Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K eçen hafta ilk kitap/ilk romanlarıyla bu sayfada yer alan yazarlar kadındı. Bu hafta da iki farklı kadın yazarımızdan birer ilk romanla birlikte olacağız. Saime Bircan’dan Beyaz Üşüme, Deniz Gezgin’den Ahraz. “Romancılarımız Arasında” alt başlığı altında sürdürmeyi tasarladığım bu yazılara, neden “ilk romanlar”la başladığımı anlatmıştım iki “ilk roman”a özgülediğim yazıda. İlk kitapları işlediğim bu tür yazılar farklı tepkiler alıyor. Sözgelimi Erkan Ildız, iletisinde şunları aktarmış: “(…) 22 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet Kitap’ta çıkan ‘Yazarlar Evreninden Yapıtlar Evrenine’ başlıklı yazınızı büyük bir zevkle okudum. Ağabeyim Erdener Ildız geçen yıl ‘Hapşırık’ adlı bir anıöykü kitabı yayımlamıştı (bir ilk kitap). Kendisine yazınızı okumasını salık verdim. Okumuş ve (…) ekte gönderdiğim yazıyı yazarak bana gönderdi. Diyeceğim o ki, işin bir de bu yönü var./ Güzel günler diliyorum.” Erdener Ildız, “Kitap Yazan Tanıdığınız Var mı?” başlıklı yazısında şu düşüncelerini paylaşıyor konuya girerken: “Türkiye’de kitap okuma oranının düşük olduğunu hep söyleriz ama kitap yazma oranının da çok çok düşük olduğundan hiç bahsetmeyiz. Çünkü okumamak biraz da olsa yadırganır da, kitap yazmamak hiç yadırganmaz. Bundan dolayı kitap yazanın yok denecek kadar az olduğundan hiç şikâyet edilmez./…/ Kısa sayılabilecek yaşamımızda yaşadıklarımızı, deneyimlerimizi mevcut ve gelecek kuşaklara aktarmak, en erdemli görevlerimizden biridir. (…)/ Şöyle bir geriye doğru düşünelim, ailemizde kaç kişiden geriye yazdığı bir kitap kaldı. Bırakalım bir kitap yazmayı, hatıra defteri bırakan kaç büyüğümüz var. Miras olarak arkalarında en azından yaşadıklarını anlatan bir kitap bıraksalardı, hanlar apartmanlar bırakmaktan daha yararlı bir miras bırakmış olurlardı gelecek nesillere. Bıraktıkları han ve hamamlardan en fazla onlardan sonraki birkaç nesil yararlanır ancak bırakılan bir kitaptan sonraki tüm nesiller yararlanır. Esas tükenmeyen servet bırakılan bu kitaplardır.” İLK KİTAP BİZİM NEYİMİZ OLUR? Bu düşüncelerin önemi yadsınamaz elbette. Ne var ki yazarların, yazınsal ya da sanatsal bağlamda verimlediği herhangi ilk kitabın aileler için taşıyacağı değer kadar ulusal, uluslararası değer bağlamında da “önem” taşıması gerekeceğini göz ardı etmemek gerekiyor hiçbir zaman… Bu hesapla öykü, roman, oyun vb. türlerde yayımlanan her ilk kitap, farklılığa kapı aralayıp bir çentik atabilmeli katıldığı alana… Elbette bu kitapların yazınsal, sanatsal coğrafya içinde en azından alüvyonal bir değer üreteceği kestirilebilir kolayca… Ancak ilk kitap, bir arpa boyu da olsa başını uzatma hüneri gösterebilmeli yazınsal coğrafyada… O halde yazarların herhangi ilk kitapla ortaya çıkması aile tarihleri açısından kuşkusuz önemlidir. Ne var ki sanatsal bağlamda bir nitelik taşımadığı sürece kitap, “yapıt” olarak nasıl eklemlenecektir söz konusu alana? Bir de kitaplara yönelik kaleme alınan yazılar var… İlk kitaplar için yazın dergileriyle gazetelerin kitap eklerinde yayımlanan yazılar görebildiğimce dizgeli yaklaşımdan oldukça uzak… Bu çerçevede, enikonu yalnız kalıyormuşum duygusu yaşıyorum. Ayrıca İnci Aral gibi yazınsalın SAYFA 20 ? 13 ARALIK itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com ROMANCILARIMIZ ARASINDA2 G “İlk roman”la romancılığımıza çentik atmak... Deniz Gezgin imbiğinden geçmiş bir yazarın yuvarlayıverdiği, “eklerde köşe tutanlar” (Cumhuriyet, 27.11.2012) gibisinden yaftalamaların bırakacağı tortunun caydırıcılığı da düşünülürse iş, gerçekten zor… Geçen hafta ilk kitap/ilk romanlarıyla buyur ettiğim yazarlar kadındı. Bu hafta da iki farklı kadın yazarımızdan birer ilk romanla birlikte olacağız. Saime Bircan’dan Beyaz Üşüme (Şenocak, 2011), Deniz Gezgin’den Ahraz (Sel, 2012). SAİME BİRCAN: “BEYAZ ÜŞÜME”... Kadın yazarlarımız üzerine çok sayıda yazı kaleme aldım bugüne dek. Kaldı ki kadınların, toplumsal alanda olduğu kadar yazınımızda da büyük atak yapıp farklı yönsemede gelişmeler gösterdiği kanısındayım. Öyküdeki öncülükleri biliniyor zaten nicedir, ama asıl 1980 sonrası yazınımızda özellikle kadın yazarlarımızın ürettiği erke görmezden gelinmemeli. Hem okur olarak büyük çıkış sergiledi kadınlar, hem de yazar olarak… Saime Bircan da işte bu kola eklemlenenlerden… Sıçramaya dayalı, annekız iki ayrı karakterin elözöyküsel aktarısıyla, sorunsal boyutta kadın varlığa dönük açılımıyla, ama geleneğe eklenerek geliyor. Kadın yazarlarda gözlenen güçlü vurguyla… Saime Bircan Nursel, kadınların yaşadığı “üşüme duygusu”ndan kurtarmak istiyordur kendisini: “Kocamın o soğuk yüzüyle, düşman tavırlarıyla baş edemem. Yorgunum, yalnızım, üşüyorum.” “…[Ü]şüyerek yapayalnız ölmek istemiyorum.” (63) “Beyaz bir üşüme bu… El değmemiş aklık!” (175) Oysa hep yaşayacaktır bu üşümeyi. Sözgelimi baba, anneyi dövdüğünde Eylem henüz üç yaşındadır, “dayak sahnesini görme”miştir. (66) Babanın, “[n]ormal kadın erkek ilişkisinden sonra tercihinin değiştiğini”, “onun bir erkek arkadaşı” (161) olduğunu da öğreniriz bu arada. Nursel, bu olaylar gibi babanın, başka bir kadın nedeniyle, ergenlikle boğuşan kızını da düşünmeden onu terk edişini de gizlemiştir sürekli. “O olaydan da söz etme Eylem’e. Zarar yok beni kötü bilsin,” diyerek baskılamıştır sürekli kendini. (109) Ancak bütün bunlar romana düz bir anlatı biçiminde yerleşmiyor tabii. Çünkü yazar, kişilerini kuşatan gerçeklik evrenini puslandırıp bulandırarak anlatısını örtükleştirmeyi başarıyor. Böylelikle okur, her şeyin rap rap ortaya dökülüşünden uzaklaştırılarak olan bitenin saklanıp gizlendiği anlatı gerçekliğine buyur ediliyor. Bu yaklaşım, anlatıyı iç dökme edilginliğinden kurtarıp ona dinamizm kazandırıyor, roman da itici güçle yolculuğunu sürdürüyor böylece. Yapıt bunu giyinirken, bir ölçüde hız kazanıyor, yanı sıra hüzün de. Risklerini üstlenerek aşklarıyla beslenen kadınlar, içleri boşaltılmış birer posa halinde köşeye bırakılıyor çünkü. Nitekim Saime Bircan, kadın erkek ilişkilerine yönelik derinlikli, katmanlı yaklaşımıyla, karakterlerine kazandırdığı çoklu boyutla ilgi uyandırıyor. Ruhsal gelgitler, çarpıntılar da eşlik ediyor buna. “Dilde de bir sonradan görmelik” (82) bulgulayan yazar soyutlayıma, imgesel anlatıma pek yüz vermese de bir Türkçe romandan beklenebilecek bu dile layık sağlam çatısı, evren kurgusu, alçakgönüllü anlatı yapısı, ardışık düzene yaslanmayan sıçramaları, ekonomik anlatımıyla mahcup bir genç kız edası yayıp göz doldurmayı başarıyor… DENİZ GEZGİN: “AHRAZ”... Deniz Gezgin, Saime Bircan’ın, diyelim bilerek bıraktığı boşluğu dolduruyor bir bakıma; yapıtına içirdiği kabartılmış soyutlayım, dönüştürüm yaklaşımıyla… Nitekim daha ilk satırlarda, yazarın çok iyi bildiği bir evrende gezindiğini ele verecek bir tutumla karşılaşıyoruz. Bu yaklaşımın karakterlere yayılacağı da seziliyor hemen. Derme çatma teknelerinde, “batıda, bir tatil kasabası”nda (96) atık toplayıcılığı yaparak yaşayan baba kız… Ama birer “günah keçisi”dir (15) onlar kasaba için. Günün birinde tekne, babayla birlikte yanacak, sonrasında kız, yerleştiği, terk edilmiş evde babası belirsiz “ahraz” bir oğlan doğuracak, toplayıcılığı bu kez ana oğul ikilisi sürdürecektir. Ancak kasabanın tuzlu sokaklarında gezinen “sokak kırması” (22) gibidir ikisi de… Kasabanın farklı kültürlerle karılı vandal, korkak, cahil, saldırgan, hain karakterleri mitsel, söylensel, serüvensel öğelerle birleştirilerek ro Böylece roman iki kadının bakışıyla yol alıyor denebilir. Banka yöneticisi anne Nursel ile Strasbourg’ta psikoloji doktorası yapan kızı Eylem. Roman, İzmir’de yaşayan annenin bir trafik kazası sonucu hastaneye kaldırılması, bunun üzerine Eylem’in apar topar İzmir’e gelişiyle başlıyor… Annenin yoğun bakımda kopuk kopuk bilinç dışı anımsayış, çağrışım vb. tekniklerle yaşamını yeniden gün yüzüne sermesiyle, kızın da aile ortamı, bağları içinde geçmiş çerçevesinde yaşadıklarını, geleceğe yönelik düşlerini baştan sona gözden geçirmesiyle gelişiyor. Anneyle baba Eylem’in, üniversite sınavlarına hazırlandığı bir dönemde ayrılmışlardır. Nursel, Eylem’in bunu atlatabilmesi için çabalamış, ancak baba öldüğünde bu özlem, ağır bir yük gibi içinde kalmıştır genç kızın. 2012 man evreni içine yerleştirilirken bu kapalı evren bir büyüyle de örtülüyor. Öte yandan kasabada giderek yaygınlaşıp baskın hale gelecek bir lanet de baş gösterecek, aranan günah keçisi olarak “en uygun kişi, İfrit’ten doğan ahraz oğlan” (41) seçilecektir. Geniş evren açılımı getiren yanıyla belki denizlerle sulara özgülenmiş bir kutsal metin gibi de bakılabilir romana. Yarattığı kasaba kadar kişileriyle de evrensel düzlemde bir roman örgülemesi getiren genç yazarın, bunlara ulaşırken olayları soyutlayıp dönüştürmekte sergilediği hüner dikkati çekiyor. Her dilde okunabilecek bir roman bu. Ancak şunu da söylemeden geçmeyeyim… Genç yazarın imgelemeyle kurduğu roman evreninde, en azından başlangıçta şairanelik kokusu sızan kimi tümcelerle anlatının zedelendiği öne sürülebilir. Belli ki aynı zamanda şiir işçiliğinden gelen bir yanı var Gezgin’in. Nitekim kullandığı “kocalmak”, “çekimlemek” (13), “açkılanmak” (42), “sarıca” (50), “günâşık” (60) vb. sözcükler, onun dil konusunda nece özenli olduğunu göstermiyor yalnız, insanın gönlünü de şenlendiriyor. Gerçekten Gezgin, yoğun örgülü, artalan sıkılığı yansıtan birbirinden koparılamaz metin oluşturuyor denebilir. Hoş romanın ortalarında komşu adalardan bu evrene buyur edilen Papaz Vasil ile kızı Marika’nın deus ex machine havası yayan etki bıraktığı söylenebilir bir çalım üzerimizde. Buna karşın kurulan bütünsellikte herhangi kopuş yaşanmıyor yine de. Komutanından balıkçılarına, yamuk ebesinden kira geliri zengini kasabalılarına, romana farklı soluk taşıdığı gözlenen “ağaçadam” Marangoz Yusuf’a, onun yaşam anlayışına dayalı söylenlerden ötürü hemen herkese ulaşıyor yazar. Yusuf, ahraz oğlan İsrafil’in acılarını anlamakla kalmıyor, bunu alıyor da… Yazarın, Yusuf’un söyleşimlerinde, yaslandığı halk anlatı geleneğinden ustaca yararlanmayı başardığı da görülüyor. Tufandan, halk, bitki, deniz söylenlerine uzanıp Yörük söyleninden beslenerek, modern bir biçemle klasik metin yontarcasına, farklı bağlamlar içinde farklı anlatı düzlemleriyle oluşturuyor yapıtını genç yazar… Yazarın her nesneye ruh, nefs yükleyen doğacı eğiliminin, bunlarla iç içe kurduğu bütüncül ritüelin anlatıya hem zengin açılım getirdiği hem de yapıta uçuruculuk kazandırdığı ortada. Sonuçta kadın yazarlarımız romancılığımızı biçimlendirmekle kalmıyor yalnız, yanı sıra yönlendiriyor da onu. Bu kadın yazarlarla birlikte olmayı önümüzdeki hafta da sürdüreceğiz…? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1191