Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Jhumpa Lahiri’den “Saçında Gün Işığı” Üç nesil ve iki ülkeye yayılan bir roman Hint asıllı Amerikan yazar Jhumpa Lahiri, bize Hindistan’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne uzanan bir hikâye anlatıyor “Saçında Gün Işığı”nda. Hikâyenin ilk bölümünde, ön planda Hindistanlı bir ailenin iki çocuğu varken yaşadıkları dönemin politik atmosferi, hem doğdukları Hindistan’da hem kardeşlerden birinin geldiği ABD’de arka planda ele alınıyor. r Cem TUNÇER humpa Lahiri’nin Saçında Gün Işığı adlı kitabı 2013’te Man Booker’a aday gösterildi ve National Book Award finalisti oldu. O güne kadar Man Booker’ı alan en uzun kitap olan (848 sayfa) The Luminaries ile başka bir kadına, Eleanor Catton’a bırakan Lahiri, National Book Award’da ise George Saunders ve Thomas Pynchon gibi Amerikan edebiyatının en iyi yazarlarıyla birlikte finalistler arasındaydı. Lahiri, 2000’de, Interpreter of Maladies (Dert Yorumcusu, Everest Yayınları, 2000) adlı öykü kitabıyla ise Pulitzer’i kazandı. Saçında Gün Işığı’nda Lahiri, bizlere Hindistan’da büyüyen iki kardeş üzerinden, sonrasında ABD’ye uzanacak bir ailenin çok jenerasyonlu hikâyesini anlatıyor. Daha olgun ve akil diyebileceğimiz abi Subhash ve ondan sadece on beş ay küçük, kural tanımaz Udayan ile başlayan, nesillere yayılan bir öyküye değiniyor; kendi doğduğu ve büyüdüğü coğrafyanın, Hindistan ve ABD’nin hikâyesini. Kitabın orijinal adı olan “The Lowland” (Ova, düzlük alan) ile bir coğrafya öyküsü okuyacağımızın mesajını alıyor ve bunu hemen kitabın ilk sayfasında görüyoruz: “Bazı hayvanlar kurak mevsime dayanabilecek yumurtalarını bırakırlardı buraya. Bazı hayvanlarsa kendilerini çamura gömmek kaydıyla ölü taklidi yaparak hayatta kalır, yağmurun dönüşünü beklerdi.” Varlığını oldukça küçültmeye çalışan, itaati görev bilen Subhash ve kural tanımazlığın kalıcı mirasına sahip Udayan. Birbirlerinden çokça yönden ayrılan, fakat “satranç tahtasının başında otururken birbirlerinin yansıması gibi” görünen iki kardeş. Birbirlerininkinden farklı iki hayatı seçer ve onların hayatları üzerinden, Hindistan’da başlayıp S A Y F A 6 n 1 6 J “Jhumpa Lahiri, birbirinden farklı iki kardeşin iki ülkeye yayılan hikâyesini, arka planda dönemin devrim atmosferiyle insanı içine çeken saydam bir dille anlatmış.” Amerika’da devam eden üç nesil anlatılır. POLİTİK ATMOSFERDE ŞEKİLLENEN HAYATLAR Dönemin karışık politik atmosferi düşünüldüğünde, iki kardeşten kural tanımayan Udayan’ın, politika ile içli dışlı olacağını tahmin etmek zor değil. Coğrafyanın MarksistLeninist kuramcılarından Çaru Mazumdar ve çırağı Naksalbari grubunun liderlerinden Kanu Sanyal’ın da arka planda kurguya dahil olduğu bir politik karmaşada, Udayan’ın okuduğu kitaplar Yeryüzünün Lanetlileri ve Ne Yapmalı kitaplarından Mao aforizmalarına kadar büyüyen bir düzleme kayar. Udayan gittikçe radikalleşmektedir, Lahiri’nin de doğduğu Batı Bengal’i yöneten Birleşik Cephe’yi, isyana arka çıkmamakla suçlar. Gizli bir partiye, Naksalbari hareketine yakınlaşır. Bu noktada, 2010’da Slavoj Zizek’in dile getirdiği “Gandi, Hitler’den daha zorbaydı çünkü onun eylemleri Britanyalı emperyalistlerin Hindistan’da daha uzun süre kalmalarına neden oldu,” söylemiyle bile kısmen bir paralellik içindedir kardeş Udayan: “Gandi halkın düşmanlarını destekledi, Hindistan’ı özgürlük adına silahsızlandırdı.” Bir coğrafyanınkinden başka bir coğrafyanın hikâyesine, abi Subhash’in ABD’ye okumaya gitmesiyle geçer kitap. Lahiri, ABD’deki politik atmosferi Subhash’in üniversite arkadaşları vasıtasıyla okura yansıtır: Binlerce mil uzaktaki savaşı protesto eden, ellerindeki megafonlarla Vietnam’ın hata olduğunu bağıran üniversiteliler, Gandi’yi kahraman olarak gören gençler. Öte yandan, Kardeş Udayan’dan gelen mektuplar, üniversitenin politikleşen havasıyla paralellik göstermekte, gittikçe politikleşmekte, savaş ve devrim alıntılarıyla bitmektedir. Subhash ABD’de kendisine ait bir yaşam kurmaya çalışırken Udayan âşık olup evlenir. “Davasından” da vazgeçmeyince, söylemekten imtina etmeme gerek olmadığını düşündüğüm bir kırılma gerçekleşir ve Udayan’ın başına beklenen felaket gelir. HİNDİSTAN GÖLGESİNDE AMERİKA’DA YAŞAM Bu kırılmadan sonra, Hindistan toprağının gölgesinde, başka bir ülkede yaşamı görürüz. Kitap Hindistanlı bir yazarın kaleminden yazılmaz artık; başka bir ülkede doğan, Amerikan bir yazar kalemi eline alır ve Rhode Island’a göç etmiş iki kişi üzerinden hikâyeyi devam ettirir: Subhash ve Udayan’ın hamile eşi Gauri. Çünkü Subhash, kardeşinin cenazesi için Hindistan’a gittiğinde, tereddütte kalmadan, sanki yapması gerekeni en baştan beri biliyormuşçasına Gauri ile evlenir ve onu ABD’ye getirir. Kültürel bir çatışmaya, bir uyum sağlama çabasına ya da Amerikan rüyasına ulaşma arzusuna dair bir yazın değil kitabın göç sonrası ilk jenerasyonu anlattığı kısımlar; daha çok, coğrafi bağlılıklarını sürdüren fakat hayatlarını bunun üstüne kurmayan, Amerikan ailesine dair bir yazın. Kitabın ilerleyen bölümlerinde, coğrafi kökleri bir günah çıkarma şeklinde tekrar görecek olsak da bu bölümlerde Lahiri, Amerikan aile hayatını anlatan Amerikan bir yazardır ve bizlere ayrılıklara, hayatta kalma çabasına, kültürel değil, ailevi iç çatışmalara dair bir roman sunar. Hindistan’dan Amerika’ya giden bir aileyi anlatmak isteyen Jhumpa Lahiri, abi Subhash’in, eşi Gauri’nin ve doğacak çocuğu Bela’nın hayatını işlemeye koyulur ve tüm bunları, trajedilerle ve ayrılıklarla harmanlar. Yaşanmış, gerçek olayların gölgesinde kurgulanmış öyküye, samimi karakterler ve samimi bir dil eşlik eder. Bu noktada, kendi coğrafyasından başlayarak anlattığı ailenin sonraki kuşaklarını, iki kardeş üzerinden değil, iki kardeş merkezinde anlatmaya, bunu da dört yüz sayfada yapmaya çalışınca bazı noktalara az değinilmiyor değil. Özellikle Lahiri’nin keskin ve kısa cümleleri ile kurulunca kitap, okuyana ister istemez daha fazla sayfa, daha çok detay okumayı istetiyor. Bela’nın hikâyesinin, bir üst nesil Subhash, Udayan ve Gauri’nin hikâyelerinin altında ezilmesi, kitabın yer yer sadece ikiüç kişinin etrafındaki olayları anlatan bir kurguya dönüşmesi, kitaptaki olayların sıkışmasına neden oluyor, sıkışan kurguya yetişen ve ortaya çıkıp aniden kaybolan karakterler dikkat dağıtıyor. Peki, kitap bu iki kardeş merkezinde mi bitiyor? Hayır. Arka kapağında belirtildiği gibi bu kitap iki ülkeye yayılan, üç nesli anlatan bir roman. Bela’nın annesiyle ilişkisinin gelişiminden, çocuğuna kadar yayılıyor. Fakat bitmesi için bir kapanışa, bir günah çıkarmaya ihtiyaç var. Tüm bu yüzleşme içinse doğulan topraklarda yaşananlarla hesaplaşmak şart. Bunun için bir geri dönüş bekliyor okuru, çok geç ortaya çıksa da belirmesi gereken son bir şey için bu geri dönüş gerekli. Jhumpa Lahiri, birbirinden farklı iki kardeşin iki ülkeye yayılan hikâyesini, arka planda dönemin devrim atmosferiyle insanı içine çeken saydam bir dille anlatmış. Kitabın son bölümünü, kitaptan bağımsız ayrı bir öykü olarak alırsak Lahiri’nin Pulitzer’i neden öykü kitabıyla aldığını anlayabiliriz. Kitabı bitiren son paragrafta ise kitabın Türkçe adı anlam kazanıyor: “Vücudunu kıza göre konumlandırdı. Başı hafif öne eğik, eli kızın yüzünü güneşten korumak için aralarında bir gölgelik oluşturuyor. Nafile bir jest. Sadece sessizlik. Kızın saçında gün ışığı.” n Saçında Gün Işığı/ Jhumpa Lahiri/ Çeviren: Duygu Akın/ Domingo Yayıncılık/ 388 s. K İ T A P S A Y I 1 2 8 7 E K İ M 2 0 1 4 C U M H U R İ Y E T