Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Mehmet Erte’den ‘Sahte’ Bilinç akışında yazar, yazarın yazarı ve çevirmen Mehmet Erte’nin kaleme aldığı Sahte, kendisini temsil etmek üzere kurulabilecek bütün cümleleri önceden tasarlayarak yalanlayan, roman olduğunu iddia ederken bir türün altında konumlandırılmamak için her türlü kurgusal düzenlemeden kaçan ve zaaflarının farkına vardığı anda onları silmek, ortadan kaldırmak yerine alay konusu yapan bir metin. ? Alev K. BULUT ehmet Erte’nin Sahte’sini okuyunca düşüncelerimi kendime saklamak istemedim. Kitabın genel olarak roman beklentimin dışında bir şey sunacağını bekliyordum. Beklentim gerçek oldu ama yazarın kurguladığı bir yazara roman yazdırma serüvenini bir iç diyalog olarak aktarma çabasının hiç “sahte” durmadığını düşündüm. Kurgusal bir anlatıyı, öykü ya da roman, kişileştirmelere, kahramanlara ve olay akışına dayanarak okuyan ya da kurguda bunu bulmaya çalışan bir okurun akışı ve kişileri kesinlenemeyen bir anlatı okurken sarsılması doğal. O sarsıntının ardından yola devam edebilmek için bulduğu ilk sağlam kişiye, yazara ve anlatıcıya tutunması gerek. Yoksa geleneksel çizgiden çok öteye gidemeyecek okur için, bu okuma serüveni orta yerinde, hatta en başında kesilebilir. Kalıplar içinde okumanın rahatlığı dururken farklı bir biçemi keşfetmeye iten nedir okuru? Kalıpları ya da kurulu yapıları kıran bir anlatının belirsizliği, hiçbir şeyi kesinlememesi ve bunun yarattığı çekicilik galiba büyük ölçüde etkili. Gerçi kırılan kalıbın yerine ne konduğunu sezdiren bir anlatı da yapı olarak hâlâ gelenekseldir. Roland Barthes yazarın ölümünü ilan ederken metnin okur ile ilişki kurduğu noktada kendi başına yapmaya yeltenebileceklerine de işaret ediyordu. Klasik yazar ve gerçekçi anlatı kurgusu elli yıldır psikanalizin etkisiyle “bilinçakışı” denen mucize fırının içinde döne döne pişti. Dili bilinçakışı içinde kullanmanın olanaklarını keşfeden bir yazarın peşine takılan okurun da bu dönüşümü geçirmesi bekleniyor. Roman ya da uzun anlatı bildiğimiz anlamda öldüyse ya da ölüyorsa, bunu, kişinin bilincinin hem altından hem üstünden akan bir yaşam anlatısına dönüşürken yeniden dirilerek yapıyor. Öyleyse ölen bir şey yok. Anlatan ve akış boyut değiştiriyor, fizikötesi ya da öbür dünya gibi. Bir yere gittiği de yok aslında, içine dönüyor. Bu uzaklara gitmekten daha zor ve uzun bir yolculuk ama… ÜÇ SES Kurmaca anlatıda bütün diyalogları kuran bir yaratıcı, bir yazar vardır. Gündelik söylem yaşar, yazınsal söylem kurarak anlatır. Bilinçakışı yönteminde doğrudan (tırnak işaretsiz) serbest düşünce akışı da çok değerlidir. Yazar iç sesini ya da anlaSAYFA 6 19 TEMMUZ M tıcının iç sesini tırnak içine almadan konuşturur. Bunu birinci tekil kişili anlatı olarak da yapabilir, her şeye hâkim bir üçüncü tekil kişili anlatıcı üzerinden de. Bilinçakışında iç konuşma yöntemiyle yazılmış bir romana artık pek deneysel denmiyor. Sahte’de gerçek yazarın kurguladığı yazara denettiği bu biçemin deneyselliği, iç diyaloglarda, kurgulanan roman kişisinin de araya girmesiyle zenginleşen etkileşimsel biçimde sanki. Gerçek yazarımız akıp giden bilincin ucunu romanın içindeki yazara tutturuyor. İçinde tek ses yok, iç konuşma iki kişinin diyaloğu, iki sesin atışması. Bu romandaki iki ses, kapaktaki isim, gerçek yazar (Mehmet Erte) ve yazarın kurguladığı yazar (Ömer Kumsal) ve hatta üçüncü bir ses olarak bu kurmaca yazarın kurmaya çalıştığı romanın kahramanı günlük söylemle tırnak işaretsiz, doğrudan, çatır çatır etkileşiyor. İç içe geçen ve ayrıştırması okura kalan diyaloglar kuruluyor. Bütün bu etkileşimden doğan dinamiğe dahil olabilen okur sağ salim karaya çıkıyor ve can derdinden kurtulunca da bu deneyimden tat almaya başlıyor. Gerçek yazarın gerçek romanı “Şu geceler eskiden çok işime yarardı. Beni bir insan yapan gecelerimi yitirdim” satırıyla başlar başlamaz “İnsan mı?” sorusuyla kesiliyor ve akış değişiyor: Gerçek yazarla onun kurguladığı yazar ve kurgulanan yazarla kurguladığı kahraman hayali bir ortaoyunu sergilerken okur bazen sadece seyrediyor, bazen de tepki vermesi gerekiyor. Bu iç içe geçen “yazarın yazma serüvenini yazan gerçek yazarın serüveni” Sahte’de (neyse ki) bir romanın izlemesi beklenen yollardan yapılıyor ve biz bunun bir akış olduğunu kavrıyoruz. Olay akışı yokmuş gibi dursa da romanın başlayamaması, gelişememesi, bitememesi bir akış olup çıkıyor. Olmazsa olmaz gerilim ve çözülme noktaları da tam buna dayanıyor. Roman kurulur gibi olup kurulamıyor ama bu durumun kendisi bir akış olunca bir yere demir atılıyor. Burada temayı yaratıcılığına ket vurulmuş, yazamayan yazara (writer’s block) indirgemek ayıp olur. Erte; psikanaliz sonrası yazında, tiyatroda ve sinemada çok kullanılan bu durumu göstermekten çok felsefesini yapıyor çünkü. Sahte’yi okuma maceramı kitapta altını çizdiğim birkaç alıntıyla daha somutlaştırayım. Bunları tutunulan birer dal olarak gördüğümü ekleyeyim ama bir okuma rehberi geliştiriyor değilim. Okurun akışa nasıl kapıldığını, okumayı neden bırakmadığını gösteriyor olabilirim en fazla. 2012 Erte, çeviri sürecini ve çeviriden ne beklenebileceğini hem merak etmiş hem de iyi düşünmüş... (Ben de yazarın kendisine hiç laf söyletmeyen, söylenecekse de yine kendi söyleyen biçemine özendim galiba): “Ah, bir geçmiş gerekiyor bana! Evet, uğruna gecelerimi yitirdiğim roman kahramanı, bir geçmiş bulmalıyım sana. Benimkini ister misin?” (s.14). “Bir kere şu roman kahramanı meselesinin nereden çıktığını anlamadım. Ben zaten bir roman kahramanı olarak yazmaya başlamıştım; ama ilk iki cümlenin ardından ‘İnsan mı?’ diye sorunca, sormaz olaydım, yumurta yavaş yavaş çatladı, ve o göründü o kimse artık!” (s.21) Gerçek yazarla kurgusal yazar arasındaki çizginin ne zaman silindiğini, ne zaman belirginleştiğini düşünüyoruz? “Siz de hak verirsiniz ki yazar ve roman kahramanı arasındaki diyalog metni sürükleyen kişinin kim olduğunun belirsizleştiği bir şekilde gelişirken, dördüncü bölümde yazarın ortadan kaybolması öyle yadırgatıcı bir durum sayılmaz; hem zaten yazar gerçekte kaybolmuş değil, hâlâ ikisinden biri, ya da ikisi.” (s. 21) “BİR ROMAN KAHRAMANI YARATMALI…” Metin baştan sona şaşırtmaktan yorulmuyor. Gerçek arka kapak yazısını romanın orta yerine koymak bunun bir örneği. Yazar ve yazarların (ve roman kahramanının) günceleri ve gerçek yazarın gerçek yaşamından, gerçek karısından söz ettiği bölümler ve karısının romanı eleştirdiği bölüm (s. 117134) gerçeklik duygusunu pekiştiriyor. Artık hiç olmazsa bunların gerçek olduğuna inanmak istiyoruz. Bir de, benim için romanın sürprizi olduğunu söyleyebileceğim çevirmen bölümüne değinmek istiyorum. Romanda on sayfayı bulan ve gerçek yazarın kurguladığı yazarın (ya da gerçek yazarın) bu metnin olası çevirmenine seslendiği bu bölüm “Sevgili çevirmenim” diye başlıyor. Bir çevirmenin çevirdiği yazarın yaşamöyküsünü ve öznel düşüncelerini bilmek durumunda olduğunu söyleyen kurgusal yazar da olsa, gerçek yazar da olsa bu düşüncelerin Erte’ye ait olduğu duygusuna kapıldım. O zaman da hayretle bunların oldukça kuramsal çeviribilim alıntıları etkisi yarattığını düşündüm. Öyleyse Erte çeviri sürecini ve çeviriden ne beklenebileceğini hem merak etmiş hem de iyi düşünmüş dedim. Çevirmenin erek metin oluşturma çabasını bir yazarın kaynak metin üretme çabasına benzeterek aynı anlama gelen dört paragraf taslağı üzerinden aynı paragrafın dört çevirisini düşünmemizi istiyor. Bu erek dil ve kültür odaklı bir yaklaşım. Bir metnin tek doğru çevirisi vardır demeyen, kaynak metindeki anlamı koruyarak erek metinde olası karşılıklar yaratmaya çabalayan çevirmeni metin üretmeye çabalayan yazara yaklaştırıyor. Yazar (hangisiyse), çevirmenin metnin güçlüklerini kolay okunur hale getirmesi ve kolay ve akıcı bir biçimde okunma ölçütünün kaynak metnin değeri üzerinden sorgulanması konusunu da düşünmüş. Bunu romanda ince bir alayla iletmesi okumaya değer: “SEVGİLİ ÇEVİRMENİM; Tanışıklığımız olmadığı halde size özellikle ‘sevgili’ diye sesleniyorum. (s. 44) Sevgisizliğin giderek arttığı günümüzde sizi sevmeye çabalarken önüme çıkan engelleri nasıl aştığımı öğrenmeniz çalışmanız açısından yararlı olacaktır. (s. 45) Yazarın ‘on binlerce…’ dediğini mütevazı çevirmenlerimiz elbette ‘onca…’ olarak yazacak ya da gerçekçi ve dürüst yapıları gereği bu sözcüğü görmezden geleceklerdir. (…) Yazar ‘türlü zorunluluklardan kurtularak’ demişken, bunu ‘rahatlıkla’ diye çeviren kişinin dil zevki takdir edilmelidir. Sadece ‘rahatlıkla’ denilerek ifade edilen durumu ‘önüme çıkan engellerin üstünden atlayıp’ şeklinde dilimize kazandıran çevirmenin hayal gücü ile yazar bile yarışamaz…” (s. 46). Ve yazarın (hangisiyse) elimizdeki bu metni başka dillere çevirecek olan bir çevirmenden bekledikleri… Buradaki “özgürlük” vurgusu çevirmenler ve çevirinin doğasını bilenler için iltifat değerinde bence! “Benim başına buyruk bir yazar olmam size romanımı başına buyruk bir şekilde çevirmek hakkını verir mi emin değilim ama irademden kurtularak ortaya çıkan bu kitabın doğasına uyum sağlayarak böyle hakhukuk meselelerine takılmadan şimdiye değin denemediğiniz bir özgürlükle çalışmaya koyulursanız ülkenizde (çevirdiğiniz dilde) bir çeviri ödülü alacak kadar iyi bir iş çıkaracağınıza eminim. Çünkü ancak özgürlükle başarılabilecek bir işe kalkışıyorsunuz.” (s. 48). Son olarak, gerçek yazarın gerçek karısının dediği gibi “bu bir roman değil”se, okurların özellikle kitabın “Bir roman kahramanı yaratmalı…” diye başlayıp bu sürecin bütün ayrıntılarını, olay akışını sezdiren yapısına ve “yazarınızın ne kadar bilinçli olduğu konusunda bir şüpheniz varsa eğer ortadan kalksın diye yazdım tüm bunları” diyen 13. bölüme ve son sayfadaki “Elinizdeki kitap burada bitiyor ama roman değil!” sözlerine dayanarak gerçek yazardan kurgusal yazara yazdırmaya çalıştığı romanı bekleme hakkının doğduğunu söyleyeyim. Çok mu bekleriz dediniz? Hanginiz dediniz? ? Sahte/ Mehmet Erte/ Yapı Kredi Yayınları/ 140 s. ? ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1170