görevlisi ve aktivist tarafından kaleme alınan makaleler, bütün bu konuları ele alıyor ve uluslararası feminist tartışmaları temsil ediyor. Sözü edilen diyalog, teorinin geçerli olabilmesi için mutlaka Batı’dan çıkması gerektiğine dair emperyal kabulleri yerden yere vuruyor. Kitap koalisyon ve işbirliğinin mümkün olduğunu gösteriyor. Ayrılığı ana konusu yapan makaleler, okuyucuya pek çok eleştiriye maruz kalmış küresel kızkardeşlik fikrinin düştüğü hatalardan başarıyla “Alev Coşkun da benim gibiCumhuriyet’teki yaşamından çok şey kazanmıştır; Cumhuriyet bir okuldur; bizler de bu okulun öğrencileriyiz; aramızda ayrı gayrı yoktur… Alev işte ayakları yere basan bu güzelim maceranın, hepimiz gibi, Cumhuriyet gazetesine aşılanmış neferidir… Elinizdeki kitap da bu maceranın elle tutulur bir ürünü…” diyor İlhan Selçuk. Bu kitapta Alev Coşkun’un, laik Cumhuriyetin korunması ve savunulması yönünde yazdığı yazılar yer alıyor. Her Şeye Rağmen/ Mine G. Kırıkkanat/ Epsilon Yayınları/ 240 s. “...Türkiye, bir güzel ülkeydi, sevgili okurlar. Şimdiki zaman değil, di’li geçmişte. Sanki kutsal bir ‘maestro’nun elinden çıkmış; görkemli, göz kamaştırıcı, dev bir sanat eseri gibiydi. Havası güzeldi, suyu güzeldi, dağı, taşı, nehirleri, gölleri, denizleri, Boğazları’yla özene bezene yaratılmış bir cennet tablosuydu. Yaratanın imzası yoktu, ama olağanüstü güzellikteki bir resim gibi, tarih boyunca elden ele gezdi, son sahiplerine gelinceye kadar onunla, onun sayesinde, onun içinde, onun için yaşayanlar, doğal dengelerini ve güzelliğini bozmaya kıyamadılar. Derken bu cennet tabloyu en çok kendilerinin sevdiğini, uğrunda öldüğünü ve öleceğini ileri süren son sahipleri çıktı sahneye. Son kitabı “Sonuncu İz”de yazar, Toros Dağları’nın kışını, ilkel kabile gelenekleri içinde yaşayan insanların özlemlerini, aşklarını tadına doyum olmayan bir dille anlatıyor. Bu kitapta, Taşnakçı Ermenilerle padişah yanlısı Ermenilerin arasındaki bölünmeyi “Tenekeci Onnik”in kızı “Lusik”in dilinden anlatan öykü ayrıca dikkat çekiyor!.. Latin Amerika yerlilerinin sayı sistemi şöyleydi: Bir, iki ve çok!.. Bu bilginin ışığı altında Osman Şahin’in annesiyle yaşadığı bir konuşmaya yer vermeliyiz: Yazar, kazandığı edebiyat ödülünün sevincini paylaşmak üzere Mersin’in Aslanköy’üne telefon açar… Telefonun öbür ucundaki annesinin sesini duyan Şahin, coşkuyla konuşur: “Ana, ödülü bana verdiler… Birinci oldum…” Karşı taraftan ses gelmeyince yazar, annesinin kendini duyamadığını düşünerek tekrar eder: “Ana birinci oldum… Birinci...” Kısa bir sessizlikten sonra Osman Şahin’in annesi oğlunu teselli eder: “Üzülme oğlum… İlerde inşallah ikinci de olursun, üçüncü de olursun, dördüncü, beşinci de olursun!..” Sıra Karagözevi’nde 9 yıldır kullanılan binanın dinci vakıf ve derneklere verileceği ileri sürüldü BURSA (Cumhuriyet) AKP’li Bursa Büyükşehir Belediyesi, KaragözHacivat’ın simgesel anıtmezarının karşısında yer alan Karagözevi’ni boşalttırdı. Uluslararası Gölge Oyunları Birliği Bursa Şubesi (UNIMA) tarafından 9 yıldır Karagözevi olarak kullanılan binanın bazı dinci vakıf ve derneklere verileceği iddia edildi. UNIMA Bursa Şubesi Başkanı ve Karagöz sanatçısı Şinasi Çelikkol, belediye mülklerinin vakıf ve dernekler tarafından kullanılamayacağı gerekçesiyle binayı boşaltmaları talimatı verildiğini söyledi. Binanın eski belediye başkanı Erdem Saker tarafından Karagözevi olarak tahsis edildiğini anımsatan Çelikkol, ‘‘Karagöz’ü yaşatmak için 9 yıldır gönüllü çalışıyorduk. Bu evin kapatılmasıyla Yunanistan’daki Karagözevi dünyada tek kaldı. Binayı kiralamak istedik, buna bile izin verilmedi’’ dedi. rası bir dernek olduğu için binayı boşaltması gerekmediğini öne sürdü. Yalın, ‘‘Buranın boşaltılmasını istemedik. Sadece bize anahtarı vermenizi istedik. Buraya görevli memurumuzu koyacaktık. Eşyalarınızı neden topladınız?’’ diye konuştu. Yalın’ın konuşmasına Karagöz sanatçıları ve UNIMA yöneticileri tepki gösterdi. Şinasi Çelikkol, böyle bir suçlamada bulunmadıklarını belirterek şöyle devam etti: ‘‘Bizim böyle bir suçlamamız yok. Ancak eşyalarımız bizim için çok değerli. Onlar birer koleksiyon. Onları burada bırakamayız. Kaldı ki, biz burayı kiralamak istiyoruz. Bir binayı kiralamak için de önce anahtar teslimi gerekir. Buraya memur koyacaklarmış. Karagöz memurla olmaz. Karagöz halkla olur. Halkın kültürüdür. Siz hiç devlet tiyatrolarında Karagöz’ü gördünüz mü?’’ Atatürkçü Düşünce Derneği Bursa Şubesi Başkanı Lütfü Kırayoğlu da AKP’nin, Karagözevi’ni tarikatlara peşkeş çekeceğini öne sürdü. Kırayoğlu, ‘‘Bu ev Bursa’nın en güzel yerindedir ve aydınlık Türk sanatçıları burada görev yaptığı sürece yobazlık buraya girememişti. AKP’li belediye Karagöz’e bile tahammül edemedi’’ dedi. ‘ANAHTARI VERİN’ Dernek yöneticileriyle gönüllülerin Karagözevi’nde sergilenen eski Yörük giysileri ile kukla ve gölge oyunu malzemelerini toplamaları sırasında binaya gelen Bursa Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Sabri Yalın, UNIMA’nın uluslara
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle