Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Terry Eagleton’dan bir edebiyat araştırması İngiliz Romanı Terry Eagleton, İngiliz Romanı adlı kitabını “hem İngiliz romanıyla ilgili başlangıç düzeyinde bilgi edinmek isteyen öğrenciler için hem de konuya ilgi duyabilecek genel okur için kaleme aldığını” söylüyor. Eagleton, b azı özel romanların üstünde daha ayrıntılı şekilde dursa da genellikle yazarların bir bütün olarak romancı kişilikleriyle ilgili görüşlerini belirtiyor ve kitapta sadece İngiliz edebiyatı konumuna girmiş romancıları inceliyor. ? Kaya TOKMAKÇIOĞLU azın kuramının öncüleri, eğitim kurumlarında okutulan edebiyat derslerinin güncelleştirilmesinde ve edebiyatı içselleştirme ve anlamada çeşitli araçlar geliştirmede şüphesiz önemli katkılar sunmuşlardır. Fakat Eagleton’un uzun zamandır tartışmaya açtığı postmodernizmin yükselişi, Marksizm ve bununla birlikte siyasal eleştirellik edebiyat kuramının kıyılarına sürüklenmiştir. Neyse ki Eagleton’un Türkçe’ye yeni çevrilen kitabı İngiliz Romanı, Marksist yazın kuramının tekrar gündeme oturtulması için genç okura ve özellikle öğrencilere önemli bir fırsat sunuyor. Türün çoğu kasvet verici örneklerinin aksine, metin (ders kitabı bile denebilir) bunaltıcı olmamakla birlikte, saygıdeğer eleştirmenlerin katkısını da alarak edebiyat tarihinin nasıl çağlar boyunca istiflenmiş bir olgular dizisi olmadığını gösteriyor. Eagleton, okurlarını ciddiye alarak Daniel Defoe’dan Jonathan Swift’e, James Joyce’dan Virginia Woolf’a “İngiliz edebiyat kanonu”nu oluşturan önemli yazarların çelişkilerini ve ilgi alanlarını açıklığa kavuşturmaya çalışıyor. OLAĞANÜSTÜ BİR AÇIKLIK Eagleton’un çalışması, onun çözümleme yeteneğinin muazzamlığını, özenli biçemini, keskin zekâsını ve derin kavrayış gücünü okura yeniden sunuyor. İngiliz Romanı entelektüel olarak iddialı olmakla birlikte her alandan okuru tatmin edici bir taraf da barındırıyor. Kitap, herhangi bir şeyi önden kabul etmeyerek, şu dünyevi soruyu bir bölüm halinde tasarlayarak başlıyor: “Roman nedir?” Eagleton’un yorumu, romanın “anarşist bir tür” olduğu yönündedir; roman “herhangi bir tanıma sığmadığı SAYFA 18 ? 31 MAYIS Y gibi” aynı zamanda “tanım yapmanın kendisini de zorlaştırır.” Bunun da ötesinde, “doğruluk iddiası taşıyan otoriteden şüphelendiği, parçası olduğu toplumu sorguladığı” için okurlar kurgusallığının daima farkında olmalı ve romanı gerçeklikle karıştırmamalıdır. “Büyük bir eritme potası” oluşuyla roman, “değer yargılarının çok çeşitli ve çelişkili” olduğu mekândır. Bu hiçbir yerde, gerçekçilikte olduğu kadar açık değildir. Eagleton gerçekçiliği “bir temsil meselesi” ya da romanların yaşamı biçimlendirmesi olarak tanımlar ve haklı olarak klasik olan ve olmayan arasındaki mutlak ayrımları reddeder. Bununla birlikte Joyce ve Woolf’un açtığı yoldan gidip Brecht’le Marx’a atıfta bulunarak modernizmi özel bir sınıflandırmaya tabi tutar. Ona göre dil, sadece modernizmde kendi varlığının farkına varabilir. Bu yüzden modernizm Aydınlanma akılcılığına bir meydan okuma olarak ortaya çıkar, yoksa onun bir türü değildir. Eagleton için modernizm hakkında trajik olan bir şey de vardır: Kendisini parçalı ve yerel olanla neşeli bir biçimde öne süren postmodernizmin aksine, modernizm elde edilemeyecek olduğunu bilse bile mutlağı aramaktan kendini vazgeçiremez. Eagleton’un Defoe, Swift, Sterne, Austen ve James, Conrad, Lawrence, Joyce ve Woolf’u tartıştığı bu entelektüel çerçeve, kitaba onu tekrar tekrar okumayı zorunlu hale getiren derinlik ve kesinliği kazandırır. Okurun elde edeceği zihinsel canlılık ve metinsel haz da bu çabayı gerçekleştirmeye kesinlikle değer. Kitaptaki her bölümün, bahsi geçen metinlerin okur tarafından algılayışını ters yüz edecek keskin iddialarla desteklendiğini eklemek gerekiyor. Eagleton her ne öne sürüyorsa olağanüstü bir açıklıkla söylüyor. Wilde’vari alaylı ve özlü sözleri (“Heathcliff’in yontulmamış bir elmas olduğunu söyleyemeyiz. Rochester gibi haşin görünümünün altında nispeten sevecen bir kalp gizlemez”) metne ayrı bir keyif katıyor. Eag leton özellikle sınıflar (Dickens veya Lawrence) ya da uluslar ve diller (Conrad veya Joyce) arasında sıkışıp kalmış yazarlar hakkında yorumlarda bulunurken İngiliz kültürüne aşina bir İrlandalı olarak kendi deneyimine başvuruyor ve kesişim noktalarında duran romanlar hakkında tutarlı çözümlemeler ortaya koyuyor. MARKSİST BİR YAKLAŞIM Okur her bölümde adı geçen romancıların yapıtlarının detaylı bir çözümlemesiyle karşılaşırken Eagleton, romanların ana temalarını ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda bu temaların, yazarların yaşadıkları dünyayla nasıl bir ilişki içinde olduğunu da belirtiyor. Çalışmaları çoğunlukla dar bir alana hapseden, edebiyatta neyin “edebi” olduğu hakkında konuşan ya da kuramsal akıl yürütmelerle çıkmaza girmiş, jargon yüklü yaklaşımlar gibi modası geçmiş eleştirilerin aksine Eagleton; sanat, ahlak, ulusalcılık, felsefe ve elbette siyaset gibi bahsi geçen yazarları da ilgilendiren konuları da kitabının eksenine alıyor. Okur kitap boyunca, edebiyatta açık sözlü Marksist bir yaklaşımın gücüyle yüz yüze gelir. Aydınlatıcı ve ilgi çekici bir yazım tarzıyla Eagleton, eskiden kaleme aldıklarını tazeleyerek “olağanüstü yazar” kültünü gizemli noktalardan arındırır. Bunun iyi bir örneği D.H. Lawrence ile ilgili olan bölümde okunabilir. Burada Eagleton, siyaset ve edebiyat arasındaki çetrefil ilişkiye parmak basar. Bölümün bu konuda eksiksiz bir özet niteliği taşıdığı söylenmelidir. Nitekim Lawrence’ın yer yer tutucu siyasal görüşleri reddedilirken aynı zamanda sanatında neyi usta bir biçimde başardığı takdir edilir. Eagleton, Lawrence’ın Yahudi düşmanlığı ve faşist ideolojiyle flört edişini konu edip, var olan toplumu ve kurumları kıyasıya eleştiren bu yazarın sağ radikal bir düşüncede olduğunun altını çizer. Diğer yandan büyüdüğü Nottingham’daki işçi sınıfı hayatına dair gözlemleri de gerçekçi bir biçimde sanatına yansıttığını ekler. “İngiliz” edebiyat kanonunun Eagleton tarafından neşeli bir biçimde kuyusunun kazıldığı bir diğer varsayımı, onun örtük ulusalcılığıdır. Kitapta adı geçen İngiliz kültürüne mensup yazarlar; çoğu zaman bu konuda eleştirel olmakla birlikte, Eliot ve Lawrence gibi bir kısmı bu konunun tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini düşünür. Hatırı sayılır sayıda bir bölümü de İngiliz bile değildir! Örneğin Eagleton, en çok hayran olduğu yazar olan James Joyce’a değinirken onu, “İngiliz” bir yazar olarak tartışmaya açan herhangi bir iddianın baştan her şeyi tepetaklak ele aldığını öne sürer. İrlandalı bir eleştirmen olarak Eagleton’un, Britanyalı entelektüellerin Joyce’u (hiçbir zaman İngiltere’de yaşamamış ve antiemperyalist olan) “İngiliz” kültürel mirasına katmaları ve asimile etmeleri karşısında duyduğu kuşku ve öfke anlaşılabilirdir. Sömürgeleştirilmiş İrlanda’daki yaşam, ulusal baskının gerçekliği, Joyce’un İrlanda ulusalcılığı ile olan ilişkisi ve bunun onun yazarlık serüvenini nasıl etkilediği aydınlatıcı bir tartışmayla okurlara sunulur. Böyle bir çözümleme Joyce hakkında yapılan değerlendirmelerden ‘İngiliz’ bakış açısına sahip olanlarda okurun zor karşılaşacağı yetkinliktedir. Eagleton, İngiliz Romanı’nı Franco Moretti’ye ithaf etmiştir ve çoğu zaman tıpkı onun gibi coğrafi ve ideolojik bir harita geliştirir gözükmektedir. Dünya romanı hakkındaki derin düşüncelerini, türün bir bütün olarak değişimlerine bağlayan bir bakış açısı Eagleton’un çoğu yapıtında olduğu gibi bu kitapta da saklıdır. Kitabın sonsözü olan “Uyanıştan Sonra”da (Woolf’tan sonraki her olguyu kitabın bu kısa bölümünde ele alır) kasvetli bir biçimde şunları dile getirir: “İngiliz romanı, Salman Rushdie’nin Amerika’nın emperyal gücünü meşru gördüğü, Doris Lessing’in radikal geçmişi ile bağlarını kestiği, Fay Weldon’ın kadın hareketine olan bağlılığından vazgeçtiği postsosyalist ve postfeminist bir dünyada hüküm süren ortodoksluğu rahatsız edecek hiçbir şey yapmıyor. Liberal hümanizmin giydiği şık bir elbiseden ibaret olan postmodernizmin de dişe dokunur bir şey yaptığı yok.” Türk romanının da benzer bir yolculuk izlediğini söylemek ve bunun çıkış yollarını aramak da bu ülkenin edebiyat eleştirmenlerinin gündemine alması gereken olgulardan biri olsa gerek. ? İngiliz Romanı/ Terry Eagleton/ Çeviren: Barış Özkul/ Sözcükler Yayınları/ 430 s. Okur her bölümde adı geçen romancıların yapıtlarının detaylı bir çözümlemesiyle karşılaşırken Terry Eagleton, romanların ana temalarını ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda bu temaların, yazarların yaşadıkları dünyayla nasıl bir ilişki içinde olduğunu da belirtiyor. 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1163