23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Pierre Bourdieu ve Alain Darbel’den ‘Sanat Sevdası’ Müze biliminin dayanakları Pierre Bourdieu ve Alain Darbel’in farklı kesimlerden gelen yardımcıları eşliğinde, Avrupa’nın birkaç büyük müzesinde gerçekleştirdikleri soruşturma sonuçlarını bilimsel veri ve yöntemlerle ele aldıkları “Avrupa sanat müzeleri ve ziyaretçi kitlesi” üzerine araştırmaları Sanat Sevdası ismiyle yayımlandı. ? Kaya ÖZSEZGİN vrupa’daki büyük müzelerin toplumun sosyal ve kültürel yapısı içindeki konumları, oraları gezen ziyaretçilerin gözünde birer bilinmezdir aslında. Uzaktan erişilmez görünürler yalnızca, ama salt gezilip görülmenin ötesinde sıradan meraklının soruları karşısında suskundurlar. Kapısında birikenler, kuyruk oluşturanlar için müzenin koleksiyonları, içine girilip gezildiği andan itibaren bir anda bilinmezliğin eriyip kaybolduğu bir kültür yuvası kimliğiyle var olmaya başlar. Orada geçirilen birkaç saat, müzenin gerçekten algılanmış olduğu, hele sergilenen yapıtların “anlaşıldığı” anlamına gelmez çoğunlukla. Ama sıradan ziyaretçi, işin ayrıntısına girmekten kaçınır, önünden şöyle bir geçilen ve estetik yapısından çok, konusu ve sanatçısıyla öğrenildiği varsayılan her yapıt, sadece görülmüş ve izlenmiş olmanın yarattığı kısır ölçüler içinde görsel belleğe işlenmiş olmaktan çok, unutulmanın kaçınılmaz yazgısıyla kayda geçirilmiştir. Gerçekte kayda geçirilen, müzenin bütünsel görüntüsüdür; bu görüntünün içerdiği ayrıntılar, müze ziyaretçilerini o kadar da ilgilendirmez. Onların belleği, her şey gibi müze kavramını da, belki ikinci bir ziyarete kadar saklı tutmaya koşullanmamıştır. TANRI’NIN EVİ Pierre Bourdieu ve Alain Darbel’in farklı kesimlerden gelen yardımcıları eşliğinde, Avrupa’nın birkaç büyük müzesinde gerçekleştirdikleri soruşturma sonuçlarını bilimsel veri ve yöntemlerle ele aldıkları “Avrupa sanat müzeleri ve ziyaretçi kitlesi” üzerine araştırmaları Sanat Sevdası, bizim gibi müze kavramına yeni yeni ısınmaya başlayan bir ülke açısından “ilginç” görülmeyebilir. Çünkü içinden çıkılmaz sorunlarla cebelleşen devlet müzeleri bir yana, varlık savaşı içinde isimlerinden söz ettirmeye başlayan özel müzelerimizin henüz böyle bir çalışma içinde bulunmadıkları biliniyor. Şimdilik büyük yatırımlarla dışardan getirilen kapsamlı sergilerin gezilme oranları üzerinde konuşmakla yetiniyoruz. Bu oranların kesin rakamsal sonuçları hakkında da yeterli verilerden henüz uzak bulunmaktayız. Elimizdeki çeviri, 1969 tarihini taşıyan kitaptan aktarılıyor. Kırk küsur yıl geriye uzanan bu araştırmanın istatistiki sonuçları, bir ölçüde bugün eskimiş görünse de, Avrupa’daki müzecilik olgusunun, o müzelerin kurulduğu tarihten SAYFA 14 ? 22 MART A bu yana geçirdiği evrimin ve kültürel ağırlığın önemini yansıtması bakımından hiç de küçümsenecek gibi değildir. Oldukça ayrıntılara inen sayısal dökümler incelendiğinde, araştırmayı yapanların da ifade ettikleri gibi tam bir ekip çalışmasının ürünü olduğu hemen görülebiliyor. Önsözde bu çalışmanın Avrupa ayağını gerçekleştirme amacına yönelik olduğu belirtildiğine göre, çalışmayı yürütenlerin, başka coğrafyalara dağılmış olan öteki müzeler üzerine de aynı çalışmayı sürdürecekleri yolunda bir öngörü saptadıkları düşünülebilir. Müze ziyaretçilerini milliyetlerine göre değil ama içinde yer aldıkları toplumsal sınıflarına göre ele almanın, araştırmacıların tercih ettikleri bir yöntem olduğu anlaşılıyor. Müze yapısının başlangıçta Tanrı’nın eviyle eşdeğerde görülmüş olması, başta Suger olmak üzere tarikat mensuplarının oraya biçtikleri değerle yakından ilgili. Plastik nitelik taşıyan objeler, aynı zamanda bir telkin gücüyle de yüklüdürler çünkü. A. Lhote’un şu sözü de bunu doğrulamaktadır: “Müze, dalgın ziyaretçisine yüce eserlerle karşılaştığında titremeyi telkin eden bir mekân olmalıdır” (s. 16). Koleksiyon yönünden zengin olan büyük müzelerin böyle bir ayrıcalığa sahip oldukları kuşku götürmez. Müze kültürü edinmeye kararlı olan kişilerin en azından asgari bir altyapı kültürüne sahip olmaları gerektiğine dair çoğu zaman paylaşılan görüşlere, kimi uzman kişilerin, bu arada P. Francastel’in karşı çıkması şaşırtıcı değil midir?. Ona göre, biçimleri ve renkleri “göremeyen” zeki insanların çokluğudur asıl şaşırtıcı olması gereken. Kültürü kıt kişilerin gözü ise sağlamdır. Kitabın girişinde varılan yargı, eğitimin “doğuştan” olduğu tezinin ana dayanaklardan biri olduğunu gösteriyor. Kitabın yazarları ve yardımcıları, araştırma için 123 sanat müzesi seçmişler Fransa’da. Her müzenin öğrenim durumundan bağımsız olan turizm açısından cazibesi, saptanan ilk ölçüttür. Bunların önem ve değer sıralamasında ise, yılda iki binden az ziyaretçisi olanlardan başlayarak yukarı doğru gidiliyor. KALIPLAŞMIŞ KÜLTÜR İLE SAHİCİ KÜLTÜR Kültürel eserler ve kültüre düşkünlük konusunun irdelendiği kitabın ikinci bölümünde, sanat müzelerindeki eserler karşısında izleyicinin bakışına dayanak teşkil edecek ölçütlerin farklılığı üzerinde duruluyor. Çok zaman tartışma konusu yapılmış olan bu sorun hakkında araştırmacıların yaklaşımları, genel kapsamla ilgili yorumların ülkeden ülkeye büyük değişimler göstermediği sonucu üzerinde odaklanmakta. İstatistik, kültürel eserlere erişimin kültürlü sınıfın ayrıcalığı olduğunu ortaya koyuyor (s. 57). Ne var ki bu ayrıcalık, dış görünüş açısından geçerlidir. Yani sadece kendini dışarıda bırakanlar, dışarıda kalmakta, müzelerden yararlanma olanağı herkese açık olduğu halde, kültür ihtiyacı doyurulduğu sürece katlanarak artmaktadır. Müze ziyaretinde bulunmayan bir kimse, bu eksiğin farkında olmayacaktır doğal olarak. Az rastlanır şey, sanat nesneleri değil, onlardan yararlanma eğilimidir çünkü. Sonuç, tahmin edileceği gibidir: Sanat eseri sadece onu çözümleyebilecek (deşifre edebilecek) kişiler için vardır. Sanatsal kod ve göstergeler, bu kişilerin mukayese yoluyla gönderme yapma yeteneğini kullanmalarına olanak verdikçe, müze ziyaretinden beklenen verim sağlanmış olacaktır. Burada da üslupla ilgili göstergelerden yola çıkmak, müze ziyaretçisinin anlama ve kavrama yeteneğini olumlu yönde etkileyecektir. Yazarların vardığı sonuçlardan biri de her dönemde çağın sanatının okunabilirliğini tanımlayan kuralların, genel okunabilirlik kuralının özel uygulamasından başka bir şey olmadığına dair görüştür (s. 64). Her nasılsa bir kez müze ziyaretinde bulunmak, kişileri yeniden ve başka müzeleri tanımaya yönlendirmiyor. Bir arkadaş ya da kılavuz yardımıyla müzeyi dolaşmak isteyenler için geçici bir çözüm olabilir ancak bu tercih. Kalıplaşmış kültür ile okul kültüründen bağımsızlaşmış “sahici” kültür arasındaki karşıtlık ise müze ziyaretlerinde sık karşılaşılan bir açmazdır. Kitabın aynı bölümünde ağırlıklı olarak işlenen konu, okullarda alınan sanat eğitiminin müzelere yönlendirici etkisinin ne derece söz konusu olabileceği noktasında yoğunlaşıyor. Genellikle tartışma götürür yanı bulunan bu konuda araştırmacıların, gene Fransa’yı baz alarak savundukları görüş, maddi ve kurumsal araçgereçlerin eksikliği nedeniyle okulun “doğrudan” etkisinin son derece zayıf olduğu, öğretim düzeyi ile kültür etkinliğinin “özgül nitelikleri” arasındaki belirleyici etkiyi okula atfetmenin doğru olmayacağı yönündedir. Ancak gene de ziyaretçilerin küçük bir bölümü (yüzde 7), müzeyi okul sayesinde keşfettiklerini belirtiyorlar (s. 82). Böyle de olsa sanat evreniyle (özellikle de plastik sanatlarla) tanışıklık kurulmasında alınan eğitimin katkısı yadsınmıyor. Düşünürler kesimi, bu gerçeği genellikle doğrulamaktadır. Bourdieu ve Darbel ikilisinin “kültürel dağılımın yasaları”na değindikleri bölümün girişine, eğitimin her şeye “kâdir” olduğunu öne süren Leibniz’in sözünü koymaları, bu bakımdan anlamlıdır. Müze ziyaretleri, iletişim kuramının yakından tanıdığı bir “mantığa” göre işlemektedir. Çünkü radyo ve televizyon vericisi gibi müzeler de tüketicinin gözünde “anlam ve değer kazanan” bir “bildiri” sunmaktadır. Bu bildiriyi anlamaya yatkınlık, ziyareti olumlu yönde etkilemektedir. Ziyaret sıklığı oranı, ortalama arz ile ortalama talep arasındaki ayrımın işlevine işaret eder (s. 99). (Kitabın bu bölümünde ziyaretçi kitlesinin kültür düzeyi ile “arzın tepedeğer düzeyi” hakkında istatistik sonuçları çizelgelere dökülmekte, halk sınıflarının kültürle ilişkisi üzerine sonuçsal yorumlara geçilmektedir. Değişik meslek gruplarından Fransız müzelerine gelenler arasında memur ve eğitimcilerin oranı, ötekilere göre daha yüksek görünüyor. O halde sahici estetik haz noktasında düğümlenmektedir her şey. Örneğin Van Gogh’u tanımak, ağırlıklı ziyaretçi kesimlerinin sandığı gibi onun yaşamı ve eserler üzerine ortalama bilgilere sahip olmak anlamına gelmiyor. Kitabın sonuç bölümünde varılan yargının altını çizmek gerekiyor: “Her sevda gibi sanat sevdası da kendi köklerini bilmekten hiç hoşlanmadığından, yazgı olarak yorumlanmaya elverişli tek tek rastlantıları, koşullanmalara ve genel koşullara yeğler” (s. 135). Kültürel malları benimsemek için “gerekli donanım”a sahip olmak ya da Max Weber gibi söylenecek olursa, kurumsal göstergeleri kullanma tekelini meşru görenlere hak vermek gerekecektir. Güzel bir çeviriyle dilimize aktarılan Sanat Sevdası, bizde özel müzeler döneminin yaşandığı şu sıralarda, el altında tutulması gereken bir başvuru kitabı olma özelliği taşımaktadır. ? Sanat Sevdası/ Pierre Bourdieu, Alan Darbel/ Çeviren: Sertaç Canbolat/ Metis Yayınları/ 208 s. ? 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1153
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle