23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Mehmet Cevat Yıldırım’dan “Kâbusname” ‘Anadolu’nun sözlü birikiminde korku adında bir hazine var’ Yıl 1939. İkinci Dünya Savaşı kapıda... Edirne’de büyük bir konakta tuhaf olaylar yaşanmaya başlar. Önce hortlak gelir, ardından öcü… Kapıya gelen insan suretine bürünmüş cin, evdeki loğusaya musallat olan karabasan derken ev çeşitli yaratıkların giderek şiddetlenen saldırılarına maruz kalır. Korku içindeki ev halkı, İstanbul’dan yardıma çağrılan İmam Ziya Bey ile kimya âlimi Ethem Bey’le birlikte inançlarını sorgulayacak; dünya büyük bir yıkıma doğru giderken ev de adım adım felakete sürüklenecektir. Kâbusname yerli korku unsurlarını başarıyla kullanan, gerilim dozu hiç düşmeyen özgün bir roman. Mehmet Cevat Yıldırım’la kitabını konuştuk. r Lal Mina SOLMAZ “KORKU DOĞRUDAN İNANCA BAĞLANAN BİR KONU” öylemeden edemeyeceğim; ilk roman, sade ve kendini bilen bir dil, kafa karıştırmayan bir olay örgüsü. Ne kadar zamandır edebiyatla birliktesiniz? Ortaokul yıllarımdan itibaren keşfetmeyi seven, meraklı bir kitap okuruyum. Yayımlanan ilk yazılarım üniversite dönemimde Virgül dergisinde çıktı ve burası benim için bir anlamda kalemimi hazırlayan mutfak oldu. Bununla birlikte her okur gibi ben de edebiyatla her gün yeniden tanışırım. Çağımızda ya da daha yakın bir zamanda geçen bir hikâyenin peşinden de gidebilirdiniz ama romanınız 1939’da geçiyor. Üstüne üstelik büyük şehirde değil, Edirne de geçiyor. Neydi sizi bu zamana ve mekâna çeken? Dünyanın savaş beklediği gergin bir dönemden faydalanmanın benim hikâyeme gerçekçilik katacağını düşündüm ki korku için bu çok önemli. Bir de ben öcülere, perilere dair ne anlatırsam anlatayım gerçek hayatta olup bittiğini bildiğimiz (ancak romandaki karakterlerin henüz bilmediği) savaşın yıkımından daha korkunç olamaz. Böylelikle okuru asıl gerçeklerden korkmaya çağırıyorum. Edirne’yi seçmemin daha basit nedenleri var: İlkin topografik anlamda bir boşluk duygusundan faydalanmak için hikâyeyi taşraya taşıdım. İkincisi bu bölgenin koşullarının “hortlamaya” daha müsait olduğuna dair bir inanış var. Üçüncüsü konumu nedeniyle savaşın yaklaştığı dönemde Edirne’ye Türkiye’de felaketin başlayacağı yer gözüyle bakılıyor. Korkunun yerlisi yabancısı da olmaz ama yine de sorayım; neden kitabınızın arka kapağında yazdığı gibi “yerli korku?” S A Y F A 4 n 1 9 S İşte bu çok önemli: “Korkunç” olması için. Öcü, peri vb. edebiyatta Hüseyin Rahmi’den itibaren pek işlenmiyor, hatta korkutmaktan ziyade gülümseten bir etkisi var bu yaratıkların. Ama biz neden korkacağız? Çirkin zombilerden mi, vampirlerden mi yoksa internetten saldıran ruhlardan mı? Bunlar korkunç değil ki. Bunlar ya şok edici, ya çirkin, ya iğrenç ya da dehşet verici. Bütün bunları bir yerde korkutucu olamamanın telafisi gibi görüyorum ve bu telafiyi kabul etmiyorum. Buna karşın unutulan ya da unutulduğunu sandığımız yerli korku unsurları gerçekten korkunçlar. Hatta belki bunların bu kadar kenarda kalmasında belki fazlasıyla korkutucu olmalarının da etkisi vardır. Anadolu’nun sözlü birikiminde korku adına bir hazine var. Romanınızın merkezdeki kahramanı imam Ziya Efendi. Onu yaratırken çıkış noktanız ne idi? Korku doğrudan doğruya inanç konusuna bağlanan bir duygu. Cinlerin varlığına inanıp inanmamaktan tutun, neye, neden ve nasıl inandığımızla ilgili belirsizlik ve çelişkilerimizin içinde korku kendine yer bulur. Korkunun inanç boyutu sorununu tabiri caizse cepheden karşılamak için başkarakterin imam olmasını istedim. Kendi işi inanmak ve inandırmak iken romanda yaşanan olayları nasıl karşılayacağını işlemek istedim. Ethem bir bilim adamı, Ziya ise bir imam. Ethem hortlağı görmesine rağmen onan inanmamakta direniyor… İmam Ziya ise inanmakla inanmamak arasında bir yerde sanki. Bir çelişki yaratarak okurun düşünce gücünü zorluyorsunuz aslında. İkisinin (Ziya ve Ethem) sizin zihnindeki yerini anlatır mısınız biraz? Ziya ve Ethem iki karakter olmaktan başka iki farklı düşünme biçimini 2 0 1 3 temsil ediyorlar. Ziya muhafazakâr olmaktan ziyade sorgulayıcı, kesin yargılardan kaçan, hatta kesinlikten kaçmayı ilke edinen bir imam. Ethem ise rasyonalist ve modernist bir bilim insanı. Ethem, kendisinden çok etkilendiğim (ve kitabın başında üstü kapalı bir selam gönderdiğim) Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bize öğrettiği dünyayı temsil ediyor. Asıl derdi hurafelere karşı savaşmak. Ancak o da kendine göre bir inanç dünyası oluşturuyor ve bu dünya da batıl inançlar kadar akıl dışı siyasi çıkarımlarla dolu. Dönemin acımasız modernizmi Ethem’de vücut bulurken Ziya da bir nevi Ethem’in karşısında postmodern eleştiri işlevi görüyor. Bu düşünce biçimleri için olduğu gibi Ziya ile Ethem’in konuşmalarında da aslında karşılıklı eleştiriyle birbirini tamamlayan bir özellik var. Yine de ben Ziya’yı kayırıyorum, hikâyenin geçtiği dönem ise Ethem’i… Köşkte yaşanan karışık zamanlarla dünya gündemindeki karışık zamanlar… Aslında köşkte de bir savaş var, dünyada da ha çıktı çıkacak İkinci Dünya Savaşı. Bu iki durumu birbirine bağlarken çıkış noktanız korku muydu? Daha ziyade kötülüktü. Hikâyenin geçtiği köşkte perilerin vb. varlığından emin olamayız; ancak savaşa sürüklenen dünyada gerçekten korkunç ve varlığından emin olabileceğimiz bir şey var, o da kötülük. Daha fazlasına sahip olmak hırsıyla kitleleri kıyıma götürmek maalesef gerçek. Dünyadaki bu kötülüğü düşününce “cin var mıdır” sorusu çok masum kalıyor ve insanın “olsa ne olur ki” diyeceği geliyor. Çünkü daha beterini gözlerimizle görüyoruz. Bir anlamda siyasi gerçekçilik içinde korku öyküsü anlatınca o öykünün etkisini arttırıyor. “DÖNEM ANLATILARINDAKİ EN BÜYÜK BEKLENTİSİ ARAŞTIRMA” Romanın geçtiği dönemle ilgili araştırma –özellikle politik görüş/ayrılıklar ve Edirne’yle ilgili araştırma ya da seyahatiniz olmuş sanırım… Elbette dönemin gazetelerini okudum, geleneksel inanışları araştırdım, Edirne’ye gittim. Uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi alanında çalıştığım için dönemin siyasi gerilimlerini zaten az çok tanıyordum. Ama asıl işimi kolaylaştıran Nahit Sırrı Örik’in tam o dönemin Edirne’sini anlatan seyahatnamesi oldu. Sanki üstat benim için o dönemin resmini çekmiş! Yine de bütün bunların toplamına bakınca romanımın araştırma boyutu öyle çok da ön planda değil. Olmasın da zaten. Okurun bir romanda, özellikle de dönem anlatılarında en büyük beklentisinin araştırma olduğunun farkındayım. Ama bunda bir çelişki görüyorum: Sosyal bilimler krizden krize koşarken romanda “araştırma” aramak neden? Bir yandan dönemlere, mekânlara, kişilere dair akademik yazın okursuzluktan boynunu bükerken diğer yandan anlatı bu beklentinin yükünü kaldırmakta zorlanıyor. Oysa bir romandan benim ilk beklentim güzel bir hikâye ve okuma zevkidir. Romanın dilini kurarken, romanı yazarken titizlendiğinizi düşünüyorum. Çok sade ama o döneme özgün, tasarruflu, abartıdan uzak çok yalın bir dili var çünkü romanın. Bu durumda bir dil kaygınız olduğunu düşünmekten alamadım kendimi… Evet ama bu dil oyunu kararında güzel. Bir şekilde gerçekten herkesi o dönemin diliyle konuşturmayı başarabilecek olsam ortaya kimsenin anlamadığı bir metin çıkabilirdi. Dolayısıyla hem anlaşılır olsun istedim hem de eski kelimeleri döneme dair bir hava verecek kadar, kararında bir çeşni olarak kullanmak istedim. Sonuçta amacım sözlük yazmak değil, okura heyecanlı bir öykü ve rahat ve zevkli bir okuma sunmak. Ziya “Bizler birer kelimeyiz” diyor… Çok da haklı. Siz ne dersiniz? Bu fikir bana çok güzel görünüyor: Roman karakteri “biz birer kelimeyiz” diyor ve belki çevresindekileri buna inandıramıyor. Kendi hayatımızda bunu söylesek nasıl olur? Basitçe kitabın üzerinde ya da bu röportajın taşındığı sayfaların üzerinde benim adım da sadece bir kelime ve bir gün silinip gidecek. Birer kelimelik faniler olduğumuzu bilmek ve hatırlatmak ilk elde hem korkutucu hem de gerçekçi. Ama bunu kabullenip kendine ve dünyaya her şeyin bir sonu olduğunu bilerek bakmak ondaki güzelliği onu yaşadığın anda görmeni sağlıyor. Bize biraz da okur olan Mehmet Cevat Yıldırım’ı anlatır mısınız? Daha ziyade yabancı edebiyata dayanan bir birikimim var. En çok da İtalyan edebiyatına. Her satırına hayran olduğum kalem Italo Calvino’dur. Türk edebiyatından ise en çok beğendiklerim “eskilerdir”, Abdülhak Şinasi Hisar’ın dili ve tarzı bana heyecan verir. Çağdaş yazarlardan İhsan Oktay Anar’ın kitaplarını büyük zevkle okurum. Korkuya gelince, işte orada kötü bir okurum. Belki Kâbusname’nin korku romanları arasında biraz sıra dışı olmasında benim bu türü fazla tanımamamın etkisi vardır. n Kâbusname/ Mehmet Cevat Yıldırım/ Doğan Kitap/ 282 s. K İ T A P S A Y I 1231 E Y L Ü L C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle