Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K evsimi gelmiş de geçmiş midir, yoksa geçmiştir de Godot gibi gelmesi mi beklenmektedir yalnızca? Ya güneş, kalıcı ateş topu halinde varlığını koruyorsa… Hava, su, toprak kışkırtıp her dem tutuşturuyorsa yüreği, ne denebilir daha başka? O halde aşk zamanıdır hangi ara yaşarsanız yaşayın, hele de bayramsa günler… Şiir mi aşkın imdadına yetişmiştir, yoksa inen vahiy olmuştur da aşk, yuvalandığı şiirin içinde, onun dublörlüğüne mi girişmiştir, kim bilebilir bunu? Günel Altıntaş, “Aşk gibidir diyorum şiir/ görmesen de duyumsarsın.// Duyumsuyorum işte ben de” diyor bir şiirinde. 1970’lerde Soyut’ta “aforizmalar” yayımlardı şair. İkisi kalmış belleğimde, şöyleydi anımsadığımca: “Ev sahipleri bekâra kızlarını veriyor, evlerini vermiyor.” “Erkeklerin şemsiyesi neden büyüktür, yanına bir kadın alabilsin diye.” Şimdi hangi kitabındadır bunlar, bilmiyorum, ama aradan geçen şunca yıl sonra şiir kitaplarını göndermiş Altınoluk’tan şair. Son yayımladığı Sözcük Tatlısı (Kod:eks, 2012). Yukarıdaki şiiri de buradan aktardım (24). Altıntaş, Sevdalı Nehir’i de (Seçme Kitaplar, 1997) eklemiş ilkinin yanına. “Gül” başlıklı şiirine şöyle giriyor şair: “Dudaklarına ektiğim gül tohumu/ belki senin yalıtılmış sıcaklığından/ içine akıttığın yaşlardan belki/ yeşeriverdi kalbinde bir sabah/ yüzüm gözlerinden yakamozlanarak geçti”. (75) Şairin, kadınlara yönelik göndermeleri, dokundurmaları, iğnelemeleri, fit vermeleri vb. biliniyor. Ama bu arada şöyle dizelemekten alamıyor kendini: “Karşılıksız sevdamdır şiir/ ömür boyu çekerim.” (“Karasevda”, 36) BİR ŞİİRE AŞK… Aşkla şiir ilişkisi tarih kadar eski neredeyse. Şavkar Altınel, Turgay Fişekçi’nin Güzelle Büyü (Sözcükler, 2013) adlı yapıtına değindiği Cumhuriyet Kitap’taki yazısında bir bakıma bunu dürtüklüyor: “Turgay Fişekçi bir yazısında şiirin en çok aşk şiirinde şiir olduğunu ileri sürmüştü. Korkarım, ben tam bu görüşte değilim. Bence aşkın kendisi gibi şiiri de bir ‘baştan çıkma’ ve kontrol kaybı içeriyor. Dolayısıyla da, ‘aşk şiiri’ denilen tür, retoriğin yapıya galip geldiği bir çeşit sayıklamaya dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya. Bu görüşümün aksini kanıtlayan düzinelerce başarılı aşk şiiri yok mu? Var elbet ama acaba o şiirlerde gerçek aşk var mı? Şairin aklı hâlâ sağlam bir şiir üretebilecek kadar S A Y F A 14 n 17 E K İ M itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com Aşkla şiire ermek, şiirle aşka gitmek… M başındaysa âşık olduğu doğru olabilir mi?” (11.7.2013) Turgay Fişekçi, üç dilime ayırdığı yapıtında “Güzelle Büyü”yü, “Baktım kimsenin görmediği bir güzellik gibi sana” (13) diyerek kuruyor. Onun şiirlerinde derinden yankılanan bir sis çanı gibi duruyor aşk hep. Bakıyorsunuz var, bakıyorsunuz yok ama hep yanınızda duyumsuyorsunuz; “Her şey büyüyor yan yana/ Yapraklar gibiyiz göklerde gezinen/ Sanki bir biz varız böyle/ Kanat kanada yaşayan.” Nitekim “Bir Ekmek” aşk ağıtı gibi de okunabilir: “Sana gelmediğim günlerde/ Bana bir ekmek yapar mısın?/ Yanık un kokulu dilimlerini/ Yedi güne yayabileceğim.” (38) Sonra “Güzel”deki o arayış: “Dönüşü olmayan yolculuklara çıkmak istedim hep/ Dünyanın her köşesinde/ Beni bekleyen küçük bir hayata ulaşmak için./ Gözlerindeki ışıklardan yeni bir dil kurup/ Kutsal kitaplar yazmak isteyen bir ermiş gibi.” (44) Aşkla şiir ilişkisinin gençliğe, doğası gereği genç kanda yuvalanmış olması gereken aşk çekirdeğine uzanmaması, sonuçta bütün bunların bir süreçler zincirine yansımaması olası mı? Pek çok deneme yazarının genel anlamda doğanın işleyişi temelinde baktığı görülebiliyor buna. Bu arada sanatın, doğal değil de yapıntı yani kurmaca olması gerektiğinin vurgulandığı da anımsanmalı ama. Öyle ki olgusal olarak yaşanan herhangi aşkın, insanda şiirlilik duygusu uyandırabileceği, ancak sanatsal açıdan yüksek bir şiirdeki aşkla bunların hiçbirinin yarışamayacağı, bundan ötürü de aşkın varoluştan bu yana şiirde aranmasının hep süreceği dile getiriliyor. O halde gerçek bir aşkın da ancak şiirde karşımıza çıkacağı unutulmamalı… Ama yine de yaşanan aşk duygusunun, insanları şiire yanaştırdığı görmezden gelinebilir mi? Özellikle gençlikte kanın şoruldadığı bir dönemde insanın şiire yakınlaşması, şiiri sevmesi, ötesinde yaşadığı aşktan kalkarak şiir karalamaya yeltenmesi az şey mi? Varsın bunlar şiir olmasın, gençlik yıllarında sahneye çıkarak şöyle bir dolanıverenlerin yaptığı varsın tiyatro olmasın, öyküye, romana girişenlerin, resim, karikatür çiziktirenlerin, orkestra kurduklarını sananların yaptıkları da bunlarla uzak yakın benzerlik taşımasın… Ne ki bütün bu eylemlerin gencecik insanlarda sanata yatkınlık yaratacağı, ruhlarında sanata bir biçimde yer açılmasını olanaklı kılacağı göz ardı edilebilir mi? Amacım sorunsal boyutunda konuya yönelmek, bu izlek çerçevesinde deneme kaleme almaya girişmek değil. 2013 Kendi topraklarında çiçek açmayı sürdüren şairler aracılığıyla hem onların kitaplarında iz sürmek hem de konuya bir ölçüde değinmeye çalışmak elden geldiğince… AŞKIN TOPRAĞI… Aşkın toprağı, doğası gereği birbiri üzerine kapanan duygu yapılanması, bu açıdan yaşanan bir dizi etkime, tepkime diyelim… Bu, aşkın bir duygu işi olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Yani bir aşk olgusu için zorunlu olan us değil duygu. Oysa sanat yapılabilmesi, buna dayalı yapıt ortaya konabilmesi için us zorunlu. Diyeceğim, anlak olmadan sanat yaratılamaz, bu nedenle sanatsal üretimde duygu, bir eşduyum bağlamında yer tutacaktır yalnızca. Siz akla gerek duymadan âşık olabilirsiniz çünkü, ama akıl olmadan sanat asla! Ne büyük bir ayırt çıkıyor böylelikle ortaya… Buna göre aşkla şiiri çelişik yapılar olarak bir araya getirmek olanaksız. Ama zurnanın zırt dediği yer de tam burası… Olgusal olarak yaşanan ne kadar, ne kadar, ne kadar büyük aşk olursa olsun bunların hiçbiri, estetik açıdan değerli bir yapıttaki aşkla boy ölçüşemiyor hiçbir zaman. Hadi alın Ferhat ile Şirin’i, hadi alın Romeo ile Juliet’i… O zaman aşkın tam olarak anlaşılabilmesi, aşka dokunulabilmesi, bunun yaşanılabilmesi için sanatta yaratılan yapıyla yüz yüze gelinmesi, ona yüz sürülmesi zorunlu bir bakıma. Kim sanattaki aşktan daha çok pay almışsa, olgusal bağlamda yaşayacağı aşkta hedefini de yukarıya çıkarmış, böylelikle daha güçlü, düzeyli, kapsamlı bir aşk yaşayabilmenin kendince örnek modelini seçmiş olacaktır. Salt bu nedenlerle bile hem genç âşıkların şiirle ilgilenişi, ona yönelişi hem de bu arada şiirde, yanısıra öteki sanat türlerinde yaratılan aşk çok önemli. O halde aşkın doğduğu yer kuşkusuz yürekteki çarpıntı, kandaki şorultu, duygudaki ayaklanma, ama yaratıldığı yer şiir. Buradan kalkarak aşkın toprağının, şairin nadasa bıraktığı şiir olduğu, aşkla ilgili tohumların ilkin burada çimleneceği söylenebilir pekâlâ. Melih Cevdet Anday’ca söylersek, öyle aşk şiirleri yazılmalı ki, biz aşkı daha iyi görüp kavrayabilelim… Demek ki kendisini tepeden tırnağa isyana kışkırtan bir duyguyla da yaşasa, yaşadığının dışında usuyla kurduğu biçemle yazmak zorunda aşkı şair… Gelin burada Hüseyin Ferhad’a kulak verelim. Aşktaki yaşanabilirlik duygusunu, akılla şöyle nakşediyor şair: “Siz benim nemsiniz/ ki daha gözlerimi yummadan/ gizlice ve üryan/ düşlerime girmektesiniz// Siz benim nemsiniz/ ki elinizde beyaz bir gülle/ ayaklarınızın ucuna basarak/ gurbetimde gezinmektesiniz// Siz benim nemsiniz/ ki kör bir nakkaş özeniyle/ ama muntazaman/ vücut hatlarımı işlemektesiniz// Siz benim nemsiniz/ ki o civelek sesinizle/ ömrümün kadranına bakmadan/ gençliğimi tel’in etmektesiniz// Siz benim nemsiniz/ ki en küstah kelimelerle/ uzanıp Hazer’in öbür tarafından/ kalbimi ellemektesiniz”. (Beni de Ezberine Al / Kendi Seçtikleri, Toroslu, 2007 “Dişi Totemler, VI”, 72) Hüseyin Ferhad, herkesin kolayca anlayabileceği bu “isyan”ı işlerken, usla duygunun, şiirle aşk arasında hep yaşanacak o sarkacını da ele veriyor olmalı… ŞAİRİN YURDU… Yüzyıllardır şairle şiiri, şiirle aşkı buluşturan kent İstanbul oldu hep. Oysa Ankara da ciddi anlamda bir şair ormanı barındırırdı bağrında öteden beri. Hatta İstanbul kökenli kimi şairleri bile ağırladığı oldu farklı dönemlerde. Ama yine de İstanbul vazgeçilemeyen bir aşk ülkesi, bunu yansıtan şiir diyarı olarak ağırlığını korudu. Ne ki özellikle 1960’lardan sonra Bodrum’un çok farklı bir düzleme yerleşmesi, şairlerin de şiir bohçalarını derleyip toplayıp İstanbul dışına uçmalarında bir ara konak oldu neredeyse… Nitekim günümüzde azımsanmayacak şair, aşk kenti İstanbul’u bırakıp kendi aşklarının peşi sıra şairlere özgü o gezgin ruhla bir yerlere bunun fidesini taşıyıp şiirlerini bu yeni yurtlarında boylandırmayı sürdürüyor. Böylece şiir de aşk da dağıldıkça dağılıyor sanırım… Arife Kalender, “İnsana Giden Yollar” başlığı altında, “Her insan bir şehirse sevgili/ ben senin her semtinde/ uzun süre oturdum// her insan bir şehirse/ ezberledim seni sevgili/ sonra unuttum” dese de aşklar da, aşklarla birlikte şiirler de dağılıp yayılıyor her yere… Biten aşklar da var elbette. Onları da katmak gerekiyor kuşkusuz aşka… Kitaplı şiir veriminin tümünü iki farklı kitapta toplayan (Toplu ŞiirlerI/ Gül Küstü [İlya, 2011], Toplu ŞiirlerII/ Suçlu Fırtınalar [İlya, 2011]) Kalender’in “Aşk Hesapları” başlıklı şiirine göz atmak işe yarayabilir: “Şarkıların tümünü götürmüş müydün/ aradım gün giderken, birini bulamadım/ aşk sığdı mı valizine, fazla mıydı öpüşler/ bir öfkeyle kirli temiz karıştırarak yaşanmışı/ biliyorum, dar zamanların ardından başlar ayrılık/ buz çözülür alıştıkça yalnızlığa aşk yabancıdır artık” “tanrım, kullarını/ aşkla şaşırt, şaşırt aşkla…” (Alıntı, Kadın Burcu’ndan, Hera, 2001, 24, 66) İyisi mi, haftaya da uzanalım, aşkla, şiirle… Şimdilik siz siz olun, bayramınızı aşkla şaşırtın efendim… n K İ T A P S A Y I 1235 C U M H U R İ Y E T