28 Nisan 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ ğil. Sarıyer’e içmeye gideriz!” derler. Durumumuz budur. Sarıyer’e gideriz diye avunuyor millet. “Ya Sarıyer’dekiler de kapanırsa” diye düşünmüyor. Gün ola, hayrola! Bu kendini ‘muhafazakâr demokratlar’ olarak niteleyenlerle, Türkiye’de bir İran’a dönüşme tehlikesi olduğunu da dile getiriyorsunuz yazılarınızda. O raddeye “gerçekten” gelinebilir mi ve laiklik artık bir “romantizm” mi? Türkiye’de on yılda siz işlerin bu raddeye gelebileceğini düşünebilir miydiniz? Başörtüsünün temel eğitime ineceğini; çocukken gittiğiniz okulun imam hatip okuluna dönüşeceğine inanır mıydınız? Bu, insanın kendi geçmişine yabancılaşması demek. “Mazi başka bir ülkedir” derler ya. Olay tam budur. Geçmişte kalan Türkiye artık tanımakta zorlandığımız başka bir ülke oldu. İran devrimiyle; tepeden yapılan değişiklikler, burada alıştıra alıştıra temelden inşa ediliyor. Aramızdaki en büyük fark burada. Biz nicedir aslında bir İranlaşma süreci yaşıyoruz. İlla rejiminin tepesine mollaların oturması gerekmiyor. Eğitimden sosyal yaşamı düzenleyen kurallar bütününe dek dini referansların belirleyici olmasıdır esas olan. Türkiye’de evet hâlâ laik hukuk düzeni geçerli. Bu kuşkusuz büyük bir fark ama giderek yargı da siyasallaşıyor ve siyasi erke bağımlı hale geliyor. Bu gidişle laik hukuk düzenini de ne kadar koruyabileceğimiz belli değil. Laikliğe ilişkin olarak gerçeklik algısı zamanla bulanıyor ve kayboluyor. Bu gerçeklik duygusu kaybolduğu için laiklikten bahsetmek gitgide bir “romantizm” haline geliyor. Yaşam başka türlü dönüyor çünkü. yanın merkezi olma konumunu kaybediyor. Bununla koşut olarak Batı özgüvenini de yitiriyor ve içine kapanıyor, geçmişe duyduğu özlemle birlikte en kötü ırkçılık reflekslerini harekete geçiriyor, demokratik değerlerini unutuyor. Zweig çok sevdiğim “Dünün Dünyası” adlı kitabını gene böyle büyük savrulmaların yaşandığı ve Avrupa’nın dörtnala İkinci Dünya Savaşına doğru koştuğu bir dönemde yazmıştı. Doğup büyüdüğü kendi güvenli dünyasıyla köprülerin atıldığını hissettiği için kaleme almıştı o “yeni bir dönemeçte, yeni bir bitişte ve yeni bir başlangıç çizgisindeyiz” cümlesini. Tekrar; bilinen referansların yitirildiği bir büyük belirsizlikler dönemi yaşıyoruz. Hem Avrupa hem Türkiye’de; geçmiş dünyalar parçalanıyor. Ortak referanslar yok oluyor. Yakın zamanların ünlü “Kopenhag kriterleri”, Avrupa’da dahi eski Kopenhag kriterleri olmaktan çıkıyor, aşınıyor, eriyor. Bunun için bir bitiş çizgisinde olduğumuzu söylüyorum. Zarlar tekrar atılıyor. “Kopenhag Kriterleri nasılsa bizi evşirir, devşirir. Bizi kendimizden korur, kendi halimize bırakmaz” diye düşünen “tedbirsiz ılımlı”ların bu durumun ayırtında olduklarından şüphedeyim. Kendilerinin de nasıl savrulacaklarının hesabını yapabilmiş değillerdir bu nedenle. “TÜRKİYE’DE KADIN ÇARESİZ!” Kadına şiddet konusuna geçersek… Bu noktada Yılmaz Esmer’in “2011 Değerler Araştırması”nın sonuçlarını “On yıllık Erdoğan Türkiyesi’nin fotoğrafı işte tam budur” diyerek değerlendiriyorsunuz bir yazınızda. Anlatır mısınız? Kadına şiddetin temelinde toplumsal cinsiyet eşitsizliği yatıyor. Türkiye, AKP iktidarları altında toplumsal cinsiyet eşitsizliğinde her yıl geriliyor. Cinsiyet eşitsizliği raporlarına göre, 135 ülke arasında 124. sıradayız. Avrupa, Orta Asya’nın sonuncuyuz. Kadının ne siyasette ne iş piyasasında adı var. Ekonomik bağımsızlığı yok. Ekonomik bağımsızlığı olmayan bir kadını her türlü baskı altına alırsınız. Maddi, manevi her türlü şiddeti uygulayabilirsiniz. Türkiye’de kadın çaresiz. İstatistiklerin sergilediği kadının konumundaki gerilemeyle, tırmanan şiddet arasında bu yüzden birebir ilişki var. Kitaba aldığım Esmer’in araştırması; Türkiye’nin “güçlü lider” arayışını ortaya koyması açısından özellikle çok çarpıcıydı: Türkiye’de ezici çoğunluk “parlamentoyla, seçimlerle uğraşmak zorunda kalmayan güçlü bir lidere sahip olmanın iyi fikir olduğunu düşünüyor” diyor Esmer araştırması. Bunun üstüne daha ne söylenir ki! Başbakan Erdoğan’la 14 Temmuz 1996, Cumhurbaşkanı Gül ile de 10 Aralık 1995 tarihinde yaptığınız söyleşiler de yer alıyor kitabınızın sonunda. O gün de bugün olduğu gibi “tanımlar” ve “versiyonlar”la pek bir ilgililer değil mi? “Geleceğin lideri genç Tayyip Erdoğan”la, gelecek vaat eden “genç Gül”ü tanımlayan tarihi söyleşiler onlar. Üstünden yıllar geçti. Köprülerden çok sular aktı. “Onlar milli görüş gömleklerini çıkardı. Muhafazakâr demokrat oldu” dendi… O söyleşileri kitaba, yolun başındaki Erdoğan ile Gül’ü bugünkü profilleri ile yan yana getirmek için koydum. Değişmişler mi? Değişmemişler mi? Ya da ne kadar değişmişler? O gün ne demişler? Bugün o sözleri nasıl hayata geçirmişler? ? [email protected] Demokrasi Tramvayı AKP Türkiye’sinin On Yılı/ Nilgün Cerrahoğlu/ Kırmızı Kedi Yayınevi/ 248 s. 13 ARALIK 2012 ? SAYFA 17 “BİZİ ERDOĞAN LİDERLİĞİNDE RESETLİYORLAR” “Türkan Saylan’a mektup” yazınızdaki deyişinizle “Bizi Erdoğan liderliğinde resetliyorlar” cümlenizden hareketle sorarsam sizce sosyalde en önce neleri normalleştirebildiler? Toplumu, siyaseti hele ki gidişatı iyi okuyan yılların gazetecisi olmanıza rağmen çoğu yazılarınızda bu durumu hayretle gözlemlediğinizi de ortaya koyuyorsunuz. Bikinili bilbordların olduğu yerde başörtülü bilbordların karşımıza çıkması normalleşti. Bakan eşlerinin hemen tümünün tesettürlü olması normalleşti. Din referanslı yaşam ve bu yaşamı olabildiğince görünür kılmak normalleşti. Laik köşe yazarları dahi teravih namazlarını anlatıyor. Ünlülerin umrehac gezilerini teşhir etmesi normalleşti. İçki masalarının toplanıp, iftar masalarının sokaklara taşması normalleşti. Başbakan’ın beğenmediği heykeli yıktırıp, beğendiği yere beğendiği cami yaptırması fikri normalleşti. Bunlar o kadar normalleşti ki bundan böyle haklısınız hiçbir şeye şaşırmamak gerekiyor ama insan gene de hayrete gark olmaktan kendisini alamıyor. Binlerce insanın katıldığı bir mitingde; milyonların seyrettiği bir diziyi hedef alan Başbakan yargıyı göreve davet ettiğinde; “Aman Tanrım!” oluyorsunuz. “Sırada başka neler var? Daha neler göreceğiz?” duygusu ile düşülen şaşkınlığı engelleyemiyorsunuz. Bir yazınızda Zweig’ın alıntı yaptığınız şu sözündeki gibi “Yeni bir dönemeçte, yeni bir bitişte ve yeni bir başlangıç çizgisindeyiz”i hem ülkemiz hem dünya sathında açar mısınız? Ve tam bu bağlamda ılımlıdan radikale döşenen yolda “o PR düşkünü, tedbirsiz ılımlı”yı da bekleyen tehlikeler nelerdir size göre? Dünyanın ekseni başka yere kayıyor. Batı çöküyor ve son ikiüç yüzyıldır dün CUMHURİYET KİTAP SAYI 1191
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle