Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K ugüne dek yüzlerce öykücü üzerinde durmuşumdur herhalde “Kitaplar Adası”nda. Bu yazılarda öykü sanatına yönelik düşünce gevişleri getirdiğim, öyküsel uçkunlar arasında gidip geldiğim oluyor, hem de sıklıkla. Hatta bu yaklaşımın, yazıların tuzu biberine dönüştüğü de söylenebilir. Böylesi yazılardan bunu arındırabilmek neredeyse olanaksız. Peki yerini buluyor mu dersiniz bir kıyıcığa sıkıştırılmış gibi duran bu savurmalar? Öyle ya, kimi çıkarsamalara yönelmek, öykü sanatına değgin genel ilkeler, çerçeveler çıkarmaya çabalamak, öykü sanatımızın birikimleri, verileri üzerine yükseltilecek bir gelecek için ipuçları döşemeye girişmek gerçekten bir katkı sağlıyor mu dersiniz alana? Buna bugünden yanıt verebilmek zor elbette… Öykü sanatımıza dönük erkenin kimleri nasıl, ne biçimde etkileyeceğini, hangi kazanı ısıtıp hangisini fokurdatacağını kim nereden önceleyip kestirebilir? Ama ben öykücülerimizin verimleri üzerinde dururken tutumumu sürdüreceğimi söyleyebilirim kendi payıma… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Öyküde yeni mevziler kazanmak... dan Efe’nin Cumalı ya da Borges kadar Çehov’dan Sabahattin Ali’ye Orhan Kemal’e uzanan bir zincirden yararlandığının da ipuçlarını getiriyor elbette. Öykülerini ikişerli, üçerli gruplarla bütünleyip bunları sarmal yapıya kavuşturarak geliştiriyor da denebilir yazar için. Ayrıca öykü kişilerinin art alan derinliğini, psikolojik oluntu dönemeçlerini çok iyi yansıttığı görülüyor. Bilinemezliği, belirsizliği kimi öykülerinde öylesine kullanıyor ki, uçarcasına kaydırıyor sanki anlatısını. Ancak ilk kitaptaki kimi verimler, bildik yollarla gizlenirken öykülerin havalanmakta güçlük çektiği de görülmüyor değil. Sanıyorum dili yapılandırırken bunu tam anlamıyla yazınsallaştıramayışından kaynaklanıyor yazarın sıkıntısı. Sözgelimi öyküyü gizli, örtük olanla sarmalamayı başarıyor da yazar, nedense bunları gündelik, kullanmalık, sıradan, gelişigüzel bir dile yaslandırıp geçiveriyor üzerinden. Böylece öykülerine haksızlık eden kendisi oluyor bir bakıma. Bütün bu eksiklikleri yazarın deneyim boşluğuna bağlamak olası. Demek ki öykülerde yeterli yüksekliğe çıkabilmek için dile tutunmak da zorunlu. Oysa öykü evrenleri, kahramanları genelde büyü içermekle birlikte biçem bağlamında öykülemenin bu büyüyü bire bir desteklemediği savlanabilir Sen de Topla Düşlerini başlıklı ilk öyküler demetinde. Tambur Ağıtları’nda ilk dikkati çeken yan, işte ilk kitapta göze çarpan bu tür hatalardan, acemiliklerden yazarın kendini arandırmak yönünde harcadığı çaba… Nitekim kitaba yerleştirilen “Gülüm de Viran Oldu”, “Gülbiye”, “Memduh”, “Savan Amcanın Sırrı”, “Secer” vb. örnekler onun bu ikinci kitabında öykü evrenlerinden, kişilerinden kalkarak albenili, meşe közü gibi parıltılı, yanışlarla örülü büyü yaratırken bununla çelişiyormuş gibi görünse de alabildiğine yalın, süssüz, ötesinde soğukkanlı bir dil kurgusuyla farklı bir denge yaratmaya giriştiği çıkıyor ortaya. Bütün bunlar, Vicdan Efe’nin, bu klasik öykülemeyi kendi hüneriyle, bezeğiyle yükselttiğini, kendine özgü kıldığını ele veriyor sonuçta. Geleneksel anlatı kalıbına bağlı kalarak öykülerini Efe gibi geliştiren bir yazar da Zafer Berke. O da bugüne dek iki öykü kitabı yayımlamış, ikisi de Yaba’dan: Yeni Zaman (2005), Bambaşka Günler (2009). Yaşamöyküsünde Yeni Zaman’ın “ilk dönem öyküleri” olduğu vurgulanıyor. Ben ancak ikinci kitabını okuyabildim yazarın. İlkini de okuduğumda öykücülüğü üzerine yazacağım tez zamanda. Demek ki öyküde yeni mevziler kazanmak, eskileri işlevsiz kılarak yepyeni alanlar kurmak anlamına gelmiyor her zaman. Kimileyin eski bir korunak yeni yollarla beslenip güçlendirilerek de yeni bir mevzi yaratılabiliyor pekâlâ… Böylesi bir yenilenmeye, anlatıya kazandırılabilecek farklı biçemle ulaşılabilir ancak… ANLATILAŞTIRILAN ÖYKÜNÜN DENEMEYE ÇALIMI... Emel Kayın, Mekân Hikâyeleri (Kanguru, 2008) adlı kitabında bizi anlatının sınırlarında bir gezintiye çıkarıyor sanki… Bir kedi köprüsünden geçirircesine… Bölümlemeler doğrultusunda zamandan kentlere, evlerden bireylere geçen, bütün bunlara bir açıdan mekânın değişkesi bağlamında tutumla yaklaşıyor yazar. “Zaman”a, “kent”e, “insan”a, bunlara dönük öykülemeye dair ne varsa tümü de bu gezintide kolumuza giriyor Emel Kayın’ın metinlerinde. Sonuçta “öykü” olarak ortaya çıkan “şey” her ne ise, işte bunun öykülenişiyle yüzleşiyoruz bir bakıma… Zamanın irice ama tek bir adımla, çocuksu düşlerle birlikte nasıl alındığının anlatısı, “bir varmış bir yokmuş”un felsefesi de denebilir bunlar için… Gerçekten de küçücük bir çocuğun, çevresini kuşatan büsbüyük, masalsı, düşsü o lunaparkatlıkarınca konumundaki evrenden süzülerek, bu arada yüreği o sevgilerde kalırken kendisi mekânlar arası geçişle bugünlere sarkarak kocaman insana, eve vb. dönüşünün bakışımı getiriliyor anlatılarda. Birer sorgulama metni de denebilir bunlara. Öykü değil mi, yolumuza ışık düşürecek birer kaynak metin tümü de. Bu çerçevede çocukluğun masallarının, öykülerinin günümüz gerçekliği ya da yaşantı sarmalları karşısındaki değerini; varlığınıyokluğunu, anlamınıanlamsızlığını deşen bir yaklaşım da bizi diken ucunda tutuyor adeta. Sonra işte kent; kentin “düşündüren” yüzü, insanın çarmıha gerildiği… Kentle birey üzerine örüntülenip yapılandırılmış bir düşünce burgaçları kitabı için toplanmış fragmentler dizisi belki de bu haliyle. Kentler, bütün bunların yanında bireyler üzerine kurulan “yetişkin yalanları”nı da açığa çıkarmaz mı? Böyle olunca birer fragment bunlar, evet öyle, ya da “ikiyüzlü metinler” (35). Emel Kayın, muhalif tutumunu, zamanı, mekânı, kenti, bireyi kuşatan bir imge zinciri olarak yerleştiriyor aynı zamanda yapıtına. Bir deneme genişliğinde belki ama bir yandan da minimalist tutuma dayalı öykülemeyle… Belki sonuçta Mekân Hikâyeleri, bir kitabın sayfaları arasında çıkılan herhangi gezintinin, ama tüm yaşamın sızdırıldığı bütün içindeki gezintinin öyküsüne, anlatısına dönüşüyor. Kapsanık dille sorgulayıcı dil arasında gidip gelen metinleröykülemeler olduğu da söylenebilir bunların. Kimi bölümcelerle metinlerin deneme, kimilerinin öykü, yer yer kısa kısa öykü biçiminde okunması olası. Sorgulayıcı dil mantığı, yapısı böyle bir yargıyı daha çok güçlendiriyor. İzmir’de öykü sanatına yeni mevziler kazandırmak için didinen pek çok öykücü var elbette. Vicdan Efe ile Emel Kayın, onlardan ikisi yalnızca… İleriki haftalarda öteki İzmir öykücülerine de uzanacağım göndere çektikleri öyküleriyle… Ama 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nü de unutmamak gerekiyor bu arada. Hadi bakalım, vakit geldi, aşklar kadar öykü çiçekleri de bir can suyu bekliyor bizlerden… Emel Kayın B Öykücülüğümüz için eskilerini onarıp elden geçirerek ya da yenilerini var ederek farklı mevziler kazanabiliyorsak, öykü sanatımız için deneysel açılımları destekleyip yazarlarımızı yeni alanlara doğru kışkırtabiliyorsak eğer sonuçta bundan yalnız öykücülüğümüz değil yazınımız kazançlı çıkmayacak mıdır? Yine de yadırganacak bir durumun olmadığı söylenemez bu konuda. Çünkü yukarıda değindiğim gibi birer savurma olarak alınmalı bu öne sürüşler… Belirli bir dizge yönünde yapılandırılmayan, sıkıdüzene bağlı olarak üretilmeyen her düşünce, nice verimlilik gösterse de sonuçta ancak düşünsel bir esrime bağlamında alınabilir olsa olsa… O halde yarar denilen şey, ilk önce yazarlarımızın verimlediği öykülerin dallarında, yapraklarında, çiçeklerinde, meyvelerinde kendini gösterecek demektir… Bir öykü endemiğine sahip miyiz? Anlatıcı anlamında doğal örnekler gösterilebilir. Peki, yazarlarımız arasında örnek üretebilmiş miyiz, asıl önemli olan bu bana sorarsanız… TANIMAKTA GECİKTİĞİMİZ ÖYKÜCÜ: VİCDAN EFE Rastlantıyla da olsa kimi zaman bir öykücünün bütün verimlerini eksiksiz okuduğumuz oluyor. Kimileyin bir iki öyküsünü okumakla yetiniyoruz belki, ama bir de var ki, hiç okumuyoruz, kör kuyuya düşmüşçesine kalıyor yazar. Bu çerçevede kendi payıma okumakta geciktiğimi düşündüğüm bir yazarı konuk edeyim istiyorum “Kitaplar Adası”na: Vicdan Efe… Gerçi dergilerde yayımlanmış bir iki öyküsünü SAYFA 20 10 ŞUBAT okumamış değildim onun. Ama iki kitabına dağılmış otuzu aşkın öyküsünü art arda okuyunca başka bir gerçeklikle karşılaştığımı itiraf etmekten geri durmayacağım doğrusu… Yayımlanmış iki öykü kitabı var Efe’nin: Sen de Topla Düşlerini (Kum, 2004), Tambur Ağıtları (Şenocak, 2008). Dört yıl arayla yayımlanmış bu iki öykü kitabı, yazarın, ilkinde cılız kalan hünerini ikincisinde nasıl atak yaptırdığına değgin somut örneklerle dolu… İlk öykü kitabında yazar, bütün ilk kitaplarda karşılaşılabilecek kimi acemilikler sergiliyor denebilir… Nitekim duygululukla, olay aktarımıyla sıradanlaşan anlatıya dönebiliyor pekâlâ öykü. Ama yine de yumuşak, arada boşluklar bırakılarak yapılandırılmış dingin metinlerle çıkıyor karşımıza… İstasyonlar, trenler, otobüsler, bekleyenler, gidenler, küçük insanlar… Derken kar altında suluboya resim havasında incecik tül benzeri geçirgenlik… Oysa gözünüzü kısıp da Vicdan Efe baktığınızda hayıflanıyorsunuz bunlardan taşabilecek sıra dışı havayı kenara itip öykünün örtücü, gizleyici kimliğe bürünüşünü göz ardı etmesine yazarın. Öykülerindeki anlatı yatağını değiştirme yaklaşımı üzerinde özellikle durulabilir Vicdan Efe’nin. Örneğin “Sedef Anılar”da Raziye Hanımın okuma yazma biliyor olduğunu, “Sıtkı Amca”da babanın ölüsünü eve getiren Sıtkı’nın, annenin ilk nişanlısı olduğunu öğrenmek, “Düşte Değişenler”de fal baktırmak için yola çıkan üç kadından başını çarpanın falcıya gidemeyip mutlu olurken gidenlerin yaşadığı mutsuzluk bu doğrultuda örneklenebilir. Öykü, şaşırtmaca dışında, farklı bir kaynaktan daha destek alıyor böylece. Bu filizle yazarın daha dinamik bir yapı kazandırdığı söylenebilir anlatısına. Bu arada ayrıca şaşırtmacalı açılımları, bunu öyküye yayışındaki hüner üzerinde de durulabilir yazarın. Bunu finale taşırken sergilediği sabır da unutulmamalı! Nitekim daha ilk kitabında öyle öykü örnekleri sunuyor ki, bunların üzerinde sıkı sıkıya durulmalı bana sorulursa. Sözgelimi “Geçmişe Sallanan Mendil”, “Gelinin Köpeği”, “Annem, Ben ve Kızım” vb. örneklerde öyküyü okura kurduran yaklaşımıyla Vicdan Efe, sonradan izleyeceği öykü serüveninde nerelere uzanacağının önemli ipuçlarını döşüyor denebilir. Bunlarda bir çalım Necati Cumalı’ya uzanırken yazar, öte yandan Borgesvari etkiler de bırakıyor okur üzerinde. Öyküdeki asıl önemli güç, yazarın bunlara katmayı başardığı büyüden kaynaklanıyor elbette… ÖYKÜYÜ, İÇKİNLEŞMİŞ BÜYÜYLE SÜRDÜRMEK... Vicdan Efe, öykülerini büyüyle sırlarken ilginç bir yol izliyor denebilir… Yazarın başlangıçtaki öykülerinde giz perdesini kaldırarak bir uluortalık doğrultusunda öyküyü savunmasız biçimde açığa çıkardığı görülebiliyor. Oysa kitabın sonlarına yerleştirdiği kimi örneklerde bilinemezle kestirilemezden kaynaklanan bir içkinleştirmeyle bunları etkinleştirdiği, bu yanıyla okur zihninde büyüyü sürdürdüğü gözleniyor yazarın. Bütün bunlar Vic2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1095