25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K imi yazınsal etkinliklerde bir araya geldiğimiz genç yazarlarla söyleşirken okumalara geldiğinde sıra, onlar öyküye, romana, oyuna sürdükçe işi, patika yollara dalıp eleştiri, deneme kitaplarına sardırıyorum konuyu hemence. Deneme, eleştiri okumadan gerçekleştirilen bir yazma eyleminin hiçbir zaman sağlıklı temele oturtulamayacağını düşünürüm öteden beri… Bizde cumhuriyetin getirdiği en önemli kurumsal yapıların başında denemenin gelmesini rastlantı saymamak gerekir. Bu çerçevede Halkevleri, Köy Enstitüleri, Musiki Muallim Mektebi, Tatbikat Sahnesi vb. kurumlar arasında Tercüme Bürosunun da yer aldığı unutulabilir mi? Deneme yazınımızın adeta rampasından fırlatılmış füze gibi büyük ivmeyle yükseklik sergilemesi üzerinde önemle durmak gerekiyor. Calvino’yu Niçin Okumalı (Ortak Kitap, Kanguru, 2009) başlığı altında bir kitap verimlenirken Calvino’yu, Eco’yu, Kundera’yı, ötekilerini küçümsemeden, ama Melih Cevdet’i, Memed Fuat’ı, Akşit Göktürk’ü, Nermi Uygur’u, kimleri kimleri “niçin okumamız gerektiği” konusuna eğilmeyen bir yazınsal ortamın kurumsal bütünlük taşıyacağı kestirilebilir mi? Sahi, andığım bu yazarlarımızın denemeleri ne kadar okunmuştur, hayır, soruyu düzeltiyorum: Bu yazarların denemeleri gerçekten okunmuş mudur? Geçen hafta “Kitaplar Adası”nda Yıldız Silier’in iki yapıtı Oburluk Çağı (2010) ile Özgürlük Yanılsaması (2007; üçüncü basım, 2010) üzerinde durmuş, konuyu bu hafta kitaplarda yüz yüze geldiğimiz sorulardan kalkarak yazınımızda bu yönde açılımlar olup olmadığına, bunlara bir karşılık bulunup bulunamadığına getireceğimizi söylemiştim. Ama görüyorsunuz ya, Anadolu Aydınlanmasının gönderde olduğu cumhuriyetin ilk yıllarında deneme büyük yükseliş gösterdiği halde, sonraki sönüklük, hele kültürsüzlükten süründüğümüz şu yıllarda deneme yazınımızın ayırdına bile varılamaması, ötesinde bu bilinçten gide gide uzaklaşılması nasıl açıklanabilir, kestiremiyorum. Eğer siz bir Voltaire çıkaramıyorsanız aydınlanma tarihinizde, Voltaire’i okumak sizi ne ölçüde kurtarır dersiniz? Unutmadan şunu da ekleyelim gelin: Aydınlanma bir sıçrama gibi algılanabilir, ama bir süreçtir de aynı zamanda… BİR YAZAR, ÖNCE KENDİNİ ÖZGÜRLEŞTİRMELİ... Yıldız Silier’in geliştirdiği sorulardan yazınımız için üretilebilecek olanlarına geçebiliriz buradan. Bu amaçla Ahmet Oktay’ın İthaki tarafından yayımlanan beş ciltlik “Bütün Yapıtlarına Doğru” dizisinden dördüncü, beşinci ciltleri alabiliriz sanıyorum: Popüler Kültürden TV Sömürgesine (2009), Emperyalizm, Roman ve Eleştiri (2010). Bu buluşmayı Ahmet Oktay üretiminin, Yıldız Silier denemeleriyle deşilebilecek sorular henüz gün yüzüne çıkmadan çok önce gündeme gelişi nedeniyle öngörmüş değilim yalnız… Aynı zamanda altmış yılı aşkın bir süredir Ahmet Oktay’ın yazınımıza verdiği emeSAYFA 20 2 HAZİRAN itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Okuma yazma ediminden eleştiri eylemine... ğin, altmışa yakın yapıtının bizim için nasıl da yol gösterici kılavuza dönüştüğünü vurgulamaktan yanayım… Ahmet Oktay, “Bütün Yapıtları” için kaleme aldığı “Sunuş” yazısına “Yaşadım ve yazdım” diyerek giriyor. Yaşamanın, onun için söz konusu “zamanın kimi kültürel ve yazınsal olgularına müdahale etmek” anlamına geldiğini öğrenmek gerekiyor ilkin. Bunun gereğini yerine getirmek için sözgelimi popüler kültür sorunsalı üzerine yoğun emekli çalışmalara girişirken, “yazılı ve görsel basında yayımlanan çeşitli ürünlerde sunulan içeriğin nasıl bir anlamlamaya yol açtığını ve bu anlamlandırmanın izleyicileri doğrudan doğruya egemen sınıfların bakış ve düşünce açısına uyumlandırmayı amaçladığını göstermeye çalışıyor…” Müdahale olanağının özgür olmak koşuluna bağlı olduğunu da düşünüyor Ahmet Oktay: “Bir yazar, öncelikle kendini özgürleştirmeye uğraşır. Önyargıları, peşin hükümleri aşmak kolay değildir. Öyle yaptım. Taraf olmadım değil, oldum, hâlâ da tarafım. Bitaraflık, her zaman ikiyüzlü görünmüştür bana. Herkes bir yer’e sahiptir. Bir yer’den konuşur, oraya aittir. Ama bir topos’a sahip oluş, yazarı bir mümin yapmaz. (…) Goethe söylemişti: Özgürlük, ancak özgürlük için her gün mücadele eden insanları gerektirir. Özgür düşünmek için çaba harcadım.” Söz konusu “Sunuş”u şu satırlarla sonlandırıyor Ahmet Oktay: “Bütün Yapıtları, ilk kitabımın başlığındaki bir sözcük (…) aracılığıyla okunabilir belki: Arayış. Hiç kuşkusuz ararken, her zaman bulamaz insan. Ama arayışın zevkini azaltmaz bu. Belki söz konusu olan, bulmaktan çok aramaktır.” “Ya da, yazmanın dışında başka bir amaç kalmamıştır.” “Bir yazarın hayallerinin özeti sadece budur: Bir okur.” Nerede Ahmet Oktay adı geçiyorsa orada bir eleştiren okur, bir eleştiren yazar duruyor demek ki. “Toplu Yapıtlar”ın dördüncü cildine, konuya özgülediği dört kitabını sığıştırıyor şair: Türkiye’de Popüler Kültür; Toplumsal Değişme ve Basın; Yazın, İletişim, İdeoloji; Medya ve Hedonizm. Bu çerçevede onun, “toplumsal dizge karşısında eleştirel olabilmeyi (…) bilinçliliğin biricik ölçütü say”ması boşuna değil. O halde, “kitle iletişim araçlarının bilinç oluşturucu işlevinin yeterince ciddiye alınmamasının, özellikle siyasal ve ideolojik düzeyde önemli sorunlar yaratabileceği” ilkesi dikkate alınıp popüler kültür konusunda uyanıklık gerekiyor. DÜNDEN BUGÜNE, BUGÜNDEN YARIN ÖNGÖRÜSÜNE... Yıllar, yıllar önceye gidelim… Dün nasıldı? “Örneğin arabesk müziğin marjinal kesimlerin yaşam biçimlerinden kaynaklanan ve gerçek bir yaşam biçimine uygun düşen öğeler içerdiği, aynı şekilde protestocu bir içeriğe sahip bulunduğu da bellidir. Ama kitle kültürü bağlamında kaldıkları için bu ürünler kır ve kent proletaryasında bilinç dönüşümüne yol açamamakta, tam tersine yazgıcılığa yol açmaktadırlar. (…) Böylece ‘doğarken ölmüş’ olduğunun dışında bir bilince sahip olamayan ve proletaryaya ait olduklarından şüphe edilemeyecek geniş bir kesim, kendi acıları kanalıyla sistemin mantığını benimsemekte 2011 Ahmet Oktay K farklı iki uçtaki yazınsal oluşuma dönüp elli altmış yıl sonra bugünden bakmaya giriştiğimizde neler söylenebilir, buna yönelelim… DÜŞÜNCENİN KURUCU ÖĞESİ ELEŞTİREL BOYUT... 1950’lerde yazınımız, biri Köy Enstitülü kuşaktan köy kökenli öğretmenlerce, öteki üniversiteli, ama kentli öğrenci gençlerce geliştirilip doruğa çıkarılan iki farklı kavrayış tanıdı. İlk grup genelde 1920’lilerden, ikinci grup ise 30’lulardan oluşuyordu. Her iki grup dirimbilimsel açıdan gençti elbette. Ancak ilk grup ekmek parasını eline almış, gerideki ailesine katkıda bulunurken ikinci grup, görece güç koşullarda yaşasalar bile baba parasıyla yaşamlarını sürdürüyordu. İlk grupta yer alanlar, köylerinin, yörelerinin görece “üstün” çocuklarıydı, ikinciler de iyi okumuş, görece kentsoylu ya da kalburüstü bürokrat ailelerden geliyorlardı. Her iki grup da Türkiye’nin bugüne dek gördüğü en ciddi okur kuşakları arasında sayılabilir kanımca. Çünkü aydınlanma ardılı gençlerden oluşmuştu iki grup da. Ancak ilk grup, eleştirimizin önemli adları Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol gibi büyük aydınlanmacıların eleştirisini değil, sırt sıvazlamasını gördü daha çok. Bu yüzden aydınlanmayı, deyiş yerindeyse eleştiriden arındırıp görece tabulaştırdı belki bir ölçüde. İkinci grup ise bu aydınlanmayı, kendilerine dek gelen tabuları yıkmanın dayanağı yaptı. Bu çerçevede ilki, DP iktidarına karşı kesin bir muhalefetin içinde yer almışken ikinciler başta bunu bir demokrasi hareketi olarak gördükleri halde 1950’nin sonunda yer yer eylemli olarak üniversite kökenli karşı duruş içinde yerlerini aldılar. İlk grup yazarlar kuşağı 1950’den, ötekiler 1960’tan başlayarak ürün vermeye koyuldu. İlki eleştirisiz kaldı, eleştirmensiz büyüdü, yaptıkları edebiyat, çok daha yükseklik kazanabilecekken popüler düzlemde kitle kültürüyle kurduğu akrabalık içinde aksaklık sergileyen sapma gösterdi. İkinciler başta kendi eleştirmenleri olmakla yetinmedi, eleştirmenler de çıkardı. İlk grup EyüboğluGünyol gibi bir olanağa sahipti, ama öncüler, olgunun bu yanını göremediği için yol alamadı. Ötekilerse Doğan Hızlan, Konur Ertop, Cemal Süreya, Ahmet Oktay, Tahsin Yücel, Demirtaş Ceyhun gibi adlarla alanda etkilerini, güçlerini yarım yüzyıl sonra da sürdürüyor… İlki kitlelerle kucaklaşmayı önemsedi, onları etkilemeyi kendileri için “hedef” haline getirdi. İkinciler kitlelere sırt döndü, ama sanatın iç yasalarında uylaşmayı yeğleyip bunu önemsedi. Bu yüzden özgürlük, mutluluk sorunsallarına bakışta da farklı yaklaşım içinde göründüler genelde. Örneğin Köy Enstitülü kuşak verimlerindeki öğretmen karakteri ile üniversitelilerin (örnekse Ferit Edgü’nün) öğretmeninde gözlenen taban tabana zıtlık bu bağlamda alınabilir. Bu yüzden ilk grup dışa açıldı, ikincilerse içe kapandı daha çok. Sonuçta aynı dönemde yaşanmış bu iki deney, eleştirinin önemini de ortaya koymuş oldu. Ama bunun önemli bir ağırlık taşıyıp işlev kazanabilmesi kurumsallaşmasına bağlı kuşkusuz… Aydınlanmanın, denemenin, eleştirinin kurumsallaşması, daha iyi bir romanın, öykünün, genel olarak nitelikli bir sanatın zorunlu koşulu olarak alınmalı… Felsefe, bilimler, matematik de birer temel değer olarak düşünülmeli bu yönde… Önümüzdeki hafta kaldığımız yerden, yine Ahmet Oktay’la sürdürelim konuyu… Bu kez roman özeline inerek… ve sömürüyü tanrısal bir olay gibi görmeyi seçmektedir.” (IV; 18) Bugün ise, “kitlelerin artık gündelik yaşamlarına karşı iyiden iyiye kuntlaştığı, umutsuzluğa bile kapılmak yetisinden yoksunlaştırıldığı söylenebilir.” (IV; 24) Sonuçta “bireysel düşünme yeteneği topluluk bilincine dönüştürülmedikçe, kitlenin belli yönde davranmasının çeşitli zorluklarla karşılaşacağını söylemek gerekir.” (IV; 16) Bir yanı çatışmaya dayalı yaman bir çelişki karşısındayız bu durumda. Yazar, bir yandan düşünce üretebilmek, bağımsız yapıtlar verimleyebilmek için sürekli kendini özgürleştirmeye çalışacak, ama öte yandan siyasal, ideolojik dizgenin ütüleyip dümdüz ettiği, düşünsel barınakları trollerle dip kıyı yıkılıp dağıtılmış kitlelerin paydaşlık kurduğu bir popüler kültür duvarı bulacak karşısında! Dünden bugüne devraldığımız, yarına devredecek göründüğümüz bir trajik olgu bu. Öte yandan “üst kültür tanımı çerçevesinde algılanabilecek kimi sanat yapıtları da yalnızca estetik uyumu ya da estetik kaygıları saltıklaştırarak ve içeriği sadece bunlarla sınırlayarak gerçeğin çelişkin yanını göstermekten ya da ima etmekten kendilerini yoksun bırakabilir, dolayısıyla egemen sınıfın ideolojisinin kökleştirilmesine yardımcı olabilirler. Egemen kültürün sonul amacı ise, hiç kuşkusuz, emeğin sömürüsü üzerine kurulu kapitalist dizgenin yeniden üretilmesidir.” Demek ki, “popüler kültür, üst kültür ürünlerinde bile korunması kolay olmayan çelişki ve protesto öğesini yapısındaki gevşeklik dolayısıyla zaafa düşür(ebiliyor).” (IV; 47) Bütün bu verilerin ardından sanat yapan “yazar”a nasıl bir “yazarlık gömleği” biçmemiz gerekecek acaba? Yazar, işini nasıl yapmalı ki, kendisini bu trajik çukura düşmekten kurtarabilsin, özgür birey olarak kendisinden beklenen yazarlık görevini yerine getirebilsin? İlk iş dünü yeniden okuyup bugüne ulaşmak, yarının tarihini de süreğenlik temelinde yeni veriler eşliğinde okuyup yerine oturtabilmek herhalde… Gelin bundan sonrasında konuyu iki örnekle sürdürelim… 1950’lerde gerek genç öykücülerle gerekse Köy Enstitülülerce yapılandırılan, bu arada büyük yükseliş gösteren CUMHURİYET KİTAP SAYI 1111
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle