Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Fırat Sunel’den ‘Salkım Söğütlerin Gölgesinde’ ‘Bu, etle tırnağın ayrılışının öyküsü’ Düsseldorf Başkonsolosu Fırat Sunel’den çarpıcı bir göç romanı Salkım Söğütlerin Gölgesinde. İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde Gürcistan’da Ermeni, Yahudi, Gürcü ve Türk, farklı etnik aidiyeti olan insanların yaşadığı Ahıska’da, küçük Ömer ve Nika’nın dostlukları merkezinde yepyeni olaylar gelişir. Bu dostluklar yüz binden fazla insanın bir gecede silahlı askerler tarafından köylerinden alınıp yük vagonlarıyla Orta Asya’ya sürgün edilmesiyle trajik bir şekilde kesintiye uğrar. Kırk gün süren ölüm yolculuğu sırasında otuz bin kadar insan açlık, soğuk ve hastalıktan hayatını kaybeder. Romanda, Kafdağı’ndan Bolşevik İhtilali’nin ateşlendiği Petrograd’a, Rus İç Savaşı’ndan Svanetya’ya kadar Kafkasya’nın ve bölge coğrafyasının renkli ve çelişkilerle dolu kendine özgü masalsı yaşamını ve yarım kalan aşklarını buluşturuyor Sunel. Bu bir savaş romanı değil. Cephe gerisinde geçen, savaşın kan, ölüm ve barut kokusuyla değil, ayrılık, keder ve yokluk olarak hissedildiği savaş karşıtı bir çalışma. Savaş koşullarında sadece kötülerle iyileri değil, iyilerin de kendi aralarındaki mücadelelerini anlatıyor. Farklı etnik kökenden insanların komşuluk ilişkilerinin, kültürel zenginlik ve hoşgörü kavramlarının bir gecede nasıl yerle bir edilişinin öyküsü. Bir yıl boyunca sadece döneme ilişkin araştırmalar yapan Sunel bu süreçte olayların geçtiği yerlerde belde belde dolaşmış. O dönemi yaşayan yaşlılarla mülakatlar yapmış, onlarca saat film, yüzlerce kare fotoğraf çekmiş. Sunel, yaklaşık iki yıldır, gelecek yıl yayımlamayı planladığı İzmirli adlı romanını yazıyor. Sunel’le Salkım Söğütlerin Gölgesinde üzerine söyleştik. SAYFA 10 9 HAZİRAN Ë Gamze AKDEMİR iplomatların genelde kalemle barışık olduklarını biliyoruz. Dışişleri Bakanlığı’nın internet sayfasında Bakanlık çalışanları ve emekli büyükelçilerin eserlerine ilişkin uzun bir liste var. Ancak görebildiğim kadarıyla bu eserlerin neredeyse tamamı dış politikaya ilişkin referans, analiz veya anı kitapları. Roman yazan ilk Türk diplomatı olmak nasıl bir duygu? Dışişleri Bakanlığı geleneksel anlamda kalemle ve bizatihi edebiyatın kendisiyle barışık bir kurum. Memduh Şevket Esendal, Yahya Kemal, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi büyük edebiyatçılarımız bir dönem Bakanlığımızın çatısı altında çeşitli görevlerde bulundu. Ancak bu saydığımız isimler çekirdekten yani meslekten diplomat değildi. Bu nedenle, tespit edebildiğim kadarıyla meslekten diplomat olup roman yazan ilk dışişleri mensubu olmak benim için büyük bir mutluluk ve gurur kaynağı. “SORULARIMA ANADOLU TÜRKÇESİYLE YANIT VERDİLER” D Lenin madalyalı Vitali Efendi’nin “ekmek ve barış” diyerek çıktıkları yolun onları nereye götürdüğünü sorgulaması… Onun sorgulamaları yanan bir çağın, bir devrimin, bir kavganın da sorgulamaları… Savaşı, sürgünü, kandırılmışlığı, gözlerini nelere kapatmak zorunda kaldığı, gafleti, yanlışa fikri sabitlenen devrim algısını ve pişmanlığı simgeliyor Vitali Efendi… Piyonu olduğu Stalin’in gölgesindeki, o, temelleri kan ve korkuyla atılmış o insanların en kutsal değerlerini çiğnemekte beis görmemiş rejimin insanlığa maliyetinin sorgulaması… “Yaşasın Stalin!”in “Kahrolsun 2011 Stalin!” farkındalığına hani geç de olsa dönüşmesi… Sürgünle de olsa geç açılan gözleri… Susturamadığı vicdanı… Beter oluşu tam deyimiyle… Vitali imgesinde romandaki dönemin ruhunu, gelgitlerine odaklanarak çizer misiniz çerçeveyi? İkinci Dünya Savaşı’nın artık son yılları... Pazaryerinin paslı hoparlörleri, Moskova Radyosu’nun propagandadan ibaret savaş haberlerini aktarırken halkın kalbi müşfik bir baba olarak gördüğü Stalin için atıyor. O dönem insanı için Stalin kutsal ve insanüstü bir varlık... Bolşevik devrimini kanıyla yazanlardan olan Vitali Efendi, namı diğer Vitali Aramyan için de her şeyini devrime ve halkına adayan bir lider Stalin. Onun korku imparatorluğu dönemi 1953’te sona erinceye kadar, o coğrafyada zihinlerdeki ve kalplerdeki Stalin imgesi buydu. Romanda Vitali Efendi’nin devrim yılları ve iç savaşla bezenmiş anıları bizi ziyaret ederken, bir önceki dünya savaşı yıllarında insanların son Rus Çarı Nikolay’a karşı da aynı hislerle dolu olduğunu görüyoruz. İşte Vitali Efendi’nin dertlerine, kederlerine ortak olduğu, ekmeklerini paylaştığı ve masumiyetlerine tüm yaşamı boyunca onu yoğuran idealleri kadar inandığı insanların, Stalin tarafından bir gecede ölüm vagonlarına bindirilerek bir bilinmeyene sürgün edilmesi, uzun yıllar sonra Stalin’i Çar Nikolay ile karşılaştırmasına neden olacak, hayatını ve tüm ideallerini bir “Bolşevik Çar” için feda etmenin tarifsiz hayal kırıklığını yaşayacak. Hikâyenin ana çizgisi, İkinci Dünya Savaşı’nın son aylarında Gürcistan’ın Türkiye’ye mücavir Ahıska bölgesini kapsıyor. 1944 Kasımı’nda sürgün edilen Ahıska Türklerini köyün idealist öğretmeni Vitali Efendi başta olmak üzere, başkalarının gözünden anlatmaya çalıştım. Romanımın kurgusunda Kafkasya’nın masalsı doğasına ve özgür ruhuna da uygun olarak kahramanlarımın renkli yan hikâyeleri önemli yer tutuyor. Bu nedenle, aslında temelinde 1944’ün son beş ayını anlatsa da Vitali Efendi’nin gelgitleriyle 1917’nin Petrograd’ına, Temur ile gerçek ve efsanelerin birbirine karıştığı zümrüt Svanetya vadilerine, asker kaçağı Otar’ın anılarıyla Birinci Dünya Savaşı’na ve Cemal Paşa’nın katledildiği 1920’lerin Tiflis’ine bir zaman yolculuğu yapıyor, Rum Eleni’nin içine akıttığı gözyaşlarında hüzünlü bir aşka tanıklık ediyoruz… Ahıska… Türk, Ermeni, Gürcü, Kürt, Azeri, Hemşinli, Acaralı, Terekeme, Urum ve Yahudiler bir arada… Göçün, birbirine değmenin, karışmanın, bileşmenin de öyküsü bu… Tıpkı, pazaryerindeki gibi rızıkları bir, tezgâhları yan yana ve genellikle acıda ve yer yer erinçte ortak paydaların, dostlukların, arkadaşlıkların, komşulukların, eş emzirilen bebeklerin öyküsü… Ama Ahıska Türklerine yıldırım gibi çarpan sürgünün, tıkış tıkış trenlerle öle kala, dona dona yapılan o ölüm yolculuğuna çıkarılışlarının öyküsü en çok. Neymiş? Halk düşmanıymışlar! Parçalanan halklar, koparılan, etin tırnaktan söküldüğü anların romanı bu… Açar mısınız bu bağlamları? Bazı eleştirmenler, ilk 250 sayfada sunulan tablonun birden kesilerek sürgün bölümüne geçilmesini “sert geçiş” olarak nitelendiriyor. İşte bu romanda hedeflediğim de tam anlamıyla bu. Hazırlık döneminde görüştüğüm onlarca yaşlı insan bana yaşadıklarını anlatırken, ben de onlar gibi bir gece acımasızca kesilen hayat hikâyelerinin yarım kalmışlığını yüreğimde hissettim. Bu hissi okura da yaşatmak amacıyla hoyrat bir geçiş yaptım. Ömer ile Nika’nın dostluklarının, Cemil ile Nino’nun aşklarının ve daha pek çok şeyin yarım ve eksik kalmasının, sizin de çok güzel ifade ettiğiniz gibi etle tırnağın ayrılış öyküsü bu. Böylesine sürgün öykülerinde, üzerinde odaklanılan genelde hep sürgün edilenlerin kendileri. Oysa sürgün demek yerinden yurdundan zorla koparılmak demek. Koparıldıkları yerde de hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak. Hikâyemde bu nedenle Ahıska Türkleri götürüldükten sonra geride kalan Ermeninin, Gürcünün ve Yahudinin eksik kalışına da dokundum. Sürgünün ertesi günü Ermeni terzi ile Yahudi erzakçı Moşe’nin 14 Kasım 1944’te Ahıska Türkleri vatanlarından Özbekistan, ¥ Kazakistan ve Kırgızistan’a sürgün edildiler... çocuk gibi ağlaması CUMHURİYET KİTAP SAYI 1112 cü sadece ğil, ger çok say insanla sonra b Türkçe Yüzü b pazarc Ahıska tırma y de gitti diye hı desi gib “Türkl kulağım zaman ların ko zengin bir gec öyküsü ¥ tüm “SAV He kes bir kimi ge cephel yor. Gi de aray gelenle öyle ya bitmiy bası Ah yan ho Fırat Sun sanların ginlik ve nasıl yer söylüyor Radyos berleri şıklıkla çehred ri kalm azmetm vicdan Dolayı nitelen Kap Salkım savaş r bu bir cephe roman da, kop kesin g yüzleri gibi pa tarif ed dece sı zen ide uğruna nanın i müze v ması he nı hafif iyilerin CUMH