03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Şiirde 70’ler ve sonrası Edebiyatta kuşak hareketleri edebiyatçı sayısının görece az olduğu yıllarda etkili olabiliyor ve bir “rant” sağlayabiliyordu. Ancak, edebiyatın farklı anlayışlarla “delta” görünümü aldığı 1980’lerden sonra benzer bir rant umarak girişilen kuşak hareketleri, manifestolar, ortak çıkışlar, bu tür rant umutlarının boşuna olduğunu gösterdi. B ir edebiyatçının, önceki dönemleri değerlendirmesi görece kolay, kendi dönemi ve sonrası hakkında söz alması ise daha zor. Sadece öznelliğe düşme kaygısı değil, varılacak kimi nesnel sonuçların da başkalarına “öznellik” gibi gözükmesi kaygısı da duraksatır insanı. 2020’lerin eşiğinde bazıları bunu “sonsuz” bir çabaya dönüştürmüş durumda, hele de 70’li yılların toplumsal temalara dönük şiirine ilişkin saptamaların sonu gelmiyor. Bunların 70’li yıllar şiirini bir “blok” olarak ve zaman dışı biçimde adeta dondurdukları da gözden kaçmıyor. Sözgelimi “Garip” ya da “İkinci Yeni” gibi tutumları haliyle acemilikler içeren erken örnekleri ya da “ayrık otu” taklitçileriyle değil, tüm evrimi içinde, tümel biçimde ele alanlar, sıra 1970’ler şiirine gelince, onu evrimi ve içsel gelişimi, farklılıkları, tartışmaları içinde değil, sadece bir dönemiyle, donuk bir blok olarak ve “slogancı şiir!” sloganıyla nitelemeye çalışıyorlar. POETİKA VE PİYASA Başkalarını bilmem, ben daha 70’lerin başında, şairlerin ne ad verirseniz verin, bir “blok” olmalarının öyle kolay olmadı ğını anlamıştım. Öncelikle poetik olarak. Her dönemde olduğu gibi, o dönemin de “ayrık otları” vardı: Makineli tüfekten boşalır gibi, başı sonundan habersiz, içsel zamanı tutarsız “şiir”ler ortalığı kaplamıştı. “Kuşak” olgusunu da, bir dikkat çekme çabası olarak kullananlar o yıllarda da vardı. Malum, o yıllarda bir de “fraksiyon” ayrışmaları vardı. Kimi şairler gayet pratik biçimde bu konuyu da çözmüşler, hangi fraksiyon güçleniyorsa hemen orada kümeleniyorlardı. Bir dünya görüşünün güncel yorumları elbette farklı olabilir ama görüntü genel ilkelere dayalı ve praksis ürünü bir “poetika”nın belirleyiciliğini işaret etmiyordu, göz ucuyla hep “piyasa”yı kollayan bir heveskârlık haline denk düşüyordu. Tematik ortaklıklara bakarak 70’li yıllar şiirinin 1960’ların uzantısı gibi görülmesi de tam olarak doğru değildir. 70’lerde şiire başlayanlar, Nâzım Hikmet şiirinin, 1940’lı şairlerin de “itibar” gördüğü bir ortamda buldular kendilerini. Bu özgün “miras”ın taklitçisi durumuna düşmek istemeyen, ancak toplumsal dönüşüm için ivmelenmiş kitlelere ajitatif şiirin ötesinde bir şiir sunmak isteyen dönem şairleri, bir dil ve içerik problemi ile karşı karşıya kaldılar. Köy den şehire göçün doğurduğu değerler çatışması (anomi) ve ne uzak kalınabilen, ne tam örnek olabilen folklorun etkisi de dönem şiirini zorluyordu. Şiirde sıfırdan dil inşa etmek kolay değildir ve acemilikler sergilemesi kaçınılmazdır. Acemilikleri olan, dil kurma çabasıyla yaralı bereli ama dönem heyecanını yansıtan şiirler, ölçülü biçili taklit ve “kitsch” şiirlerden yine de samimilikleriyle ayrılırlar, bunu da unutmayalım. “YAŞSIZ” ŞİİRİN UFUKLARI Cemal Süreya, Ahmed Arif şiirinin “yaşsız” bir şiir olduğunu söylerken, modernist şiir ile sosyalist şiir arasındaki önemli bir farka işaret etmişti. Modernist edebiyatın hem de neredeyse on yılda bir yenilik icat etmesi ile, kapitalist üretim biçiminin kendi rekabetçi işleyişi içinde teknolojik yeniliklerden “rant” elde etmesi ya da “moda”larla tüketimi kamçılaması arasında dolaysız bir bağ var. Nâzım Hikmet’in ve öteki sosyalist şairlerin poetik farkını burada arayabiliriz. Güncel modalardan medet ummaksızın, “köklü” ilkeleri olan bir şiir anlayışı içinde dikkate değer şiir yazmanın yolu, düpedüz ustalıktan geçer, özgünlük araştırmasına giden yolları işaret eder. Gerek Türkiye özelinde 1980 darbesi sonrası atmosferinin, gerek uluslararası sistemde 19891991 dönemecinin edebiyatta toplumsal eğilimlerin bittiği yönündeki sanıları da pekiştirdiği malum. Gel gelelim, matematikteki “olmayan ergi” yöntemi o alanda da geçerli: Öldüyse, bittiyse, çöktüyse yerine geçen ne oldu? Siyasal ve ekonomik alandaki durum ortada: Katmerlenmiş ve militer kesilmiş kapitalist sömürü, yabancılaşmış ve duyarsızlaşmış bireyler yığını, barbarlaşmış şoven milliyetçilik ya da köktendincilik ve kaynakları hızla tüketilen bir gezegen. Başka deyişle, bu durumda “çöküş” hiç de çöktü diye bayram edilenle sınırlı değil demektir ve bütün insanlığı kuşatmış demektir. ŞİİRDE RANT ARAMAK Kimileri, hiç de böyle bir ölçüt kullanmadıklarını öne süreceklerdir, oysa, edebiyatın politik ölçülerle de kategorize edilebildiğini göz ardı etmek bile, politik “vesile sayma”ların uzantısıdır. Bunun tipik örneklerinden biri, Tahsin Yücel’in 1980’ler atmosferinde yayımladığı, Peygamberin Son Beş Günü romanıydı. Yapısalcı teorinin Türkiye acentalarından olan Yücel, “salt cezaevinde yatmış olduğu için kutsanan sosyalist yazar” karikatürü çizerek, “saf edebiyat”ı öne çıkartma çabasının ne tür “kompleks”leri dışa vurduğunu ortaya koymuştu. Başka örnekler de oldu. Edebiyatın arka planında, farklı “paradigma”lara dayanan bu ayrıştırma hep olmuştur, olacaktır. Çoğu kez, şiir antolojilerinde yapılan ayrımlar da dünya görüşleri üzerindendir. Kuşkusuz, hiçbir dünya görüşü, estetik değer bağlamı olmadıkça, hiçbir ürünün üstünlüğünün garantisi değildir. “ÜRETİCİ ETKİNLİK” OLARAK ŞİİR 1980 sonrası, bir şirket kurarak havaya girmiş hırslı genç kapitalist adaylarının akılları, kimi ağabeylerin 1980 öncesindeki başarı hikâyelerindeydi ama kısa sürede çok sayıda benzerlerinin olduğunu fark ettiler, burunları çabuk sürtüldü. Edebiyatta kuşak hareketleri de edebiyatçı sayısının görece az olduğu yıllarda etkili olabiliyor ve bir “rant” sağlayabiliyordu. Ancak, edebiyatçı sayısının hızla çoğaldığı ve edebiyatın “delta” görünümü aldığı 1980’lerden sonra benzer bir rant umarak girişilen kuşak hareketleri, manifestolar, ortak çıkışlar, “koalisyon”lar, bu tür rant umutlarının boşuna olduğunu gösterdi. Nitekim, 1980 sonrasının “İkinci Yeni” kuyrukçusu özentili şairler, üstad belledikleri şairler tarafından “hepsi birbirine benziyor” sözleriyle karşılanmışlardı ve fena halde canları sıkılmıştı! Postmodern dönem ve şiir ise, adı üstünde, kendisine nitelik belirleyecek bir ad bile bulamamış, “post”lukla yetinmek durumunda kalmıştır. Manifestolar, koalisyonlar, elbirliği şirketleri durumu kurtarmıyor. Şairlere tek bir yol kalıyor: Şiiri bir praksis (üretici etkinlik) olarak inşa etmek. Yazımı, toplumsallık vurgularından sonra, “bireysel” bir vurgu ile bitireyim: Farkındaysanız, son otuz yılda, şiiri başkalarının arkasına saklanmak gereği duymayan, ama sayıları da az olmayan “tekil şairler” götürmekte...n 10 24 Ekim 2019
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle