Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ë Enis BATUR erendip, bir ada. Çocukluk yıllarımızda Seylan olarak tanıdığımız, sonra Sri Lanka sanıyla anılır olan, haritada Hint üçgeninin bir ucunda yer alan lekenin kadim çağlardaki ismi. Bir özel ismin dönüp dolaşıp bir kavrama dönüştüğüne rastlanır zaman zaman, tipik örneği. Her şey, Urdulu şair, yarıyarıya Türk kökenli evliyâ Emin Hüsrev Dehlevî’nin, Şeyhnâme’nin etkisi altında kaleme aldığı, XIII. yüzyılın büyük Doğu klâsiklerinden Heşt Behişt’te anlattığı bir hikâyeyle, “Kral Serendip’in Üç Prensi”yle başlıyor. Genç adamlar, çölde üstündeki yolcusuyla kaybolmuş deveyi görmedikleri halde, bıraktığı izlerden hareketle öylesine doğru biçimde tanımlarlar ki, hayvanı çalmakla suçlanırlar; neyse, deve sonunda bulunur, kralın oğulları tanı getirme özellikleri nedeniyle pâyeler kazanırlar. 1496 tarihli bir minyatürlü yazması Topkapı kütüphanesinde bulunan Heşt Behişt, XVI. yüzyıldan başlayarak İtalyanlar, Frenkler, Anglosaksonlar tarafından keşfedilmiştir. Serendipoğullarının hikâyesi çevrilir, Zadig’i yazan Voltaire’i besler, daha önemlisi, Horace Walpole’un Mektubat’ı 1833’te yayımlandıktan sonra İngilizce sözlükler “serendipity” sözcüğünü kazanır. Geniş sayılabilecek bir tanım alanı kurmuştur kavram: “Mutlu rastlantıyla, bir şeyi ararken bambaşka bir şey bulmak”, “yanlış yolda ilerlerken, kaza eseri, doğru bir bulguya ulaşmak” türünden çeşitlemeler çıkıyor karşımıza bugün. “Serendipity”nin, Walpole tarafından ilk kez bir mektupta 1754’te kullanılmış olmasına karşın, son derece ağır bir tempoyla yaygınlık kazandığını, BilimSanatEdebiyat üçgeni içindeki kuramsal kullanımının görece yakın bir dönemde ağırlığını duyurduğunu görüyoruz. Umberto Eco’nun Serendipities, language and lunacy’si 1999’da (Orion), MetronBarber ikilisinin The Travels and Adventures of Serendipity’si 2004’de (Princeton), Pek van AndelBourcier ikilisinin De la Sérendipité dans la science, la technique, l’art et le droit’sı 2009’da (L’Act Mere), aynı ikilinin düzenlediği Cerisy kollokyumunun kitabı La Sérendipité 2011’de (Hermann) yayımlandığına göre, taze bir gelişmeden söz edebiliriz sanırım. Serendip, bizim sözlüklerimizde yer almıyor, almalıydı. Bir sözcüğün, kavramın bir dilin sözlüğüne girmesi için, o dilin bir yazarının onu ısrarla öne sürmesi bana kalırsa yeterli bir okuma denemesi için bunca uzun bir ön ya da dış sözün gerekçesi tam da burada: Serendipity/Serendip kavramını, yanılıyorsam düzeltilir, bizim edebiyatımızda ilk kullanan Selçuk Altun oldu: 1998’de, Kitaplık dergisinde çıkan “Serendipity : Bir Güzelliği Ararken, Başka Bir Güzelliği Bulma (Tat)mi(Niyet)i Üzerine” başlıklı yazısının, yukarıda verdiğim küçük kaynakçadaki tarihler göz önünde tutulursa, öncü yanından da söz edilebilir. Bununla kalmadı Altun, kavramın bir anlamda takipçisi oldu artık Bizans Sultanı’na geçebilirim. II Bizans Sultanı, bir üstokumada, soldan sağa ilerlerken alabildiğine sürükleyici, okuru baştan uca akıntısına çekip taşıyan bir roman. Bir altokuma düzleminde, yukarıdan aşağıya yönelindiğinde, problematik yumağı ağır basmaya başlıyor. Bu özelliğiyle, Selçuk Altun’un romanı, Antonioni’nin ve Truffaut’nun bazı önemli filmlerinde karşılaştığımız bir yaklaşım tarzını anımsatıyor: Görünüşte bir tür “thriller” edâsı egemen anlatıya, sayısız ayrıntının peşi sıra bir olay örgüsünün labirentine yerleştiriyor bizi yazar; oysa, görünen ana tabakanın altında bir dizi yorumlanmayı bekleyen sorunsal tabakası gizleniyor: İster istemez içimizdeki aşırıyorumcuyu da çözümleme/çözme düelloSAYFA 20 12 MAYIS I Selçuk Altun’dan ‘Bizans Sultanı’ S Cins bir yazardan cins bir roman Bizans Sultanı, Selçuk Altun’un açık ara en iyi romanı bence. Edebiyatımızda bir benzeri olmayan, ‘cins’ bir yazar Selçuk Altun, okurunu hepten özel ve özgün bir dünyaya çekip götürüyor, ağırlıyor, bir sonraki romanına doğru uğurluyor. Gelgelelim, çıtasını gitgide yükselttiği göz önünde tutulursa, yakında, benim gibi, “unhappy few” tarafından okunmakla yetinmek zorunda kalabilir! bir bakıma satranç saatının tepesine ikidebir dokunarak: Uzun süre adını öğrenemediğimiz anlatıcıkahramanın serüvenine olduğu kadar yaşamöyküsüne de giriyoruz usul usul, giderek doğumunu önceleyen yıllara dek uzanıyor soruşturma. Romanın içine yerleştiği uzam kesitlerine gelince, yazar bu bağlamda da karmaşık bir harita kurma yolunu tutuyor. Altun’un önceki romanlarında da seferîliğin payı azımsanamazdı, Bizans Sultanı’nda doğrudan zorunlu bir güzergâh sorunu doğuyor, olay örgüsü nedeniyle: Tarih sahnesinden silindiğini bildiğimiz bir devletten Coğrafya sahnesinde ne kalır? Kültürünün saçıldığı noktalar. Bugün Bizans’ı kâğıt üstünde “sınır”larla çerçeveleyemeyiz, kaçınılmaz olarak “nokta”lar yerleştireceğiz bir haritanın dağınık yerlemlerine: İstanbul ve İznik, Ürgüp ve Trabzon tabiî, ama Ravenna ve Venedik, Mistra ve Hatay, dahası Dumbarton Oaks ve British Museum/Library. Nokta yoğunluğunun (22’si seçilerek) eski başkentin yeni paftasında doruğa vuracağı hesaplanarak. Gene de, Selçuk Altun’un kahramanı, başka bazı kaçamak yolculuklara (örnekse Güney Amerika’ya) çıkmaktan geri durmayacaktır. Kitabın eylem akışı planı, bu Zaman/Uzam eşlenişi üstüne saydam bir tabaka olarak yerleşir. Demin satranç saatından söz ettim, sol anahtarını veren yazarın kendisi: Bulmacaların parçaları arasındaki hareket düzenini birden fazla yerde satranç hamlelerine benzetirken, kahramanının oyununu görünmez bir partönerin göğüslediğini, biribirilerini sıkıştırdıklarını, karşılıklı pusular ve tuzaklar kurduklarını sezdirir. Kaldı ki, her durumda, pekâlâ kanlı sonuçlanabileceği duygusu uyandıran, masum sayılabilecek yanı bulunmayan bir oyun hattı yaratılmıştır: Bir Bizans mozayığını mı oluşturacaktır bir bir ulaşılan pullar, yoksa bir kriptoloji çalışmasıyla mı yüzyüzedir, okur sabrını kullanmalıdır. III Hamlelerin arkasında, bir tür “otodidaktlar için Tarih Dersi”nin bölüm başlıkları belirir. Kuruluş efsanesinden Haçlı istilâsına, fetret devrinden Fetih’e giden on bir yüzyıllık süreci, hanedan çatışmaları ve amansız bir “portreler galerisi” içinden hızla gezdirir Bizans Sultanı. Genelde kalabalık bir nüfusa sahiptir Altun’un romanları; bu kez, tarihsel portreler de hesaba katılırsa, dramatis personae kataloğu daha yüklü bir görünüm arzeder. Yazarın, önemli başarılarının başında, yaklaştığı her şahsı ete kemiğe büründürmesi geliyor: Birer siluet halinde bırakmayı yeğlediği “fahiş fahişeler”i ayırırsak, ikincil ve üçüncül kişilikler iki çırpıda gözümüzün önünde canlanacak ölçüde ustalıkla yoğrulmuşlar. Selçuk Altun Ana karakter, anlatıcı olduğu için kendini yavaş yavaş açar. Altun’un bütün romanlarında rastlanan, çizgidışı, ortalama üstü bir ekonomik boyutu vardır. Eco ve Grup 63’ün Ulysses’de ne kadar para harcandığını hesaplamak için bir vakitler çalıştıklarına değinmiştim; benzeri bir işe kalkışacak eleştirmen, Altun’un kitaplarında Türk edebiyatının en yüksek gelirgider tablosuyla karşılaşacaktır sanırım. Zamanın son bölümüne denk gelen bilânço analizini ancak deneyimli bir finans uzmanı değerlendirebilir. Bu özellik, ‘Bizans Sultanı’nı, daha sultanlığı onaylanmadan özgürce hareket etmeye, kısıtlar içinde kalmamasına yolaçması bakımından da işlevsel. Öte yandan gönlübol, eliaçık yanları ağır bastığı için, kişiliğinin sıcaklık dokusu öne çıkıyor. Enigmayı çözme uğraşında, söz konusu olanakların katkısı azımsanamaz. Böyle çerçevelendiğinde, roman yalnızca bir “tarihsel thriller” gibi algılanabilir, öyle değil oysa: Bir aşamadan sonra, gitgide bir ikinci ana damar olarak aradan sıyrılan bir aşk hikâyesi, kitabın iki ayrı ciğerden soluk almasını hazırlıyor. Bizans Sultanı’nın 50. sayfasında beliriyor tohum: “Kentte daha önce ziyaret etmediğim 22 Bizans anıtı seçtim. Dördü dışında, onların adı ve suretine yabancıydım. Girişimimi Namo bir göz boyama taktiği sayabilirdi. Bu safarinin özel bir amacı yoktu, vereceğim 22 mola sırasında belki bir işaret alacaktım. Farsçadan bir armağan da, Serendipity sözcüğünün varlığıdır; bir güzeli ararken diğerine ulaşmak…” Sihirli kavram, böylece “asıl pul” olarak yazarın kaleminden, neredeyse fark ettirmeden, romanın merkezine yerleşmek üzere romanın içine salınmıştır. Bir aşamadan sonra, oluşan serendibin asıl mutluluk hedefi olduğunu kavrayan anlatıcı yörüngesinin özünü değiştirecek, yeri gelince de hem Halâs, hem Salâh, anonimlikten sıyrılarak, adına sanına, tersinden ve yüzünden yaraşır seçimler yapacaktır. IV Bir masalın içinden doğan ikinci masal, Bizans Sultanı’nın anlatıcıkahramanını Mecnun’a, Ferhat’a, Şövalye romanlarının Arthur’üne, Dulcinea’sının Kişot’una döndürüverir. Edebiyat tarihinde masalın ve masalsılığın yarattığı zengin birikim, modernlerin yapıtlarında bir gizilgüç olarak yeniden devreye girmiş, izleksel açıdan olduğu kadar anlatım teknikleri açısından da besleyici bireşimler doğurmuştur. Dileyen John Barth’a (bir serendip ustası) ya da Calvino’ya, dileyen Karasu’ya ya da Tahsin Yücel’e bu bağlamda dönebilir. Selçuk Altun’un, romanesk yazısına taşıdığı masal ögeleriyle güçlü bir harmanlama yarattığını gözlemliyoruz. “Mutlu son”, naif bir yaklaşım olarak belirmiyor romanın sonunda, serendibin gereğini yerine getiriyor. Her yazar kendi “tik”lerini barındırır. Selçuk Altun’un, sözgelişi, romanlarına okuma listeleri serpiştirmesine alıştık, burada da, gözümüze çok sokmadan bir şiir kütüphanesinin parçalarını dağıtıyor. Önceki romanlarındaki kimi yazım tiklerini, örnekse parantezleme eğilimini hafifletmesi bana kalırsa iyi olmuş. Buna karşılık, her şeyi ille de bir başka şeye benzetmeden yapamaması zaman zaman yorucu boyutlar alabiliyor. Bizans Sultanı, Selçuk Altun’un açık ara en iyi romanı bence. Edebiyatımızda bir benzeri olmayan, ‘cins’ bir yazar Selçuk Altun, okurunu hepten özel ve özgün bir dünyaya çekip götürüyor, ağırlıyor, bir sonraki romanına doğru uğurluyor. Gelgelelim, çıtasını gitgide yükselttiği göz önünde tutulursa, yakında, benim gibi, “unhappy few” tarafından okunmakla yetinmek zorunda kalabilir! Bizans Sultanı, sonuçta bir serendip: Bir şeyler arayanlara, bir şeyler daha sunan, cins yazarın cins romanı. Bizans Sultanı/ Selçuk Altun/ Sel Yayıncılık/ 190 s. suna davet eden bir boyutu var Bizans Sultanı’nın. Bu ‘oyun’un çekim alanında bir parça oyalanmak istiyorum. Bütün arayış romanları, Zaman ve Uzam yerlemleri (koordinatları) arasından ilerler. Anlatı kahramanının, öykünün anlatıcısı olsun olmasın, kendine iyikötü bir takvim belirlediğini; peşine takıldığı üstü henüz kapalı/örtülü gerçeğin, gizin, bilinmeyen(ler) tablosunun içine yayılacağı, yazarın seçimine göre dar ya da geniş ölçekli bir haritaya yaslandığını görürüz. Arama sürecini katedecek olaylar zinciri, kararlar, yanılmalar ve yanılsamalar, düğüme bir yaklaşma bir uzaklaşma eğrileri bu iki kutup üstünden dizileceklerdir okurun önünde. Kaygan bir zemin hazırlar, Zaman/Uzam çiftleşmeleri: Roman kahramanının kendisine somut bir hedef tayin etmesi, romanın onun sözünü dinleyeceği anlamına gelmez her şeyden önce; Yazı’nın, yazma ediminin ele avuca sığmayan bir boyutu olduğu bilinir. Bizans Sultanı, gerçek(si) bir dünyanın ortasında masalsı bir yarılmadan yola çıkıyor. Selçuk Altun’un bütün romanları puzzle çözme mantığına ayarlı biçimde, yer yer John le Carré’nin çetrefil ilişkiler örgüsünü çağrıştıran bir iz sürme omurgası üstünde gelişir burada, baştan düşlem ağırlıklı bir konu seçilmiş: Tarih sahnesinden çekilmesinden beş buçuk yüzyıl sonra, yeraltından akan mitolojik Alphea ırmağı gibi, bir soykütük araştırmasının koridorlarına, dehlizlerine açılıyoruz. Zaman, böylece ikiye ayrılıyor: Şimdiki Zaman kuşağını terketmeksizin Bizans tarihini başından ucuna katetmekle kalmıyor, bittiği ya da kesildiği sanılan yerden dibe çökmüş karanlık bir tabakayı görmeye çalışıyoruz. Bir tutam “gerçek”le on katı büyüklükte bir “imge” alanı harmanlanıyor sayfadan sayfaya. Üçüncü bir zaman kuşağı daha kuruyor Selçuk Altun, 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1108