Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K Öyküye hep can suyu taşımış olan üç güzel atlıya, Yaşar Nabi Nayır’a, Hüsamettin Bozok’a, Erdal Öz’e… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Öykünün can damarı... şimdi ilk dört öykü kitabından yola çıkarak hem öykülerde gezinelim hem kendi öykücülüğümüzle bunların ilintisi çerçevesinde bir yudumcuk da olsa öykü sanatına kabaca göz atmaya girişelim… ÖYKÜCÜLÜĞÜMÜZ İÇİNDEKİ DÜNYA ÖYKÜSÜ... Öykücülüğümüzün ÇehovSait Faik geleneğinden beslenerek “kısa öykücülük” biçiminde geliştiği biliniyor. İster Ahmet Mithat, Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay vb. yazarların etkilerine açık olsun isterse Poe, Maupassant, Mansfield vb. dünya yazarlarının izinde olsun öykücülüğümüz hep kısa öyküyle örtüşen tutum sergiliyor. Bir anda başlayıp biten, kısa oylumlu, tek etkiyle biçimlendirilmiş bir yazın türü olarak “kısa öykü”, bu yöndeki egemenliğini koruyor demek ki. Masalla, söylenle kol kola oluşunun, bizde öyküye genetik açıdan doğal bir yatkınlık kazandırdığı söylenebilir belki… Nitekim 1950’de doruk yapan öykü yazarları kuşağının da sürekli böyle bir kavrayış temelinde öykücülüğümüzü geliştirdiği, ötesinde bunu daha ileri boyutlara taşıdığı görmezden gelinebilir mi? Bütün bu nedenlerden ötürü kestirimci ama aynı zamanda ketleyici, öte yandan yaptığı hamlelerle etkileyici bir yapılandırma kavrayışına dayalı kısa öykümüz, başarılı örnekler vermekle kalmadı, dünya yazını içinde de kendine özel yer açtı bana göre, dünya yazınının ahtapot kolları henüz bunun ayırdında olmasa da… Bütün bu nedenlerle uzun öyküye ilgi gösterildiği pek söylenemez herhalde. Belki yukarıda değindiğim genetik temelden ötürü, belki kendi kılavuzlarının bu yönde yüksek bir eşik oluşturması nedeniyle… Oysa yukarıda andığım öykü kitapları içinde kısa öyküler kadar uzun öyküler de var. Yazınımızda ise uzun öyküye ya da kısa romana veya novellaya örnek gösterilebilecek yapıt sayısı sınırlı. Yazıda böyle bir ayırıma gitmesem de öykücülüğümüz içinden bakarken bunu vurgulama gereği duyuyorum yine de… Bu verinin ardından doğudan batıya, kıtalararası ölçekte öyküsel değerdeki değişmezlik bir yana, bunların örtüştüğü apaçık gözlenebiliyor. Ancak “Can Yayınları Öykü Şenliği”ne henüz Avustralya, Afrika eklenmiş değil… Ne ki eksik giderilse de örtüşmenin süreceği belli… Tüm öyküler derinde, hemen hemen aynı yatakta buluşurken gerek öykücülüğümüzde, gerekse bu yöndeki örneklerde dünya öykücülüğünün izlerini süren belirgin damarlarla karşılaşıyoruz… Bunu öykü evrenleri, ele alınan sorunsallar, değinilen konular, işlenen karakterler açısından söylüyor değilim yalnız… Bütün bunların yanında, adına “öykü” diyeceğimiz bir yazınsal tür olarak kaleme alınan metinler, öyküsel gereçlerle öğelerin işlenişi, yapılandırılışı bağlamında da bire bir örtüşme sergiliyor. DÜNYA ÖYKÜCÜLÜĞÜYLE KOL KOLA... Sözgelimi Yukio Mişima’nın kimi öyküleri, büyüme sancılarının yol aldığı bir çağda, bilince, anlağa doğru bir su yürümesiyle açığa çıkan, karşı koyma, kanıtlama biçiminde kendini ele veren duygular karmaşasında bir “kör oyunu”yla karşı karşıya bırakıyor bi ykücülüğümüzden söz edildiğinde, geçmişten günümüze, şu seksen yıl içinde üç yayınevinin katkısının açık arayla öne çıktığı söylenebilir: Varlık, Yeditepe, Can… İlk ikisi, aynı adlarla sürdürdüğü dergicilikle de ciddi konuma sahip ayrıca. Varlık, bunu sürdürüyor da. Andığım üç yayınevinin yanında yıllar içinde Cem, Adam, Yaba, YKY, Kanguru, İlya, Yitik Ülke, Sel, Notos Kitap vb. yayınevlerinin öyküye açtığı yere bakarak türe verdiği önemin altını çizmek de zorunlu ayrıca… Ama Can Yayınların’ın, kuruluşundan bu yana öyküye ilgisini tavsatmadan bugünlere taşıyışı üzerinde nece durulsa yeridir kanımca… Nitekim birkaç yıl önce yayın dizisi içinde yer verdiği öykücülerin ürünlerinden derlediği bir seçkiyi yayımlamış olması da bunu somutluyor. “90 Yazar 90 Öykü” alt başlığıyla sunulan Can Öykü Antolojisi’nin (Can, 2007) kapak içinde okura düşülen notta bu olgu şöyle vurgulanıyor: “Can Öykü Antolojisi, Erdal Öz’ün, Can Yayınları’nı kurduğu günden bu yana öyküye, öykücülüğe verdiği önemin, gösterdiği saygının somut bir göstergesi. Can’ın başlangıcından günümüze kitaplarını yayınladığı tüm öykü yazarlarından birer öyküyü içeren bu güldeste, yalnızca yayınevimizin öykü geleneğini gözler önüne sermekle kalmıyor, aynı zamanda Türk öykücülüğünün son çeyrek yüzyılından da hiç de hafife alınmayacak bir kesit sunuyor.” Yayınevi, öykü alanına yönelik katkılarını yeni bir halkayla sürdürüp dünya öykücülüğüne uzanıyor. Bu kavrayışla 2011’de, son bir yıl içinde yine öyküyü başrole çıkarırken dizinin kitapları sergenleri kaplayıverdi birden: “Can Yayınları Öykü Şenliği”. Otuzuncu yıla özgülenen, doğudan batıya bizi sarmalayıp kucaklayan dokuz yazardan dokuz öykü kitabı (ya da seçkisi)… Yukio Mişima’dan Yaz Ortasında Ölüm (On bir öykü, Çev.: Hüseyin Can Erkin), Stefan Zweig’tan Hayatın Mucizeleri (Beş öykü, Çev.: Esen Tezel), Antonio Tabucchi’den Zaman Hızla Yaşlanıyor (Dokuz öykü, Çev.: Nihal Önol), Carlos Fuentes’ten Kaygı Veren Dostluklar (Altı öykü, Çev.: Pınar Savaş), Cuniçiro Tanizaki’den Sazende Şunkin (Beş öykü, Çev.: Oğuz Baykara), Salman Rushdie’den Doğu, Batı (Dokuz öykü, Çev.: Begüm Kovulmaz) Thomas Mann’dan Zor Saat (Toplu Öyküler 1,yirmi üç öykü, Çev.: Sami Türk), Alice Munro’dan Bazı Kadınlar (On öykü, Çev.: Cem Alpan), Garcia Gabriel Marquez’den Mavi Köpeğin Gözleri (On iki öykü, Çev.: Emrah İmre). Dokuz ayrı yazardan dokuz kitapta, yaklaşık iki bin iki yüz sayfaya yayılan toplam doksan öykünün yer aldığı bir dünya öyküleri seçkisi. Bir özelliği de bunların, kendi dillerinden Türkçeye aktarılması… Gelin SAYFA 20 13 EKİM Ö zi. Bu çerçevede sıra dışı yaşamlara yeniyetme anlatıcının duyduğu ilgi, yöneliş belirgin bir erke yansıtan isyanın “yitik kuşak” halinde dile getiriliş mantığı, anlatıdaki kurgusal düzenek tam doygunlukla önümüze geliyor. Yeniyetmelik kıvılcımlarıyla bireysel, toplumsal uyanışa göz açan birinin savaş, şiddet, acı sarmalında bir yaşamla baş edebilmek için çırpınışı ama bunu alt edemeyişi, yansıttığı dramatik akışkanlık dolantısıyla okuru çarpıyor adeta. Aynı şekilde Stefan Zweig’ın bizi bin vicdanla kıskıvrak yakaladığı öyküler için de bu yönde bir öne sürüş olanaklı. Gerçekten Zweig, o her zamanki derin katmanlı anlatı evreni üzerine oturttuğu, sıkı ilmeklerle geliştirip verimlediği öykülerde gezindiriyor bizimle birlikte kendi kendisinin vicdanı olan bu ruhu. Şiddetin hiçbir zaman ırkı, milliyeti, dili, dini, mezhebi, düşüncesi olmadığını, kendini ısıran bir yılan gibi bütün bunların söz konusu şiddet sarmalını geliştirip büyüttüğünü gösteriyor. Bundan daha derin yalnızlık, çıkışsızlık olabilir mi? Nereye giderse gitsin insanı yakalayamayacak mıdır bu şiddet, kan emici vandallık? Alalım Antonio Tabucchi’yi… Kuşkusuz Nihal Önol’un da katkısıyla yazar, gelip de yerleşivermiş sanki ülkemize, bizim dilimizle kaleme almış bu öyküleri… Sıcacık bir köşe bulabiliyorsa bu öyküler okurun yüreğinde, bizim öykülerimiz de öteki dillerde yankı bulup yüreklerde güneşe açılmış köşeler bulacak demektir kendisine… Apaçık görülüyor ki ruhlar, bu öyküleri tanıyor. Nitekim Tabucchi, sanki bir commedia dell’Arte oyunundaymışız gibi hem eğlendiriyor hem de derinliklerine inildikçe dünden bugüne, katmanları lif lif aralanan karakterleriyle baş başa bırakıyor bizi… Sonrasında, kapı arkasında gizlenen o güzel, gül dudaklı dokunaklılık bu öykülerde bizi bekleyen elbette hep… Carlos Fuentes’in bunlardan ayrı duracak bir yanı olabilir mi öykülerinde? Latin Amerika denildiğinde büyülere, büyülenmeye de hazırlanılması gerekmiyor mu hem? Karakterlerini derin, hastalıklı hale dönüşmüş bir tutku şalıyla örten, bu karmaşayla örülü yabanlık, yabanıllık simgesinin at başı beraber gittiği öyküler, sayfalar ilerledikçe içli yankılar yaratıyor yüreğimizde. Cendere altında kendini var ederek bir solukçuk yaşayabilmenin savaşımı bu… Öykülerde iki ayrı atardamar bu yönde birbirine girişirken bu bir yarılmaya da yol açmıyor üstelik. Sonuçta Fuentes, öykülerini tam bir denge üzerine oturtuyor büyük hünerle, bir anlatı pateniyle kayarcasına… DÜNYA ÖYKÜSÜNDEN SIZAN BİÇEMSEL ÖZELLİKLER... Dünyalı yazarların öykülerinden yayılan içeriksel, biçemsel satır arası okumalara girişmek de olanaklı bu arada. Katmanları aralayıp, çoğulcu okumalara yönelmek, art alanlara geçerken bu verilerin uçuracağı bin bir bilinmeze kendimizi hazırlamak… Dünya öykülerindeki bu biçemsel buluşmalara değgin bir iki söz edeyim istiyorum kendi payıma… Neden derseniz dünyanın bütün öyküleri buluşup birleşirken bu kol kolalıkta kendi öykücülüğümüzü de görebiliyoruz da ondan. O halde bir özetçeye girişebiliriz bir kez daha. Örnekler, öykünün bir “anlatı” sanatı olduğunu ortaya koyarken bunun anlatmak demek olmadığı gözler önüne seriliyor. Tersine bir “işleme” sanatı öykücülük. Evet, öyküde kullanacağınız gereçleri, öyküsel öğeleri, süreçleri vb. toplayıp koyuyorsunuz önünüze, ama iş bunları nasıl, ne biçimde yerleştirdiğinizde düğümleniyor yine de. Bunların, “şu” diyerek gösterilebilecek halden çıkarılarak tam bir gizlenmeyle, örtünmeyle sanatsal gizin ardına çekilmesi gerekiyor… Bir yandan doygunluk yansıtırken bu yapı öte yandan faş etmeye dönüşmeyecek kesinlikle. Okur, öyküyü bitirdiğinde, başa dönerek yeniden kurabilecek bunları. Deyiş yerindeyse yazar, kaleme aldığı öyküsünü okura doğurtacak mutlaka. Bir diğer buluşma da dünya öykülerinin her birindeki dramatik dolantıda kendini gösteriyor. Kimi bunların düz bir aks halinde ilerlerken kimilerinde döngüsel dolantı daha bir bulanıklaştırıyor dramatik olanı. Ama sonuçta tümü de bundan yararlanıyor öykülerin. Hatta kimileyin yazar, neredeyse tiyatro, opera gibi birer dramatik sanat biçimine dönüştürüp anlatısını, bundan güç alıyor. İşte karakterlerdeki derinlik, çok katmanlılık öykülerde belirgin biçimde kendini gösteren işleme çabalarıyla ele verir, dramatik akslarda, dolantılarda tam bir yetkinlikle ortaya çıkarken anlatı da işlemedeki bu işçilik hüneriyle, emekle, farklı yönsemelerle değişiklikler göstererek sürüyor. Bütün gereksinirliklerin kullanıldığını, tamı tamına örtüşmeye ulaşıldığını gösteriyor bu durum… Yukarıda andığım öykülerin ortaya koyduğu bir gerçeklik de, bu doygunluk anlatı içine yerleştirilirken özel bir dille kurulması, bunun dile yaslandırılarak yapılandırılması… Demek ki dünya öyküsü bize, kendi öykümüzün de sağlamasını yaptırıyor. Olmayan, ama olduğunu sandığımız bir öykücülük mü bizim öykümüz? Yoksa varlığını her geçen gün daha da dayatan, bir yol bulup kendini ille bize gösteren, kendi gerçekliğiyle bizi kuşatan bir öykü mü? Evet, dünya öyküsü, bizim öykümüzü de koluna takmış kapımızı çalıyor. Dünyanın şu geçen yüzyılını getiriyor önümüze, hem de taa içinden. Bizim öykümüzün yüzyılının da sağlamasını yaparak. Açın hadi, açın, ardına dek açın kapınızı, öykü hepimizin yaralarını sarmaya geliyor… İki hafta sonra bu kez de dünyalı öteki beş öykücüyle birlikte olacağız… 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1130