Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K Bir yazar yeni bir anlatı dili kuramadıkça, soy yazıncılar arasına katılamıyor hiçbir zaman. Yaşar Kemal, Mo Yan ve Márquez bir kez daha kanıtlıyor bunu. ki hafta önce Gabriel García Márquez’den (1928) Yüzyıllık Yalnızlık (1967; Çev.: Seçkin Selvi, Can, elli birinci basım, 2013; Alıntılar için bak.: 1994), Mo Yan’dan (1955) Kızıl Darı Tarlaları (1984; Çev.: Erdem Kurtuldu, Can, 2013) adlı romanları üzerinde durmuştum. Bu kez Márquez’le Yan’ın romanlarını Yaşar Kemal’in (1923) “Bir Ada Hikâyesi” başlıklı dörtlemesi ile ilişkilendirerek anlatım biçimleri bağlamında bunları değerlendirmeye girişeyim istiyorum. Yaşar Kemal, Çıplak Deniz Çıplak Ada (YKY, 2012) ile dörtlemesini tamamladı. Daha öncelerde Adam’ın yayımladığı Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (1998), Karıncanın Su İçtiği (2002), Tanyeri Horozları (2002) üzerine Adam Sanat’ta birkaç sayı üst üste yazmıştım. Yaşar Kemal’in Çıplak Deniz Çıplak Ada özelinde bu dörtleme ile Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık, Yan’ın Kızıl Darı Tarlaları romanlarını anlatım biçimleri, biçemsel özellikleri temelinde genel saptamalara girişmekle yetineceğim yalnızca. Mo Yan, “Kızıl Darı Tarlaları’nı niye yazdım?” başlıklı sunuşunda şöyle diyor: “Bazıları Kızıl Darı Tarlaları’ndaki hikâyelerde Márquez etkisi olduğunu söylüyor; bu konuda tek söyleyeceğim şey bunun bir tahminden öteye gitmeyeceğidir. Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanını 1985 baharında okudum, o zamana kadar dilimize çevrilmemişti. Kızıl Darı Tarlaları’nıysa 1984 kışında yazdım, romanın üçüncü bölümü olan ‘Köpek Patikaları’nı bitirdiğimde bu olağanüstü romanı okumaya başladım. Ama böyle bir yöntemin neden daha önce benim aklıma gelmediğine hâlâ üzülürüm. Eğer Márquez’in romanını yazmaya başlamadan önce okumuş olsaydım Kızıl Darı Tarlaları’nı daha farklı bir şekilde yazardım.” (12) Oysa Márquez’le yaşıt Yaşar Kemal, Yüzyıllık Yalnızlık’la eşzamanlı olarak verimlediği Yer Demir Gök Bakır’ın bir yerinde şöyle söylemekten alamaz kendini: “İnsanlar böyle hikâyeler uydurmağa, uydurdukları hikâyelere inanmağa, inandıktan sonra büyük bir esriklik içinde başkalarına anlatmağa, onları da inandırmağa can atarlar… Neylersin ki böyle bir uydurukçuluk insanoğlunun huyunda var. Çıkasıca, kuruyasıca huyunda var.” (Güven, 1966, 275) Bu hesapla Mo Yan’ın üzülmesine gerek yok. O doğmadan on yıl önce, ustası Yaşar S A Y F A 14 n 19 E Y L Ü L itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com ROMANCILARIMIZ ARASINDA10 Özgürlüğün tarla/adalarında yüz uzun yıl... İ Kemal, hem de romanında, insanoğlu denen mahluk için böyle tevatür ediyor. Bir ucu Latin Amerika’da öte ucu Çin’de, orta başı Anadolu’da insan bununla besleniyor… Sözü üç büyücüye bırakmadan her üçünün de dramayı, dramatik olanı çok iyi bildiğini, bu çerçevede anlatılarında bunu gerek teknik olarak gerekse biçem bağlamında ustaca kullandığını vurgulayalım sözün başı gözü yarılmadan… Gezginci Çingenelerden masal anlatıcılarına, kasvetli geceleri şenlendiren göstericilerden büyüye, ritüele halkalarla yayılıp genişleyen anlatı ormanlarıyla karşı karşıyayız demek ki… Öte yandan her üçünün de birer “kadıncı yazar” niteliğiyle bir epik söylemle de içlidışlı oldukları unutulmamalı. ALDI SÖZÜ MÁRQUEZ… Márquez, olguları, trajiğinden çıkarılabilecek komik bağlantılarıyla aykırı gerçekçi tabanda, ama söylen havasında aktarırken, devamlılık arayışı yönünde müthiş bir anlatı lezzeti de sunuyor. Buna, ritüel için kaynaklık yapan gizemci tutumlar, bunları besleyen kör inançlar, özellikle kurumsallaşmış yalan da eklenebilir… Salt bu özellik bile onu söylen ustası, yazıyı büyü kılan, bunu efsunlu muskalara dönüştüren bir yazın cambazı kılmaya yetiyor. Lirik birer destan olarak da nitelenebilir bu nedenle Márquez metinleri. Bu çerçevede bir hipnoz etkisinden de söz edilebilir hatta anlatılarda. Kişiler aynı anda farklı yerlerde görülebilir, abartı yalnız olağan değil zorunludur bu yaşamda. Gerçek, gerçeküstü, gerçek dışı her an karışacaktır; böylelikle bir anda destandan çıkılarak masala bulanılabilir, düşlerde gezinilip acımasız gerçekle yüz yüze gelinebilir. Bu çerçevede söylen, masal hep kol koladır. Nitekim “anılar kuşaktan kuşağa geçmiş ve (bunlar) kalıtım yoluyla” ötekilere “aktarılmıştı(r)”. (182) Yoksa ölülerle yaşayanları kol kola anlatmak bunca kolay olabilir miydi? Gerçekten de Márquez’de ölüler her an hayata müdahalede bulunabileceği gibi, yaşayanlar da kimi zaman ölüler dünyasına gidip dönebilir. Anlatılar, tüm coğrafyaları kuşatan, yayıldığı yerleri buluşturan gizil güce, bunu tüttüren büyüye sahip. Onun, roman evrenlerini kendi birikimsel kültürüyle bütünleyip, bundan da önemlisi çokkültürlülüğe dayandırdığı, bunları sıklıkla önümüzü kesen şaşırtıcı zenginliğe dayalı kültürlerarası tünelde örüntülediği görülüyor. “[K]arnıyla kalçaları paylaşılan bir kadın olmanın kaçınılmaz kaderi”ni (151) taşısa da ağırlığı öylesine baskın, yoğundur ki kadının, bu bağlamda vicdan azabı diyebileceğimiz körüğün havasını bile tek başına kadın şişirir neredeyse. Savaştaki rolleri de bu bağlamda alınabilir. Cinsellikte ise çekincesiz, çırılçıplak tutum sergiler roman kişileri. Sözgelimi “mahalleyi ayağa kaldıran çığlıklar”ı (94) olağandır bu nedenle kadınların. 2013 Bir ütopya yazarı mı Yaşar Kemal? En azından bu son nehir romanında böyle bir yaklaşımın ortaya çıkıp kendini gösterdiği öne sürülebilir. O halde bir Çin destanı olarak alınabilecek yapıt, özgün anlatımındaki düş, masal, gerçeküstü aracılığıyla ama sonuçta kurgu desteğinde doğrudan alımlanan bütünlük sergiliyor. Bu yanıyla şiir gibi de okunabilir sanıyorum Mo Yan’ın romanı Yaşar Kemal’de gözlendiğince. Yapıta yayılan parlak imgeler, insanı alabildiğine şaşırtıyor. Bütün bunlar anlatının canlandırma gücünü ortaya koyuyor aynı zamanda. Nitekim yazar, bu haliyle geleneksel Çin tiyatrosunun görselliğiyle yapılandırıyor sanki anlatısını. Bizdeki meddah anlatımına çok uyan bu biçemden ötürü metne yakınlık duymak da olası. Zaten Yaşar Kemal de bir masal atası halinde çıkmaz mı o büyülü lambadan? Mo Yan, metnine bir şaman töreni görevlisi gibi yaydığı ritüeli, son derece sanatlı kılmayı başarıyor. Yoksa “cenaze üstadı”nın (348) işi ne romanda? Márquez’in de bundan geri kalmadığı biliniyor. Bu arada kadının yüceltilişi, bağımsız karakterdeki yapısı, dişiliği ile bunu kösnüyle, akılla kullanışı sonra yansıttığı arkaik cinsellik, Mo Yan’da hoş bir yükseklik, uçarılık kazandırıyor anlatıya, adeta ritüele dönüşüyor. ALDI SÖZÜ YAŞAR KEMAL… Bir ütopya yazarı mı Yaşar Kemal? En azından bu son nehir romanında böyle bir yaklaşımın ortaya çıkıp kendini gösterdiği öne sürülebilir. Bir büyük, görkemli anlatı geleneğinin ardılı olduğu, bu yanıyla dünyanın öteki yazarlarıyla kol kola girerek geleceğe yürüdüğü öylesine belirgin görülüyor ki Yaşar Kemal’in, insan bunlara bakarak çağlar aşırı bir büyük yazarlar ordusuyla karşı karşıya olduğunu kavrıyor anında. Yaşar Kemal, bütün anlatılarında çevrintiler yaratmanın alabildiğine büyük ustası. Bu çevrintinin bir ucu varıp yıldızlara çıkarak sonsuzlaşıyor bir çalım, öte ucu ise dolambaçlarda yitip gidiyor sanki. Şaşarak işte bu büyünün içinde yol alıyorsunuz… “Geceleri pınarlar(ın) ağızlarına kadar yıldızlarla dol(duğu)” (26) Karınca Adasını Yaşar Kemal, bir ütopya adası yapmak için çabalıyor adeta. Düşlemleriyle doludizgin koşan bir avuç insanıyla Karınca Adası, hayalleriyle yaşayanların işgal ettiği bir hayal ada olarak da alınabilir. Nitekim düşmanlıklar için bile sanki mola verilmiştir de herkes kendi keyfince barışın tadını çıkarıyor gibidir. Bunca verimli doğa ortamında inanılmazlık, bir tansık havasında gerçektenlikle örtüşür. Çünkü onda, hemen her anlatı gereci birer ritüeldir. Bu, ona bağlanmayı da temellendirir yanı sıra. Ne var ki onun bu adadaki karakterleri, öteki romanlarının kişilerinden pek de farklı değildir. Çünkü tekinsiz ortamların kuşkucu, karamsar, sürekli gelecek kaygısı taşıyan, bu anlamda yaşamaktan çok ölüme yakın durduğunu düşünen insanlarla karşılaşıyoruz bu yapıtlarda. Hayat bilgisi ile hayal bilgisini halk bilgisi olarak paydaş kılan anlatıların bu ustası, okuru kendisine bağlamakta bir an bile gecikmiyor. Çünkü her yeri, kültürü birbirine harmanlar, doğayı baskın kılıp yol alırken aslında bir roman evreni içinde gezindiğini hiçbir zaman unutmuyor Yaşar Kemal. İşte size dünyanın üç büyük yazarı… Ama onlar kendilerine sunulan ödüllerden ötürü büyük değiller, yazıya döktükleri hünerle, yazı zanaatının en has işçiliğinden yazın sanatının tanrılığına yükselişteki büyülü emekleriyle büyük onlar… Çünkü bir yazar yeni bir anlatı dili kuramadıkça, soy yazıncılar arasına katılamıyor hiçbir zaman. Bu üç yazar bir kez daha kanıtlıyor bunu. Onlardan henüz herhangi yapıt okumamış olanlar içinse gerçek bir kayıp, yaşamsal bir boşluk bu… Oysa hayat boşluk kaldırmıyor! n K İ T A P S A Y I 1231 Márquez’in bir ilginç yanı da hemen her romanında Türklerle ilgili kimi ayrıntılara yer açması. Ancak bizim yazınımızda da Márquez kökenli, duyumsama biçiminde kendini gösteren yoğun bir etkileşimden söz edilebilir bana göre. Nitekim kentlilik olgusu açısından kırsalı bu doğrultuda yapılandırıp anlatmayı ustalıkla başaran, bu yanıyla öne çıkmış Tahsin Yücel’i, Latife Tekin’i, Hasan Ali Toptaş’ı özelikle anabiliriz. ALDI SÖZÜ YAN… Mo Yan, geçişkenli anlatıma dayalı masal, söylen temelli romanında çok hoş tokluk, serinlik duygusu yayıyor. Onun bu yönteminin, anlatısını ileri geri sarışının anlatıdan yayılan masal havasıyla uyumu öylesine yakışıyor, öylesine örtüşüyor ki, insan okudukça daha çok büyüsüne kapılıyor romanın. Çok zengin bir yelpazede serpiştirilmiş anlatısal öğeler de söz konusu ayrıca. Kızıl Darı Tarlaları’nda, “darılar(ın) kocaman tek bir vücut olup daha büyük bir anlama bürünm(eleri)” (47) bu bağlamda örneklenebilir. Bu algı bütünlüğü bir yanıyla sürer hep: “Ninem evrenin sesini duymuş, bu ses darılardan geliyormuş.” (110) İnsanların, “ne kadar erken ölürsen o kadar çabuk dönersin hayata” (141) türünde yansıttığı inanç bütünlüğü de bunu vurguluyor. Bir bakıma hayatla ölüm eşzamanlı birer olgu. Kaydırmalar ya da sıçramalarla zaman, uzam oynamaları bunun uzantısı kuşkusuz. Bu, “büyük nüfusundan başka bir şeyi (olmayan)” (189) Çin toplumunda gerekli belki. Doğanın, kırların imgeleme zenginliğiyle okuru kuşatan anlatı, giderek görkemli bir büyüye dönüşüp onu kıskıvrak bağlıyor. Bizim Yaşar Kemal’imiz gibi uzun, doğacı bakışla ayrıntıları ballandırarak anlatan bir yazar tutumu sergiliyor sürekli Mo Yan. Böyle bir hava ister istemez abartılarla, söylen havasında yurtsama ya da yüceltmelerle harmanlanıyor… C U M H U R İ Y E T