Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K on aylarda, siyasal erkin gücünü kuşandığı ya da her dönemin siyasal erkini etkileyecek hüneri bulunduğu sanısında olup bununla böbürlenerek sünnet çocukları havasında korkulu sevinçler yaşayan kimileri, üç oyuna yönelik karalamayla yüzyıllık övüncümüz İBB Şehir Tiyatroları’nın temelini oymaya girişti neredeyse… Üzeri örtük de olsa, tiyatromuza karşı aba altından sopa göstermek amacındaki bu tür baskılama, sansürleme, kilitleme, kitleyle ilişkisini kesme tutumu, bundan sonrası için yeni saldırılar olasılığını güçlendiriyor… Üstelik saldırı yaklaşımının, yalnız ödenekli topluluklarla sınırlı kalmadığı, özel, amatör topluluklardan, gençlik tiyatrolarıyla kent tiyatrolarına dek uzandığı, baskının şiddetle buluştuğu bundan sonra tehlike çanlarının çalmaya devam edeceği artık açıktan açığa görülebiliyor. İşte bu nedenlerle İBB Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen Alain Decaux’dan Zehra Ağralı Gençosman’ın çevirip Orhan Alkaya’nın yönettiği Rosenbergler Ölmemeli, Stanislav Stratiev’den Cahangir Novruzov’un çevirip Arif Akkaya’nın yönettiği Otobüs, Marco Antonio de la Parra’dan Deniz Yüce’nin çevirip Fikret Urağ’ın yönettiği Günlük Müstehcen Sırlar adlı oyunlara karşı, kimileyin entelektüel kesimden gelen saldırıların ilk elde püskürtülmesi zorunlu. Bu oyunları savunmak, tiyatromuzda bütünü yani geleneksel tiyatromuz kadar yüz elli yıldır yoğun savaşımla sürdürülen Batı kökenli modern tiyatromuzu, bu doğrultuda ulaşılan aşamayı, niteliksel düzeyi savunmak anlamına da geliyor. Söz konusu üç oyun turnusoldür çünkü… Bu saldırı püskürtülemezse, ileride Türk tiyatrosu bundan bütünüyle zarar görecektir, şimdiden kesinlenebilir bu. Demem o ki, saldırı, yüzyıllık kurumumuz İBB Şehir Tiyatrolarına karşı sergilenen bir tutummuş gibi görülmemeli. Bu demektir ki yürütülecek savunma da tiyatromuzun geleceğini ipotek altına almayı tasarlayan anlayışa karşı yapılacaktır… O halde emekçisiyle, gönüllüsüyle tüm tiyatromuz, bir bütün halinde bu tür saldırıları durdurmak zorunda, başka çözüm görünmüyor… İBB ŞEHİR TİYATROLARI KURULTAYI’NDAN KALAN... 25–26 Mart 1996’da İŞTİSAN’ın (İstanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği) düzenlediği kurultayın üzerinden tam on altı yıl geçmiş bulunuyor. 21. Yüzyılın İstanbul Şehir Tiyatroları Kurultayı (İŞTİSAN yayını, 1999) başlıklı kitap, “İBŞT’nin, İŞTİSAN’a üye olsun olmasın, sözleşmeli sanatçı, idare memuru, işçi, stajyer, yevmiyeli tüm çalışanların katıldığı, 40 kişinin bildirisi”nden oluşuyor. Söz konusu kitap, kurultayda tartışılan bildirileri bizlerle paylaşırken kamuoyuna açıklanan “Kurultay Sonuç Bildirisi”yle bugün de önemini koruyan, üzerinde durulması gereken belge niteliği taşıyor… Gerçekten bildiri sahiplerinin yaklaşık on beş yıl kadar önce tartıştıkları başlıkların, değindikleri konuların, ele aldıkları sorunsalların bugün de şu ya da bu biçimde önemini koruduğu görülebiliyor. O günlerde bile tiyatromuzun aydınları çuvaldızı başkalarına batırırken iğneyi de kendilerine saplamayı savsaklamamış. Beklan Algan, SAYFA 28 ? 22 MART 2012 itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com Tiyatroya saldırı yaygınlaşırken... S şöyle diyor örneğin: “İnsan ilişkileri sanatı olan tiyatro, kendi kurumu içindeki ilişkilerin en üst düzeyde insanca olması, sürekli gündemde tutulmalıdır. Yoksa sanatımız ana niteliğine ihanet etmiş olur. Amacımız bireysel, toplumsal ve sanatsal değerlerin zirvesinde buluşmak ve bu noktayı hep canlı tutmak olmalıdır. Sanatçı sorumluluğumuza anlam ve soluk katacak bu kaynak tiyatro etiğidir.” (29) Tiyatroya saldıranlar, tiyatro etiğine sıkı sıkıya bağlı bu insanlara doğrultuyor işte oklarını. Oysa Orhan Alkaya, görevlerini yerine getirirken yaşadıkları sıkıntıları sanki yıllar öncesinden bugünlere göndermede bulunarak saptıyor: “Bugün temel sorunumuz, ünlü İtalyan Başsavcı Di Pietro, istifası ardından bir konferans vermek üzere İstanbul’a geldiği sırada, büyük bir mali soruşturmayı yürüten Fatih Cumhuriyet Savcısı’nın söylediği sözle ilintilidir: ‘Di Pietro Savcı, ben devlet memuruyum!/ Şehir Tiyatroları, sanat kurumu kimliği ile, üst yasalarla yönetilen bir Belediye Müdürlüğü olma konumu arasında medcezir halinde kaldıkça, bizler hep düşüneceğiz: ‘Olur’u olmaz yaptıklarında, olmazlaştırılmış olur’u yeniden mümkün kılmanın yolları nelerdir?’” (169) Belki de salt bu nedenlerden ötürü Başar Sabuncu’nun dile getirişiyle, “Genel olarak tiyatro, özel olarak da ülkemizin en köklü sanat kurumu İstanbul Şehir Tiyatroları bir kültürel direniş odağı, çölde bir vaha olmak görevi ile; ya da ‘olmak ya da olmamak’ sorunuyla karşı karşıyadır” (62) günümüzde. Ne var ki, Macit Koper’in saptamasıyla “Hiçbir sanatsal kurum için yaratılmış bir demokrasi, özgürlük, yaratıcılık planı ve programı yoktur. Her sanatsal kurum, (ancak) kendi bireyleriyle, bu kavramları kendisi için yeniden yarattığı(nda)… özgürleşmiş bir kurumdan sözedilebilir.” (55) SÖYLEŞİLERDEN SIZAN “TİYATRO AÇILIMI”... İBB Şehir Tiyatroları tarihinde gerçekleştirilen bu tek kurultayın ardından on beş yıl geçerken bu kez İstanbul Kültür Üniversitesi’nde, Refik Erduran’ın yönlendiriciliğinde, Kenan Işık, Yıldız Kenter, Ali Poyrazoğlu üçlüsünün katılımıyla bir söyleşi gerçekleştiriliyor. Sonrasında söyleşi üniversite tarafından bir kitapta toplanıyor: Tiyatro Açılımı (2011). Zaman zaman belgesel havası yayan söyleşiyi, kurultay kitabıyla birlikte tiyatroya ilgi duyan herkesin okumasında yarar var… Üstelik tat alacakları, oyun izliyorcasına okuyacakları bir kitap bu. Ali Poyrazoğlu’nun şu sözünü dayanak yaparak girelim mi konuya: “Başta tiyatro, bütün sanatlar bize kendinden farklı, kendinden ayrı, kendine öteki gelebilecek insanla buluşmayı, el sıkışmayı, onunla bütünleşerek kendini değiştirmeyi başarabileceğini anlatır.” Kenan Işık, şu sözlerle besliyor bu düşünceyi: “Canlı oyuncunun canlı seyirci ile kurduğu ilişki derinden sarsar insanı. (…) Seyirciyi sarsmak bizim mesleğimizin temel hedefidir. İnsan ruhunda bir sarsıntı yaratmak… Bu ancak estetikle, güzellikle sağlanabilen bir şeydir. Sahnedeki dekorla, kostümle, ışıkla, en önemlisi oyuncuyla birlikte yaratılan sarsıcı bir estetik.” (12) Yıldız Kenter ise, bunları kendine özgü yaklaşımıyla şöyle biçimlendiriyor: “Benim gördüğüm kadarıyla insanlardaki en büyük eksiklik dünyanın yeterince farkında olmamaları. Kendilerinin de tam farkında değiller. Onu öğretiyor tiyatro. (…) Her insan için tiyatronun yaşam kadar önemli olabileceğine inanıyorum. Bütün politikacıların, doktorların, avukatların, herkesin tiyatro çalışması gerektiğine inanıyorum.” (6) Tiyatro Açılımı, tiyatrocudaki farkındalıkla seyirci ya da toplumdaki farkındalık arasında kurulması gereken dengeye de vurgu yapıyor bir bakıma. Bu çerçevede tiyatroya yönelik baskı karşısında tiyatro sanatçısı dediğimiz insanın da bir karşı tepkisi var dikkate alınması gereken. Kenan Işık, tiyatrocunun muhalif özüne değinirken şunları aktarıyor sözgelimi: “Önemli olan, mevcut sisteme karşı çıkabilmesi. Sanatçı budur. Mevcut anlayışa, geleneksel anlayışa karşı çıkar. Muhalif duruşludur. Bu da gelişme ve değişmenin, ilerlemenin ön koşuludur. Bunsuz ilerleyemez toplumlar. (…) Sanatçı adaletsizliğe, köleliğe, faşizme karşı çıkar. Antifaşisttir bir kere. Yani ötekileştirmeye, her türlü ayrımcılığa yüz vermez. Doğal yapısında vardır. İtmez, kucaklar.” “Demek ki sanat o tür faşizan baskıya gelen bir şey değil. Tükeniyor, sahteleşiyor, hemen kuruyor. Buyurgan yönlendirme her zaman toplumu geriye götürdü.” (21, 20) Işık’ın, yıllar önceki vurgusu, bir kez daha bugüne uluyor bizi: “Şehir Tiyatrosu’na yapılanlar unutulmadı. Görevlere resmen son verildi.” (21) Şehir Tiyatroları’na yönelik saldırıya dönelim biz yine… FARKINDALIKLA KOL KOLA GELECEĞİN TİYATROSUNA... Aktardığım alıntılar, tiyatro sanatının sürdürülmesinde, tiyatroyu yapan insanların kendileriyle, sanatları üzerindeki farkındalık ilişkisine de bağlı olduğunu koyuyor ortaya. Saldırıları göğüsleyebilmek için tiyatrocu, kendisinin, işinin farkında, bu sanatın bilincinde olacak. Çünkü saldırı, entelektüeller kadar tiyatroya bulaşmışlardan da gelebilir bir biçimde ya da onlar tarafından beslenip körüklendiği için de yaşanabilir bunlar. Elbet tiyatro sanatı, her kesimle, her çevreyle, her kültürle ilişki içinde. Ancak bu, her kesime yönelik bir tiyatro yapılabileceği anlamına gelmiyor tiyatroda. Tarık Günersel, “Heterojen bir toplumda aynı oyun veya ‘performans’ ile toplumun bütününe ve hatta çoğunluğuna hitab etmek kolay değil(dir). Cemaat yok, artık… nisbeten küçük cemaatler var. (…) Bu ise kendi içimizdeki bir çeşitliliğin kabulünü gerektirir” (Kurultay, 16) derken, bunu dillendiriyor. Yarım buçuk entelektüelliğiyle tiyatroya bulaşmış, ama zırnık aydın olamamış kimilerine karşın tiyatroculuğun rol alıp sahneye çıkmaktan, sahnenin tozunu yutmaktan ibaret olmadığını düşünmeli bir tiyatrocu. Tek ölçü, kişinin bu sanatı yaşamıyla değiştirecek ölçüde sevip sevmediği, tiyatro için yaşamında bir şeyleri göze alıp alamadığı herhalde… İŞTİSAN’ın o sıra Yönetim Kurulu Başkanı olan Hamit Akınlı, kurultay açış konuşmasında, “Ülkemizin en köklü sanat kurumu İstanbul Şehir Tiyatroları’nda hangi görev, kadro ya da konumda olursak olalım, seksen yıllık sanat ocağımıza her koşulda sahip çıkmak …gereği olarak sizlere bu çağrıyı iletiyoruz” deyip bir “ortak bilinç”ten söz ediyor. Ancak bu sorumluluk yalnız onların değil, hepimizin… Yüzyıllık tiyatro kurumumuzla övüneceğiz elbette, ama gerçekten 21. yüzyılın insanları olduğumuzu düşünüyorsak, canımızı dişimize takarak gereğini de yerine getireceğiz… Refik Erduran, Tiyatro Açılımı’ndaki söyleşinin bir yerinde devletle tiyatro ilişkisi bağlamında bakın ne diyor: “Devletle ilişki denince sansür konusu akla geliyor. İki türlüdür. Bir: falan şeyi yapmayacaksın sansürü. Yasaklar. O sanıldığı kadar zararlı olmuyor tiyatroya. (…) Ölümcül olan ikinci tür sansür. Bunları bunları yapamazsın değil de bunları bunları yap diyor. İşte o felaket.” (19) Böylesi yükselişin yaşandığı evrede, Erduran’ın ağzıyla söylersek “Bunları oynayın!” yerine “Bunları oynamayın!” denildiği için sevinmemiz mi gerekiyor yoksa? Ama bir şeyleri göze alamıyor, hep göze girmek için çabalıyorsak, bizi yüzyıllık bir karanlığın beklediğini de unutmamalıyız hiçbir zaman… Haftaya konuyu sürdüreceğiz… Yine de Dünya Tiyatro Gününüz kutlu olsun efendim…? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1153