Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
şgal askerlerinin Berlin’e armağanı(!) ‘Tecavüz çocukları’ İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1945’in Mayıs ayı başlarında imzaladığı teslim antlaşmasıyla yenilgiyi kabul eden Almanya, savaşta 20 milyon insanını yitirdi. Kentleri, ulaşım sistemleri yerle bir edildi. Endüstrisi çöktü. Aileleri evlatsız, çocukları babasız, kadınları erkeksiz, fabrikaları işçisiz kaldı. Ağır yaralı bu topluma kısa bir süre sonra on binlerce çocuk katılacaktı; annelerinin bile benimseyemediği çocuklar. Orhan Karaveli Berlin’in Yalnız Kadınları‘nda bu çocuklar ve annelerinden bazılarını anlatıyor. bilgileri, görsel ve yazınsal belgeleriyle, Berlin’in bilinmeyen tarihine ışık tutuyor. Dahası, Alman toplumunun, belleğinden silip unutmaya çalıştığı bu büyük dramları gün yüzüne çıkartmasıyla yeni tartışmalar başlatacak bir yapıt. İki bölümden oluşuyor kitap. İlk bölüm,“Hitler ve Savaş”a, ikinci bölüm 1950’li yılların Berlin’inde sevilip ünlenen bir melodinin “Blumen für die Damen”; yani “Çiçek… Kadınlar için, çiçek”, sözlerinin başlık yapıldığı ve daha çok Karaveli’nin özelinde gelişen olaylara, yalın, lirik, akıcı ve şiirsel anlatımıyla, Berlin’in yalnız kadınlarına ve insan ilişkilerine ayrılmış. İlk bölümde, Hitler’in başrolde olduğu ve onun çevresinde olup bitenler ele alınmış. “Başarının sırrı kitapta değil hitaptadır”, “Kristal Gece ve Atatürk’ün ölümü”, “Hitler ve kadınlar”, “Almanca olmayan bir Almanca nutuk!” ile “İnönü ve Hitler” ara başlıkları var. Dünyayı kasıp kavuracak felakete, TürkAlman ilişkilerinden Atatürk’ün ölümüyle başlayan Türkiye’deki yeni sürece ilişkin bilgileriyle de, bizleri; hem bizim hem de yakın geçmişiyle dünyanın tarihine dönüp bakmaya çağıran farklı bir yapıtla buluşuyoruz. Karaveli’nin, “Almanların kolektif bilinçaltını anlamak biraz da Hitler’i anlamaktan geçiyor” (s. 25) sözleri, ilk bölümün ana teması adeta. Türkçeleştirip bize uyarlarsak şöyle demek mümkün: Türklerin, kolektif bilinçaltını anlamak, biraz da bugünün Türkiyesi’ni ve onu yönetenlerin amacını anlamaktan geçer. Kitabı okuyanlar, bu tarihsel Orhan Karaveli benzeşmeyi de görmüş olacak. Günümüzü anlamak ve Türkiye’nin yakın geleceğine ilişkin çıkarımlar yapmak isteyenler için bu kitap, bir bellek yenilemesi ve ezbere karşı bir panzehir. Karaveli bunu hep yapıyor. Tarihimize değil yalnız, dünya tarihine de ışık tutuyor. BERLİN YAŞANTISININ DERİN İZLERİ Bugünü anlamak biraz da geçmişi sorgulamak ve araştırmaktan geçmiyor mu? Nutuklarında, “sapan yerine kılıçtan”, “savaşın gözyaşlarından geleceğin hasadını toplamaktan” söz eden Hitler’in, “Ancak insanların kitaplardan çok ‘hitaplarla’ ele geçirildiğini unutmuş değildim. Tarihin kaydettiği bütün büyük eylemler yazarlardan çok hatiplerin eseriydi” (s. 31) sözleri, bize, salt Alman toplumunu nasıl ele geçirip ardından nasıl sürüklediğini anlatmıyor. Nazi Partisi gazetesinin İstanbul temsilcisinin şu satırları da çok ilginç: “Hayata gözlerini sonsuza dek kapatan ve halkının kendisine ‘Atatürk’, yani ‘Türklerin Babası’ payesini verdiği Mustafa Kemal arkasında büyük ama aynı zamanda zor bir miras bırakmıştır. O, halkının özgürlüğe ve yükselmeye giden yoldaki önderiydi” dedikten sonra yazar endişesini dile getiren ve adeta bugünü işaret eden sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bugün ise ülkenin tek kaygısı şudur: Temel taşları konulmuş bu yapıyı bitirebilmek için ülke gençliği yeterince eğitilebilecek miydi? Kaderciliğe, yani İslamda tavsiye edilen ‘her gelişmeyi Tanrı’nın takdiri’ sanıp bir şey yapmadan oturup izlemekle yetinmeye karşı Atatürk’le başlatılan savaş ara verilmeden sürdürülebilecek miydi?” (s. 3839). Karaveli 19551958 arası Berlin’inde yaşadıklarına ve tanıklıklarına ayırmış bu ikinci bölümü. Ana teması “aşk” ve “dostluk” olan bu bölümde özellikle Karaveli bizleri, kendi duygu ve düşünce dünyasında yolculuğa çıkarırken düşündürüyor, sorgulatıyor ve belleklerimizi yeniliyor adeta. Berlin yaşantısının derin izleridir Hilde, Judith, Ushi ve Audrey ve onların çevresinde gelişen ilişkiler, değişik portreler, olay ve olgular da bu bölümün yan anlamları. Dahası var: 56 yıl önce, Berlin Müzesi’nde Hildegard ile Orhan Karaveli arasında geçen ilginç konuşma, bugünü anlatır gibi. Zeus Sunağı’nın Bergama’dan sökülüp Almanya’ya getirilmesine içlenip hüzünlenir Karaveli. Hilde farkında ve adeta bugüne ilişkin kehanette bulunan şu sözleriyle Karaveli’yi teselli etmeye çalışır: “Üzülme Orhan, bu görkemli eser sanırım bir daha Türkiye’ye dönmez ama bir gün sayısız Türk Berlin’e gelip bu müzede onu hayranlıkla seyrederlerse hiç şaşmam” (s. 90). Hilde, Karaveli’ye bakarak güçlü önsezileriyle dolu bu sözlerini ederken bir Doğulunun, akılinanç çatışmasında, inanca teslim oluşunu görememiş. Dahası, bütün Türk kentleri Berlin, bütün Türk insanlarının da Karaveli gibi iki üç dil bilen kültür insanları olduğuna inanmış. Hilde bu sözleri ederken Karaveli’nin, büyük yarasını kaşıdığını da bilmiyordu ve bunu da ona hissettirmemiş(ti) Karaveli. Bugün, Berlin’de yüz binlerce, Almanya’da milyonlarca Türk yaşıyor artık. Bunda haklı çıktı. Buradaki asıl sorun, ne 56 yıl önce görüp âşık olduğu Karaveli’den ayrılıp kayıplara karışması Hilde’nin ne de bütün Türkleri Karaveli gibi düşünmüş olması. Sorunun asıl kaynağı, bugün Almanya ve Berlin’de yaşayan Türklerin, kaçta kaçının Berlin Müzesi’ne gidip de Zeus Sunağı’nı, görüp görmedikleridir. Orhan Karaveli’yle karşılaşırsam şunu da soracağım: 1954 seçimleri sonrasında, büyük çoğunluğunu iktidar partisinin oluşturduğu Almanya gezi grubundaki milletvekillerinden kaçta kaçı, Berlin Müzesi’ne gidip Zeus Sunağı’nı gördüler acaba? Kitaptan başka sahnelerin yer aldığı kareler: Hilde ve Karaveli’nin KaDeWe’deki yemekte tanık olduğu ise gerçek bir dram: “Masalarındaki kocaman bir sepetin içine özenle yerleştirilmiş ekmek dilimlerini birer birer alıp önlerindeki hardal tasının içine batırıp ağızlarına atan ve anlaşılan açlık larını böyle gidermeye çalışan” (s. 102). Yaşlı kadınlar; hüznün ve aşkın harmanlanıp, iç içe yaşandığı, Berlin’in yeni konser salonunun açılış anı: Şık bayanlar, baylar. Üzerindeki smokiniyle şık bir Karaveli. Yanında “Usta ve uzman ellerin şekil verdiği kumral saçlar. Güzel yüzünü ince hatlarıyla büsbütün ortaya çıkaran hafif bir makyaj. Pek derin olmayan dekolte gece elbisesi ve onunla uyumlu yüksek topuklu ayakkabılar. Kürkü omuzlarında” Hilde. Az ötedeki çiçekçi kızla Karaveli’nin alışveriş sahnesini, ıslak gözlerle uzaktan seyreden Hilde. Meraklı onlarca gözün alışık olmadığı bu görüntüyü şaşkınlık ve hayranlık içinde izleyişi. Hilde’nin “Orhan… Ben bu konserden vazgeçtim! Lütfen sana gidelim. Gidip şarabımızı içelim. Hemen. Şimdi!..” deyişi (s. 112). “Bana bir çiçek verdin bu akşam. Bir kırmızı gül goncası. Bu bir erkeğin bana verdiği ilk çiçekti. Orhan, ben bu gülün karşılığında sana ne verebilirim?” (s. 113). “GAZETECİLİKTEN DÖNERCİLİĞE” Kitapta, yeri geliyor, Karaveli’nin, Almanlara dostluk dersi verdiği ya da bütün tehlikeleri göze alıp Doğu Berlin’e geçerek yemek yedikleri anlar göze çarpıyor. Bazen de Arthur Rubinstein’dan (18871982) Ukraynalı David Fyodoroviç Oyştrah (19081974) ile oğlu İgor Oyştrah’a; Yehudi Menuhin’den (19161999) Hindistan’ın efsane sanatçısı Ram Gopal ve kalabalık dans grubuna ve Antonio Ruiz Soler (19211996). Yeri geliyor Hilde’nin yaşadığı ve hayal kırıklığına uğradığı evlilik ve savaş yıllarında yaşadığı acı dolu anlara ve Karaveli’nin “Gazetecilikten dönerciliğe” adım atışına kapılıyoruz. Dahası, Karaveli’ye, dil öğretmenliğiyle değil salt, Alman edebiyatı, dili, şiiri, müziği, sanatı, kültürü hakkında, kısası, o yıllar Berlin’inde, hem Hilde’nin gidişiyle beraber Karaveli’nin duygu dünyasında oluşan boşluğunu, daha çok da onun entelektüel gelişimini, Alman kültürü hakkında bilinçlenmesini sağlayan Judith’in, seçkin kişiliğiyle etkilerini okuyoruz. Bertolt Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi, Cesaret Ana ve Çocukları, Galilei ve Aturo Uİ’leri gibi oyunlarını izleyişini, onu kuliste Brecht’le tanıştırdığı ve “Ah… Siz Türkler, Nâzım’ı nasıl da anlamadınız!..” diye Karaveli’ye çıkıştığını bugünmüş gibi yaşatan heyecanlarına rastlıyoruz (s. 142). Bir Alman erkeğinin, bir yabancıdan, eşiyle olan arkadaşlığını sürdürmesi için ricada bulunur: “Rezi: Bir Tanışma Mâbedi” ve “Faşing” başlığı altında, Berlin’in gece hayatını, eğlence dünyasında yaşananları, 1958’den sonra Türkiye’ye dönüşü ve Vatan gazetesindeki çalışma yılları. “Berlin’in Eşcinselleri”, “O Bizim Şansölyemizdi”, “67 Eylül Olayları ve Almanlar”, “Berlin’de Macar Zaferi”, “Berlin’de Savaş Madalyaları Satan Emekli Binbaşı”yla “Audrey ve Kabul Etmediğim Armağanı” başlıklı son bölümün yer aldığı kitap, Karaveli’nin, alıştığımız tarzının ötesinde yepyeni bir çalışma. Orhan Karaveli, yeni bir anlatı türünü denediği; içinde tarih, bilim, sanat, müzik, eğlence, siyaset ve hatta başka coğrafyaların mutfak kültürlerine değin, ilgi alanlarını geniş ama özet tuttuğu bir çalışma ortaya koymuş. Berlin’in Yalnız Kadınları, yüzlerce fotoğraf ve belge arasından seçip alt yazılarını yazdığı bir çalışma. Karaveli, adeta bir yönetmen gibi sinematografik bir anlatımı ve özgün kurgusuyla dikkat çekerken Türkler açısından çok önemli sayılan bir geleneğe bağlı kalarak, Audrey ile yaşadığı anısıyla kitabı bitiriyor. Deyim yerindeyse, ipin ucunu yakalatıp, çorabı sökme işini okuyucuya bırakıyor. Ë Ali Ekber ATAŞ erlin’in Yalnız Kadınları’nı okuyorum. Gönülden dile sızılar düşüyor. Gülden ağır sözler içime. Duygularımı inciten, yüreğimi acıtan. Düşüncelerimi allak bullak eden anlar ve acılar. Sanki oradayım, sanki oradasınız. Yani yan yana, hep beraber, aşkın tanımsızlığını. Terk edilme acısından sevginin doğuşunu. İnsanın büyük acılara katlanışını. Sevginin almak değil vermek olduğunu… Dostluğun ölümsüzlüğünü… Yıkılan gururun onarılışını… Sayın ki, gözlerim ve gözleriniz Karaveli’nin eline tutuşturduğumuz bir kamera. Hitler’in çılgınlıkları sonucu yaşanan, insan dramlarına ve sıra dışı görüntülere odaklı… Bilinmeyen yönleriyle bir Berlin belgeselini çekip, koymuş önümüze Karaveli. “BAŞARININ SIRRI KİTAP DEĞİL, HİTAP!” Silahlar patlamıyor. Sokak Savaşları artık yok. Berlin bölünüp işgal son bulmuş. Ne ki, savaşın etkileri sürüyor hâlâ. Berlin, dramların kıskacında. Ekmek yok. Yakıt bulunamıyor. Yerle bir olmuş binalar. Yıkıntılar arasında “enkaz kadınları”, Berlin’in yeniden inşasında kullanılmak üzere sağlam tuğlaları toplayıp temizliyor. Genç nüfusunu savaşta yitirmiş, erkeksiz kalmış Berlinli kadınlar. İşgal askerlerinin Berlin’e armağanı (!) “tecavüz çocukları...” İşin en dramatik yanı ise tecavüz olayına maruz kalan çocuk yaşta kız ve kadınların, kalan ömründe bu olayla yaşama zorunluluğu. Doğurmak zorunda kalıp devletin çocuk yurtlarına bıraktığı ve sanki suçları varmış gibi bu zavallıların adlarının “nefret çocuklarına” çıkması. Yaşanan büyük acılara karşın hayatı sevişlerini, çekilmez denilen bu hayatı yeniden nasıl dirilttiğini. En küçük mutluluklarını, hemcinslerinin, belki de hiçbir zaman yaşayamayacağını sezip kendilerinden bile gizleyerek vakur kadın duruşlarını. Bu kitap, döneme ilişkin SAYFA 18 13 EKİM B Berlin’in Yalnız Kadınları/ Orhan Karaveli/ Doğan Kitap/ 198 s. 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1130