Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Tahir Abacı ile dört kitabını konuştuk ‘Beni müzikle buluşturan edebiyat değil hayat’ Türk şiirinin çalışkan ve etkin isimlerinden Tahir Abacı’nın edebiyatmüzik ilişkilerinin çeşitli düzeylerini ele aldığı dört kitabı okurla buluştu: Gramafonlu Kahvehane, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik, Harput – Elazığ Türküleri, Türk Müziğinde Bestelenmiş Şiirler. Tahir Abacı, poetik ve politik yakınlık kurduğu dergilerde şiir ve sorunları üzerine yıllardır düzenli yazıları kaleme alan ve edebiyat ortamında kıyıda durmayı şiar edinen üretken bir imza. Bazı şairler fotoğraflarıyla, görüntüleriyle hafızamızda yer edinmiştir bazıları ise sadece eserleriyle. İşte o, eserleriyle yer edinen ve suretini hatırlatmayan kıymetli, az sayıdaki şairden biri. Şiir kadar şiirin sorunlarına eğilen ve verimleriyle edebiyatın düzeyinin artmasına katkı sağlayan Abacı’nın roman ve müzik araştırmacılığı da incelenmeyi ayrıca hak ediyor. Şiirin yanı sıra müziğe ve kültür dünyamıza, siyaset bilgisine dair derinlikli etütleri ile özel bir yerde duran ve farklı alanlardaki inceleme, eleştiri, araştırma kitapları da kısa süre içinde dolaşıma sunulacak Abacı ile entelektüel bir şairin müziğe ve hayata yaklaşımını konuştuk. r Cenk GÜNDOĞDU eğerli Tahir Ağabey, müzikle ilgisi yoğun bir şair ve edebiyat araştırmacısısınız. Bu yıl müzikedebiyat kesişimiyle ilgili dört kitabınız birden yayımlandı. Kurgusal eserlerinizde ve bunların dışında kalsa da kurgusallığın beslediği çalışmalarınızda yönünüzü, şimdiye kadar müzikle tayin ettiniz desek yanlış olmaz sanıyorum. Ne dersiniz? Sizi müziğe vardıran ve onun üzerine düşündüren şey edebiyattan ayrı mı? Dilinin ucuna dizeler gelen, kafasında kurgular canlandıran bir edebiyatçı için müzik başlangıçta zenaatin bir gereği ya da uzantısı olarak değil, hayatın bir gereği ve parçası olarak gelir. Hatta diğer sanatlardan daha fazla hayatın içine karışmıştır müzik. Dolayısıyla beni müzikle buluşturan, elbette bir müzik yaratıcısı ya da icracısı olarak değil, bir alımlayıcı olarak buluşturan, edebiyat değil, hayattır. Başlangıçta pek çok hayat süreçleri gibi müzik de edebiyat etkinliğime duygu, duyarlık, yaşantı taşımıştır. Müzik üzerine düşünce üretmeye başlamam ve bunu da deneme diliyle, edebî dille ifade etmeye başlamam daha sonra oldu. Farklı disiplinlerde ürünler veren ve kıyıda durmayı seçmiş biri olarak, sizi edebiyat mı müziğe yaklaştırıyor, yoksa müzik mi edebiyata? Duygusal bir yapım var. İlk gençliğimden itibaren müziğin bu yanımı beslediğini fark ettim. Bunda elbette yaşadığım coğrafyanın, DicleFırat havzasının da büyük etkisi var. Bölge müziğinin bugün Türk müziği denildiğinde akla gelen, aslında farklı kavimlerden insanların da yoğun katkısıyla oluşmuş müziğin ilk yurtlandığı yer olması, halk müziğinin ve şiirinin, divan müziğinin ve şiirinin bu yörede harman olmuş biçimde yaşaması, benim edebiyata da zaman içinde farklı biçimde bakmama yol açmıştır denebilir. Türkiye’de müziğin ve müziği merkezine türlü şekillerde alan ede“Duygusal bir yapım var. İlk gençliğimden itibaren müziğin bu yanımı beslediğini fark ettim. Bunda elbette yaşadığım coğrafyanın, DicleFırat havzasının da büyük etkisi var” diyor Tahir Abacı. D biyatın Oryantalizm’e karşı layıkıyla cephe aldığını düşünüyor musunuz? Oryantalizm’e bu bağlamda cephe almak ve açmak için sizce, gönlünü müziğe ve edebiyattaki müziğe düşürenlerin öncelikle ne yapmaları gerekir? Oryantalizmin Avrupa merkezli bir bakışın ürünü olduğu düşünülür. Oysa oryantalizmin kendisine alan seçtiği bölgelerin insanları da bu oryantalizmin değirmenine pek çok kez su taşımışlardır. Örneğin, ulusallığı, yerliliği, geleneği biraz abarttınız mı kendinizi ulusal, yerli ya da geleneksel sularda değil, oryantalizmin görmek istediği biçimlerde bulursunuz. Bunları küçümseyince de sizi yaşadığınız topraklara yabancılaştıran “Batıcı” bakışın içinde bulacağınız gibi. Bu noktada da olmaya çalıştığınız yer değil, olduğunuz yer belki de en doğru yer, yeter ki onun evrensellik ile kesişmelerini yakalamasını bilin. ÇEŞİTLENEN İCRA... Sizce “icra” ile “yorum” birbirinden ayrı mı, yoksa birbirini bütünlüyor mu? 1938 yılında, yurdun birçok yöresinde olduğu gibi, Elazığ’da da derlemeler yapılmış. “Mum plak” denilen bir medya üzerine yapılmış bu kayıtları dinlediğiniz zaman, bildik türkülerin, günümüzdekinden belli oranda farklı biçimde icra edildiklerini görüyoruz. Neden? Çünkü aradan geçen altmış beş yıl içinde radyo yayınları yaygınlaşmış, yeni medyalar ortaya çıkmış, televizyon ortaya çıkmış, sazlar gelişmiş, başka müziklerle tanışılmış, onlardan etkilenilmiş, süslemeler, çeşitlemeler artmış. Hatta, Kalan Müzik’te bu yeni icraları dinlerken, Erkan Oğur bir parçada caz motifleri dahi saptamıştı. Müzikte, özellikle de halk müziğinde bitmez tükenmez bir “otantiklik” tartışması var. Oysa, en disiplinsiz, en yaygın biçimde icra edilen müzik de halk müziği. Dolayısıyla herkesin dinlediği ilk biçimi “otantik” sanması bir yanılgı. İcra, yorumla sabit ve değişmez olmaktan çıkıyor, çeşitlenip zenginleşiyor. İlhamlarını folklordan alan şairler sizce, “kaynak kişi”lerin üzerlerindeki ölü toprağının kaldırılmasının önüne, folklordan sıklıkla söz ettikleri halde niçin geçemediler? Folkloru bir yapı taşı olarak çeşitli yerlere yerleştirebilirsiniz. Örneğin, geçmiş edebiyatımızda sık rastlandığı üzere popülist bir konuma yerleştirip, düpedüz taklit öğesi haline getirebilirsiniz. Ya da şoven milliyetçi bir takıntıyla kutsayabilirsiniz. Folklorun bir olgu olarak, bu tür abartıların ötesinde kullanılabileceği bir nokta da elbette var. Folklordan sıklıkla söz edip ama onu gereken yerde ve oranda kullanamamak gibi bir sorun var. Genellikle kutsanan tam olarak kavranamaz, çözümlenemez. Bir olguyu tam olarak çözümlemek duygusal bağlılıktan, onunla coşmaktan öte bilimsel bakışı gerektirir. Aynı sorun, başka yerlerde de karşımıza çıkıyor. Sözgelimi tarihe bakarken, topluma bakarken, inançlara bakarken... Sizce folklor üzerindeki kara bulutları dağıtmak için yerelliğin mi yoksa yerliliğin mi kodlarını çözmek gerekir? “Dünya insanı” olma bilinci sizce bu iki kavramdan biri ya da diğeri değillenerek mi yoksa, iki kavram da tersyüz edilerek mi okurlara aşılanır? Yerlilik ya da yerellik sorunu layıkıyla dünya yurttaşı olmaktan ayrı bir sorun değil. Dünyalılık ve insanlık bilinciyle hareket ettikten sonra, yerli S A Y F A 1 6 n 1 9 E Y L Ü L 2 0 1 3 C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 1231 Fotoğraflar: Figen Abacı