Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
İbrahim Yıldırım’dan interaktif bir roman: ‘Her Cumartesi Rüya’ ‘Bir metinde bulunan her şey yazınsal varlıktır’ İbrahim Yıldırım, sıradışı bir okuma sunan yeni romanı ‘Her Cumartesi RüyaAşk ve Mevt Tabirleri‘nde bir kez daha görünenin ardındakinin peşine düşüyor, zihnin koridorlarında bilinç ötesi bir yolculuğa daha davet ediyor. Ünlü reklamcının, bir taşra kentinde, her cumartesi günü gittiği metruk bir fotoğrafhanede, üzerinde parkası, göğsüne çelik örgü şişi saplanmış halde ölü bulunması ve inanılmaz bir şekilde gençleşerek öldüğünün görülmesiyle başlatıyor romanını Yıldırım. Ve bunun üzerine, giderek saplantıya dönüşecek bir ruh haliyle harekete geçen, romanın anlatıcısı ve reklamcının yakın arkadaşı doktorla birlikte çok geçmeden bilinmeyen bir dünyanın kapılarını aralıyor. Merak ve gerilimi bütünleyen imgeler, metaforlar denizinde yoluna devam eden roman okurların da el verdiği bir iz sürme ve gömme törenine de dönüşüyor. Yıldırım’la interaktif romanı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Ë Gamze AKDEMİR “…Edindiğim onca tecrübeden sonra, artık çok iyi biliyorum ki, yazarların hayatı bitse bile, öyküleri iyi ya da kötü hiç fark etmezsürebiliyor… Hem de o hikâyeleri, romanları okumuş olan ölü okurlar ile birlikte!” (Romandan) ıra dışı bir okuma sunan dolayısıyla okura çok açık etmeden de olsa bir ön harita sunmanın faydalı olacağını düşündüğüm romanınızın metin yapısını sorarak başlamak istiyorum söyleşiye. Olay örgüsünü açarak başlayalım mesela. Roman, kabaca şüpheli bir biçimde ölen reklamcı Suat Arıca’nın ölümünü aydınlatmaya çalışan, mesleği doktorluk olan arkadaşının saplantıya dönüşen yazma çabası olarak tanımlanabilir. Öte yandan öykü, âşık olunan kişi ki bu Rüya’dır ölmüş olsa bile her cumartesi yenilenip tazelenen; acı, karanlık ve kanamalı bir sevda öyküsü çevresinde gelişir... Roman, kavramların ve sözcüklerin sürekliliği esas alınarak yazılmıştır. Dört dosyadan oluşuyor. Her dosya, biri başta diğeri sonda iki çerçeve ya da düzenleyici metin olmak üzere onar bölümden oluşmuştur. Örneğin “Firar Temrinleri” adlı birinci dosya “Çukur kazmak” adlı bir muhteviyat metni ile başlar, “Uykudan çıkmak” başlıklı dosya icmali ile biter. Her dosya böyledir, her biri çerçeve metinlerle birlikte on iki bölümdür. Kısacası matematik bir düzen kurulmaya çalışılmıştır. Sözcüklerin ve kavramların sürekliliği ise bir başka bağlantı veya ölçülendirme imkânı olarak değerlendirilmelidir. Bu da üzerinde durulması gereken bir başka özelliktir. Bundan dolayıdır ki romandan çıkarılacak herhangi bir bölüm veya yapılacak bir kısaltma yapıyı bozabilir. Ben böyle düşünüyorum. Eleştirmenlerin ne diyeceğini ise merak ediyorum… “KİTAP, KİTLESEL BİR CENAZE TÖRENİ HAZIRLIĞI” Romanın anlatıcısı doktorun kimi ürkerek hiç bilmediği bir dünyanın kapılarını araladığını fark edeceği bu yolSAYFA 4 10 ŞUBAT S culukta iki amacı var; arkadaşının bedenini vasiyetine uygun şekilde, çilek yapraklarının yeşerip kızardığı bir toprak parçasında açılacak çukura, söylenmesini istediği şarkının eşliğinde usulca bırakarak gömmek ve birilerine Osmanlı tokadı aşk etmek! Hem yakın arkadaşı Suat Arıca’nın âşık olduğu kişi öldükten sonra bile devam eden aşk öyküsünü anlayıp anlatmak, hem ölümünün üzerindeki kuşkulu örtüyü kaldırıp aydınlatmak; hem de Suat’ın ölümünün ardından medyada yapılan olumsuz değerlendirmelerin, haksızlıkların intikamını almak istiyor. Tabii ki bu arada Suat Arıca’nın yazdığı “Son Rüya” adlı bir metin vardır. O da neredeyse bir vasiyettir. Doktor bir anlamda yazarak bu vasiyeti yerine getirmek ve arkadaşını güzel bir törenle yeniden gömmek istemektedir. Tüm kitap bir tören hazırlığı... Bir kaplumbağa olarak çilek tarlacığında uykuya yatmak isteyen Suat’a itibarını iade etmek yolunda ter döken arkadaşın lokomotifliğinde, okurların da adeta el verdiği ortaklaşa bir gömme törenine hazırlık gibi. Hepimiz bir kürek atıyor, bir çilek tohumu ekiyoruz, kaplumbağa önümüzden ağır ağır seğirtirken. Sevgili Gamze, saptamanız çok doğru. Roman, hiç kuşkusuz kalabalık ya da kitlesel olması istenen bir cenaze töreninin hazırlığı olarak da değerlendirilebilir. Her şey zaten “Çukur kazmak” adlı bir çerçeve metinle başlıyor. Daha ilk satırlarda okurdan, bu hazırlığa; da ha doğrusu her dosyada biraz daha derinleşen öyküye katkıda bulunacak bir cemaat oluşturması, yazarla birlikte hareket etmesi isteniyor. Kısacası Her Cumartesi Rüya’ya interaktif bir roman da diyebiliriz. Kaplumbağaya ve Suat Arıca’nın gömülürken söylenmesi istediği şarkıya gelince. Dilerseniz bu konuda bir açıklama yapmayalım; onlarla ilgili yorumları, etkileşimli akışa yani interaktif sürece katılacak kişilere okurlara bırakalım. Kalabalık konusunda pek umutlu değilim, ama en azından dileğim şu: Umarım, katılım oldukça kitlesel olur. “SİYASİ BİR ROMAN DENİLEBİLİR” Bu metaforlar bir yandan anlatımı güçlendirirken, bir yandan da merak ve gerilim duygusunu besliyor romanda. Kaplumbağa; ikiye ayrılan, anlatıcının “Bu dişil hakikatin bir parçası Hülya, diğeri Rüya!” dediği ya da “iki kedi göl gesi” diye nitelediği kara bulut; Suat’ın vasiyeti olarak sıkça yinelenen çilek tarlası imgesi gibi... Tam da söylediğiniz gibi. Öte yandan, merak ya da gerilim duygusunun kaynağı sanırım bu metaforların anlatı boyunca ağır ağır soyunması ya da belirginleşmesi olabilir... Ancak yine de bazı loş bölgelere, hatta kara girdaplara rastlanacaktır. Bunların olması da gerekiyordu, kaçınılmazdı. Çünkü hem etkileşimli akış, hem de sözcüklerin ve kavramların sürekliliği (continuum) üzerine kurulu yapı, böyle bir tutumu benimsemeyi zorunlu kılmıştı. İkiye ayrılan dişil hakikat, iki kedi gölgesi, kara bulut gibi metaforlarla ilgili en iyi yanıt romanın hemen başındaki alıntılar olabilir. Bunlardan biri Robert Desnos’un “seni öyle çok düşledim ki sonunda hakikat olmaktan çıktın dizesi”; diğeri ise Maktul Sühreverdi’nin “Batıni gizli kuvvetlerden biri de hayal kuvvetidir ki hissi müşterek’in hazinesi gibidir. Yani hissedilen suretlerin zevalinden sonra onları saklayan kuvvettir (...) Biri dahi vehim kuvvetidir ki aklın tasdik ettiği kaziyelerde akıl ile çekişir” sözleridir. Bilindiği gibi Robert Desnos, gerçeküstücülerin en uç şairlerinden biridir, İkinci Dünya Savaşı’nda Fransız Direniş Hareketi’ne katılmış, henüz 45 yaşındayken Çekoslovakya’daki Nazi toplama kampında tifüsten ölmüştür. Sühreverdi ise, tasavvuf konusunda düşünce geliştiren bir Türk düşünürüdür 1198’de öldürülmüştür. Demem şu: Bu alıntılar boşuna yapılmamıştır. Kitaptan bir alıntı; “Suat ölmeden önce, yıllardır Babil Kuyusu adı verilen bir çukurda yaşadığını yazmış, ardından teşbihte hata olmaz diyerek, şahsını Allah’ın emri ve cezasıyla kuyuya baş aşağı sarkıtılan iki melekten ya da ‘melik’tenbirine benzetmişti. Düşünüyorum da içinde bulunduğum oda da bir çukur. Daha doğrusu Son Rüya’da belirtildiği gibi Çâhı Babil! Ara sıra beliriveren kabuğundan sınırından kurtulmuş gölge ise ya Hârut ya da Mârut. Belki de her ikisi (...) Şu an kendimi, Kâbil’e kardeşi Hâbil’i gömmesi için mezar kazmayı öğreten karga gibi hissettiğimi söyleyebilirim... İşin özeti, belki de hepsi bu!” Bu ikili durumları anlatır mısınız? Harut ile Marut, Habil ile Kabil’e gönderme gibi. Sonra ikiye bölünen bulut, Rüyalar ile Hülyalar... Dileyen bu tutumun, “dualisme” ya da Osmanlıcasını söyleyecek olursak “sünaiye” ile ilgisi olduğunu varsayabilir. Böyle de yorumlayabilir, eleştirebilir. Bazıları ise bu “ikilik”i bir dönüşüm sürecinin hazırlayıcısı olarak görecektir kuşkusuz… Daha da ileri gidip Sühreverdi’den yola çıkacak ve beden ruh meselesine yaklaşmaya çalışanlar da olacaktır. Ama ben ancak şu kadarını söyleyebilirim; bilindiği gibi, Sühreverdi, tasavvuf düşüncesini Platon’la birleştiren bir düşünürdür; ama bazı yerlerde ayrılır da. Örneğin Platon, gerçek olan cisimlerin ideleridir der. Sühreverdi’ye göre ise, ruh bir tasarım değil gerçek varlıktır. Suat’ın vasiyeti ve kaleme aldığı mavi kaplı, mazide kalmış, çok eski kelimelerle, tamlamalarla, hatta kimi zaman eski harflerle yazılmış cümlelerle bezeli bir defter olan “Son Rüya” başka başka onlarca Rüya metinlerinden oluşuyor... Evet, roman genel anlamda, Suat Arıca’nın hiç bitmeyen aşkı için yazdığı; hemen hepsi yarım kalan Rüya metinlerin izini sürüyor. “Son Rüya” ise bu metinlerin sonuncusudur. Suat Arıca, onu bir tür ölüm sarhoşluğu halin ¥ 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1095