20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Erk Acarer’le romanları üzerine Erk Acarer Bir celladın cehennemi! olduğu gibi iktidardan beslenen bir sürü kötü adam olduğunu görüyoruz. Tekerrür... Birbirlerinden haberdar ve korkuyorlar ama o para kazanma, güç, iktidar hırsı onları bir noktada birleştiriyor, ortak çalıştırıyor hatta. Çarkın ana dişlileri oluyorlar. “CELLAT AĞLARSA BİTER!” Geçmişi illa ki haklı çıkaran kitaplar değil yazdıkların. Hayır, kesinlikle değil. Eleştirel kitaplar. Yani körü körüne bir tarih bağlılığı vardır ya işte atalarımız süpermiş gibi yansıtılır. Süper falan değildiler, insandılar, başarıları olduğu kadar zaafları da vardı. Bunun bedelini de hem ödediler hem ödettiler. Bir Kösem Sultan’ın hırsı, Deli İbrahim’in bazen adeta canavarlaşan gelgitleri, Yeraltı Sarayı’nın hâkimi Sarı Salih’in işkence tarifleri mesela... Dökülen kanın, kesilen başın, kırılan kemiklerin, mim çekilen gözlerin haddi hududu yok, çok vahşi bir dönem olduğunu duyumsatıyor özellikle Cellatbaşı. Kan ile çiziyor iktidarın çerçevesini. Birbirini harcayan harcayana… Hadi cellat, cellattır onun görevi o, fakat diğerleri cellat değil onlar daha beter. Cellat “hükmü Sultandan gelmezse” öldürmüyor, emir kulu. Cellat maaşla adam öldüren bir memur. Dişlinin en hırpaladığı, insanlığını söküp aldığı bir parçası. Siyasetle birlikte otorite ve güç üreten saray, bir elinde cellatları keskin bir kılıç gibi tutuyor ve bu kılıç bazı zamanlarda sarayın kendi kalbine de batıyor. Cellatların devşirildiğini ve ince ince bu iş için nasıl yetiştirildiklerini de okuyoruz romanında yine tarihten referans alarak… Tabii hayatı sefil olmuş insanlar bir kere. Celladın inanması şart o nedenle, yaptığını sorgulamamalı. Zaten din ne güne duruyor? Cellatlar da uzun süre susturdukları, susturmak zorunda kaldıkları vicdanlarını din ile rahatlatıyorlar. “Cellat olmadan hiçbir iş yürümez, korku ve ceza olmalı” diye düşünüyorlar. Yoksa her şey rayından çıkar, din iman elden gider. Cellatbaşı sonunda yine de sorguluyor kendini. Sorguluyor, Cellat Kara Ali gibi çerçevesi kaskatı çizilmiş korkutucu bir adam bile bir yerden sonra insan olmaya yenik düşüyor. Bir celladın cehennemi! Cehennemi evet zaten cenneti de çocukluğu dışında pek bilmiyor. İşte “İnsanoğlu kendine ıstırap veren eşiği atladıktan sonra hissizleşirdi” diyorum romanda. Cellat da bu noktada insanlığa insanlığın yüzünü gösteren bir ayna gibi. Tarihteki gerçek olayda da Sultan İbrahim’in canını aldıktan sonra Cellat Kara Ali oturup ağlıyor. Romanda karakteri geliştirirken de, bu noktaya gelen, bu kadar üzülen, “Ekmeğini yediğim Sultanın canını aldım” diye yıkılan bir adamın, daha geniş perdede “Niye can aldım, niye adam öldürüyorum, ben kimim” diye bir sorgulama yapması lazım düşüncesinden yola çıktım. “İnsan öldürüyorum ama katil değilim. Ucuz bir saray hizmetkârıyım fakat hünkâr bile benden korkuyor. Can alıyorum lakin... İşimi seviyorum! Ben kimim?” demeye başlıyor sıklıkla. Cellat ağlarsa biter! O da bitiyor zaten, dayanamıyor artık. Bir yanda da deli ama bir o kadar bilge Zeydi karakteri ve öğütleriyle de ilerliyor roman. Romanın sağduyusu gibi Deli Zeydi. Aynen öyle, sağduyuyu temsil ediyor. Hayatın yükünü çekmiş, Deli Zeydi romanın en “iyi” karakteri, iyi adamı. Zamanının ötesini temsil eden, yol gösteren bir bilge kişi. Doğru yolu ve iyi adam olmayı gönüllü seçmiş bir adam. Tıpkı diğerleri nasıl kendi yollarını, kendi seçimlerini yapmış ve onunla yaşamaya çalışıyorlarsa Zeydi de bu kararıyla yaşıyor. Etrafına özellikle de celladın daha sonra kendisi gibi cellat olacak oğluna sağduyu aşılayarak var oluyor. Cellatların mezartaşı yazısız, bembeyaz oluyormuş.. Evet, kimse tarafından sevilmedikleri için kendilerine hayır duası değil beddua edildiği için kim gömülü bilinmesin diye isimsiz bırakılıyor mezartaşları. Romanı yazarken aylarca cellat mezarlarında gezdim, bir cellat gibi hissetmeye çalıştım. İstanbul’da en bilinen cellat mezarlığı Pier Loti’den çıkılan Karyağdı Bayırı’ndadır mesela. Romandan da anlıyoruz ki cellatların ölümünden sonra aileleri de sefil oluyor... Cellat yüzünden sağlığında da ölümünden sonra da lanetleniyor ailesi. Hep tedirginler bu yüzden, hem cellat babadan korkarlar, hem dışlanmaktan dolayı mutsuz ve güvencesizdirler ama ellerinden bir şey gelmez. Osmanlı, cellatlar öldükten sonra ailelerinin yaşayabilmeleri, aç kalmamaları için bir yöntem geliştirmiş, “sadaka taşları” yapmış. Yüksekçe bir sütun yapılıyor ve tepesine bir çanak konuluyor, oraya isteyenler sadaka bırakıyor, ihtiyaç sahipleri de tırmanıp sadakayı alıyorlar. Alan veren birbirini görmüyor. Sadaka taşlarından en son kalanı Doğancılar Caddesi’ndedir ve üzerinden trafik geçiyor bugün. Romanın sırrı, gizemi bir sandıkta düğümleniyor… Gündüz güneşe, gece karanlığa çekilmesi cellat tarafından ailesine sık sık sert dille buyrulan o sandığı anlatır mısın? Celladın oğullarına ne olursa olsun korunmasını vasiyet ettiği mirası o sandık. Celladın sorgulamalarının aslında içinde neredeyse ezelden beri varolduğunun göstergesi. Sandığın içinde yılanlar, çıyanlar, akrepler yani cellatın hizmet ettikleri var. Yılanın başı misali cellada bu ölümlerin yükünü asıl yükleyenler, asıl sorumlular... Onlar kendi hayatını mahvettiler evet ama ailesi yine onlara muhtaç olacak ve onlar hep var olacak, onun için ölemezler onu demeye getiriyor. “İÇLERİNDE EN MASUMU CELLAT!” “Bir yerde bir günah varsa, bunda herkesin payı vardır” cümlesi de romanında somutlanan ana duygu diyebiliriz sanırım. Kesinlikle. Cüceye yapılanlar mesela, Sarı İhsan’ın önderliğinde Yeraltı Sarayı’nın celladı bile mumla aratan o mezali2 Bir celladı nasıl bilirdiniz? Soğuk, acımasız, vahşi, işine memur! Buraya kadar sorun yok, Erk Acarer’in yeni romanı Cellatbaşı da hem titri hem de benliği cellat olanları aynen böyle resmediyor. Ama ya “titri cellat” olan kendisini sorgularsa? İşte “celladın cehennemi”nin başladığı o noktaya götürüyor bizi Acarer. Kendini asıl sorgulaması gerekenler “benliği cellat” olanlarken, görevi gereği baltayı indiren, dişleri söken, tırnakları çeken, gözlere mim çeken titri cellat olan Kara Ali’nin cehennemini anlatıyor Cellatbaşı’nda. Acarer’le Cellatbaşı ve önceki kitaplarını konuştuk. Ë Gamze AKDEMİR Evet, artık Osmanlı’da işlerin çivisinin iyiden iyiye çıktığı bir dönem. Cellatbaşı da Dârülfesad da geçmişe ironik bir bakış. Tarihi karakterlerden referans alarak günümüze göndermeler de içeriyor. Mesela Cellatbaşı’nda derin devleti çağrıştıran yeraltı sarayını okuyoruz… Derin devleti evet, kuralları, raconları… Bakınca bir yanda tıpkı günümüzde C ellatbaşı ile başlarsak, Deli İbrahim döneminde geçiyor olaylar. mi. Osmanlı sarayının kirli tezgâhları, güç dengeleri, birbirine karışmış çarklarında da çoğul ve iç içe kötülükler, hesaplar söz konusu. İdam edilen Yusuf’’un devlete ve başını alan güç dengelerine şu seslenişinde de vardır bu: “Oyundu bu, oyun içinde oyun.” Herkes aslında birbirinin kurbanı, herkes kör bir döngü içinde, öyle ya da böyle gün geliyor birbirinin ipini çekiyor. Tek başına kimse suçlu ya da suçsuz değil. Bu bugün de aynen süregeliyor, insan değişmiyor çünkü. Tekerrür ediyor tarih. Cellat içlerinde en masumu kalır. Osmanlı’nın o dönemini, roman kahramanları bağlamında daha çok karanlık yönlerine odaklanarak takip etsek de bakılınca hani insanlar öyle aman aman mutsuz da değil. Oysa bir yandan tüm o vahşet süregeliyor yani. Halkın kul olduğu, dini fazlasıyla içselleştirip merkeze koyduğu bir dönem, padişah deli bile olsa halifedir denilip secde etmiş kullar diyarı gibi. Halk temel değişiklikler olmadıkça bir şeyin farkında değil. Saray halkı ile sıradan halk birbirinden neredeyse bihaber yaşıyor. Tabii erkek dünyası temel anlamda değişmiyor, her şeyin koşulsuz hâkimi erkekler. Onlar çok daha mutlu bir yaşam sürüyor buna kuşku yok. % 100 İstanbul kitabına geçersek dördüncü baskısı yolda. Malum güzelliklerini tarih ve söylencelerle koşut ele alarak farklı bir İstanbul manzarası sunuyor % 100 İstanbul. Tarih boyunca tutkuyla arzu edilmiş, imparatorlukların başkenti olmuş İstanbul’u klişeleştirmeden anlatmaya çalıştım. Araştırırken söylenceleri de biçimleyen aromayı keşfediyorsunuz, gelip geçen, iz bırakan medeniyetlerin o aromada bir renk, bir koku olarak nasıl var olmaya devam ettiğini keşfediyorsunuz. Kitabı hazırlarken araştırmalarımı röportajlarla da zenginleştirmeye çalıştım. İstanbul’da, Beşiktaş’ta büyüdüm ama öyle bir İstanbul yazarlığı üstlenmiş falan değilim. Kitapta röportajlar var, kimlerle konuştun? Semt ahalileriyle, esnaflarla konuştum bol bol. Aralarında öyle kişilerle karşılaştım ki inanılmaz, her biri roman olur. Anlatışları, mimikleri, söylenceye kattıkları ruh yazarken kalemime de yansıdı diye düşünüyorum. Çok yardımcı oldular, günlerce iğneyle kuyu kazar gibi uğraşıyorsunuz sonra öyle biriyle karşılaşıyorsunuz ki o öykü daha önce belki de hiç öyle anlatılmamıştır yani. Çocuklarla çok konuştum, semtlerindeki yaşama çocukların gözünden de bakmak istedim. Çocuklar tabii tarih falan anlatacak değildi ama özellikle aileleri nesillerdir o semtin insanı olan çocukların oyunlarında bile geçmişin, oraya özel geleneklerin izlerini gözlemleyebiliyorsunuz. [email protected] Cellatbaşı/ Erk Acarer/ Sayfa6 Yayınları/ 484 s. Dârülfesad/ Erk Acarer/ İnkılâp Yayınları/ 366 s. %100 İstanbulTarih, Mekân ve Sırlar/ Erk Acarer/ İnkılâp Yayınları/ 432 s. HAZİRAN 2011 SAYFA 19 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1111
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle