Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
TAYFUN ATAY’DAN “PARTİ, CEMAAT, TARİKAT” “Artık bir ‘parti adam’ var!” Tayfun Atay’ın “Parti, Cemaat, Tarikat” adlı yeni çalışması, Siyasal İslâm’ın laik Türkiye’de, toplumsal ayrışma, kutuplaşma ve çatışmalara yelken açan iktidarın seyrini, sosyal antropolojik bir süzgeçten geçirme girişimi. AKP’nin, 2000’lerin başından bugüne uzanan iktidar rotasını değerlendirmek üzere kaleme alınmış bir deneme niteliğindeki kitap, ‘15 Temmuz felaketi’nin arka planı ve altyapısını da tartışan bir içeriğe sahip. Atay ile “Parti, Cemaat, Tarikat” üzerine söyleştik. can erok gamze akdemİr gamzebaharakdemir@gmail.com A KP, dinle oynadı” diye yazıyorsunuz. Çalışmanız Türkiye’yi, AKP’yi ve dini bekleyen şafağı nasıl ortaya koyuyor? n AKP’yi “dinbaz”lıkla tasnif ediyorum. Dinbaz, “dinle oynayan” demek. Farsça “baz” ekinden türetilmiş bir sözcük bu. Canbaz, hilebaz, sihirbaz, düzenbaz gibi... İlk kullanımı Peyami Safa’ya ait ve 1930’ların sonuna gidiyor ama Safa çok da popülerleştirmemiş bu sözcüğü. “Dindarmuhafazakâr kitlelerin sesi”, “sözcüsü”, “temsilcisi” olarak siyaset sahnesine çıktığını iddia eden AKP’nin, aslında “dindar”, yani “dine sahip olan/sahip çıkan” nitelemesini on beş yıllık iktidar pratiğine göz gezdirdiğimde hak etmediğini düşünüyorum. Elbette dine merkezi ve hâkim yer veren, dini iyi de bilen bir kadronun siyasi hareketi AKP. Ama bu dinsel altyapı ve arka plan, ekonomipolitik arayışlar, arzular, ihtiraslar doğrultusunda dini araçsallaştırma şeklinde “işe vuruldu”. AKP, daha doğrusu onun insan unsuru, yetkini olduğu dini özneleştirmedi, nesneleştirdi. Özneleştirseydi “dindar” sıfatını hak ederdi. Nesneleştirdiği için “dinbaz” sıfatını hak ediyor. “DİNBAZLIK, EN BÜYÜK KÖTÜLÜĞÜ DİNE YAPTI” n Tekmeci, otoriter “dinbazlık” kavramı... Koca bir nesli ve toplumu içine çekti. Buna “rafine bir kötülük” diyebilir miyiz? n Tabii az değil, on beş yıllık bir iktidardan bahsediyoruz. AKP ve Erdoğan öncesini bilmeyen, hatırlamayan genç bir kuşak var. Bu kuşak, dini de, dinin asli simgelerini de mesela kitabın giriş bölümünde değindiğim “tekbir”iinsani yumuşaklığın, şefkatin ve tevazuun değil, sertliğin, haşinliğin, şiddetin, kibrin ve tehdidin itici gücü olarak kavradı, öğrendi, deneyimledi. Bu çok acı ve hazin bir durum. Kabileci bir anlayışla kendilerinden olmayan herkesi itelemeye, örselemeye, tekmelemeye, biber gazlarına boğmaya, satırlamaya yeltenenlerin istinatgâhı ve mekânı oldu AKP. Kabilecilik, malum, İslâmi perspektiften cahiliye dönemini karakterize eder. Unuttular “Yaratılanı severim Yaratandan ötürü” deyişini ve kendi dışlarında kalan, onları eleştiren, rahatsızlığını, hoşnutsuzluğunu ve tepkisini dışa vuran herkesi “tekfir” etmeye kalkıştılar. Soma Maden Ocağı Faciası’nda protestocu işçinin karnında patlayan “vole”de olduğu gibi tekbiri, tekmelerle hemhal kıldılar ve böylece en büyük zararı dine verdiler. “Dinbazlık rafine bir kötülük mü?” sorunuzu cevabını vermeleri için muhataplarının önüne koyalım! Ama ben de diyebilirim ki dinbazlık, en büyük kötülüğü dine yaptı. n Kuruluşundan bu yana Türkiye’nin helal(!) süpermarketi edasında oylarını artırarak gücünü perçinleyen AKP’nin, merkez oylarla günümüzdeki münasebetini ve kredisini nasıl yorumluyorsunuz? n Merkez oylar, 2002 sonrası süreçte bu oyların esas mecrası olan partilerin parlamentodışı kalmasıyla AKP’ye doğru ister istemez hareketlendi. Doğa boşluk kaldırmaz! AKP, Türkiye siyasetindeki bu boşluğu iyi değerlendirdi. Tabii bu 2002 seçimleriyle ortaya çıkan bir sonuç ve AKP bunu Uzan’a, onun Genç Parti’sine de borçlu. Biliyorsun, borcunu da Uzan’ı ekonomik ve politik anlamda yok ederek ödedi! Ama tabii şunu da eklemek gerekir ki Türkiye’nin kültüreldemografisindeki değişme de AKP’den yana bir dinamik sundu. Taşra’nın “merkez”leşmesi, varoşların şehrin efendisi hâline gelmesi ve bağlantılı olarak İslâm’ın büyük şehirlerde, elbette ekonomik değilse de bir kültürel kategori biçiminde varlığını sürdüren köylülüğün ideolojisi olarak manipülasyona uğratılması... İşte AKP, bu bağlama oturtulması gereken bir “merkez parti”. Ekonomik çerçevede itici gücünü de inşaata dayalı büyüme modelinden alan bir “merkez parti”. Akıbetini de bu büyüme modelinin daha ne kadar işlevsel kalıp kalmayacağı belirleyecek. “GEZİ, BİR CUMHURİYET ÇEKİRDEĞİ” n Gezi, bu merkez oylarını nasıl etkiledi ve sosyopolitik dinamiğiyle seküler isyan Gezi ne değildir? n Gezi, bir Cumhuriyet çekirdeği! Cumhuriyet, bir dönüşüm hamlesiydi. Siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel bir dönüşüm hamlesi.. Bu siyasi hamlenin toplumsal karşılığı topyekun bir başarı olmamıştır belki ama bir başarısızlık da sayılmaz, sayılamaz. Gezi, bunun kanıtı. Yapılan hesaplar, oranlamalar ve seçim karşılıklarına bakılırsa Gezi’yi oluşturan Türkiye toplumu, belki bir çoğunluk değil ama azımsanmayacak bir azınlık. Hatta Tayyip Erdoğan’ın Gezi Direnişi boyunca diline doladığı, “Yüzde 50’yi zor tutuyorum” sözü dikkate alınırsa kendi içinde parçalıbulutlu olmakla birlikte toplumun (diğer) yarısı bile denilebilir o topluma. Neden olmasın! Fakat her halükârda niceliksel olarak değilse de niteliksel olarak müthiş bir kaynak bu. “POPÜLER KÜLTÜR ÇOCUKLARI DİNLE BARIŞIK” n “Postmodern seküler”, “Bu gençlik ne dindar ne de dinsiz fakat dinle barışık” diye nitelediğiniz 1990 kuşağı, bu noktada nasıl bir sınav verdi ve veriyor? Kültürler savaşında ikinci perdede neler olabilir? n Postmodern sekülerizm tabirini, pozitivizmi bayraklaştıran modernliğin idealde dini kıyıya itme hedefinin aşılıp aşındığı, dinin kamusal alana geri döndüğü fakat laiklik ya da sekülerleşmenin de bir olgu ve süreç olarak varlığını koruduğu bir toplumsallık aşamasını kastederek kullanıyorum. Bizdeki 1990 kuşağı, “Ykuşağı” ya da benim tabirimle “popüler kültür çocukları”, tam da >>böyle diye düşünüyorum. Dindar ve de laik; dindar olmasa da 14 6 Nisan 2017 KItap