25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kemal Kocatürk’le kitaplarını konuştuk ‘Şiir özgürlükler hapishanesinin sürgünü’ Şiir en çağdaş anlamıyla yaşamın, yanı acıların, mutlulukların, hüzünlerin ve aşkın dışa vurumu. Yaşam üzerine derin gözlemlerin ifadesi çoğu kalemde. Okurken kelimeleri yüreğinizin bir yerine dokunuyor ya da sizi gülümsetiyorsa yazar amacına ulaşmış demektir. Gürül gürül bir sesten dinler gibi okuyorsanız, işte o şiir yalnız yazarın olmaktan çıkmış, biraz da sizin olmuştur. Kemal Kocatürk’ün kaleminden Ay Çağırırken Ufukta kitabı ve Toplu Oyunlar II kitabı da raflardaki yerini aldı. Kocatürk’le kitapları üzerine söyleştik. söz dizisinden meydana geldiği kuralı bile şiirin doğasına aykırı geliyor bana. Kendi şiirini seslendiren ve kendini bu şekilde ifade ederek kitlelere ulaşmayı seçmiş bir şairi ne yapacağız peki? Şiir doğası gereği kuralları reddediyor. Yoksa bunca devrimi gerçekleştirebilir miydi? Şiiri yazmayı değil de seslendirmeyi seçmiş bir ozan için suskular dizisinin şiir olmadığını kim söyleyebilir ki? Bazen sözcüklerin yan yana diziliminden bir anlam çıkaramayabiliriz ama ahengini, ritmini ne yapacağız? Çoğu kere sessizliğin bile bir ritmi var ve bunu algılatmayı seçmiş bir şairi yok mu sayacağız? Sessizliğin ritmi tutulabilir, sesler araştırılabilir ve seslerin coşkusuyla ahengi kovalamak da mümkün. Müziğin ve ritmin buluştuğu yeri aramak, çoğu zaman da sözün tükendiği yer de olabilir şiir. Şiirin olmazsa olmazı yok benim için. Şiir, sahibinin can evini başkalarına açması. Dünyaya dört gözü açık bir açlıkla, aklı harekete geçiren, duygu denizini geçmiş ama coşku okyanuslarında boğulmayı göze alacak denli delikanlıdır o. Üzerine çokça söz parlatılmasını da reddedecek kadar alçakgönüllü. Çünkü özgürlükler hapishanesinin sürgünü o. “AŞK ÇOĞALMA DÜRTÜSÜNÜN GÜZELLEMESİ” Kitaba adını veren şiirinizde “ay gezer geceleri/ yüzünüz çağırır ışıklı gündüzleri/ bir kızımda oynar/ bir karımda gün ışığı” dizeleri, “aynadır yaşamımda sevgim/ aşkımdandır aşkım” dizesiyle bitiyor. Aşk aynamız mı? Aşk öyle bir duygu ki hiç bitmeyecekmiş gibi başlayan, müthiş bir sevgi azgınlığının, sevda hırsızlığının tutuşmuş bir hali gibi. Yoksa ne Ferhat’a dağları deldirir ne de Mecnun’a çöller aşırtır. Aşk aslında tek kişilik. Kişi kendinde var eder, yoğurur ve çoğaltır aşk imgesini. Aşkın binlerce yüzü var elbet, o yüzlerin maskeli birçok hali de. Ama aslolan, tabiatın kişilere biçtiği rol değil mi? Aşk çoğalma dürtüsünün bir çeşit güzellemesi. Yoksa insanın insanı bulması, sevdanın sevdayı içmesi, aşk içre canların can bulmasını neyle açıklayabiliriz ki? Bu karmaşık gibi görünen basit bir denklem aslında. Bu da hayatın istatistiksel yansımalarında çığlığını zaten atıyor. Bu kavuşma ve bu buluşmaların hangi yüzdeyle gerçekleştiği de ortada. Elbette aşk bir ayna yaşamımıza. İnsan ki, yalnız ve tek başına çığlık çığlığa gelir bu dünyaya ve yine yalnız ve tek başına çekip gider. Ama çoğalarak ve ardında bıraktıklarıyla vardır. “Ölünce hiçbir şey olmaz/ yaşarken kişi olamadınsa.” Geniş bir coğrafyanın insanlarıyız. Doğa ve tarih bize cömert davranmış. Değişik sesleri olan bir toplumuz. Sizin şiiriniz de toplumsal olgular duyarlı. “Harbiden Darbe” ve “Emperyalizm” gibi şiirleriniz buna önemli örnek. Sizce toplumsal olgular şairi beslemeli mi? Önemli bir soru bu. Şair, önce “Neyin şairi, kimin şairi?”, “Kimin sözünü söyleyecek?” Elbet kendi sözünü ama hayattan soyutlanmış bir şiir ne denli şiirdir? Onu yazan şair, ne denli şairdir? Ben burada durmam, duramam, hayatın yorduğu, yoğurduğu, değişen, değiştiren bir devingenim ben. Bunu görmezden gelmek, değişime gebe bir dünyanın gözlerini kapamaya çalışmak gibidir. Bundan kaçış bir ihanettir. Diyalektiğe karşı gelmektir. Şair çağının sorumluluğunu en üst düzeyde yüklenmeli. Değilse, kör, sağır ve tüm duyargalarından yoksun yaşamayı seçmeli. Uyarmalı, uyandırmalı. Hatta toplumu silkelemeli. “Karanlığı gördüm, ürktüm/ karanlığı gördüm, sustum/ karanlığı gördüm, sindim/ karanlığın kararlılığını gördüm/ karar kıldım/ tüm putlarımı yıktım/ gerekse aydınlık/ kendimi yaktım” diyorsunuz “Beş Damla” adlı şiirinizde. İsyanla kabulleniş iç içedir çoğu zaman. Ne dersiniz? Her isyan yanmayı göze almak değil mi? Davud, İsa, Hallacı Mansur, Pir Sultan Abdal, Yunus, Asım Bezirci, Behçet Aysan, Metin Altıok ve daha niceleri yanmayı bir çeşit kavuşmak gibi görüyorsa söz kendi döngüsünü milyonlarca kez tekrar ettiğinde mi insan ayacak? Sivas’ta 1993’te yanmayı göze almak da bir çeşit “aydınlık” değil mi? “Ateşi çalmak/ yoksa yanmak mı/ mesele karanlıkla savaşsa/ yanmak değil/ ışımaktır adımız.” “Mum” adlı şiirimden bir bölüm, bu da Sivas’ta yakılan, yanmayı seçen, saydığım, sevgi duyduğum ve benden çalınmış insanlara bir ağıt. Ateşi çalmak bile müthiş bir yürek isterken çaldığın ve insanlığa armağan ettiğin ateşin bir gün seni de yakabileceğini bilmez mi ateşi çalan, bunu göze almamış olabilir mi? Her biri bir isyanın ateşiyse yanmayı kabulleniş de isyanın doğasında mutlak olmalı. O vakit, “Ateşi çaldım/ ektim bilimin tarlalarına/ hasadı gördüm/ Hiroşima’da, Bağdat’ta, Bosna’da ve de Sivas’ta” dizeleri ateşi kendine yoldaş edenin yanık izleriyle dolaşmasını mutlak kılar. Ne dedik? Her isyan bir ateştir, her isyan aynı zamanda yanmayı da göze almaktır. “Bugünüm; geleceği çağıran özüm/ küçüldükçe büyüdüm/ büyüdükçe küçüldüm” diyorsunuz “Yunus’un Mezarında”da. Zaman asıl insanın içinden, emeklerinden ve suskunluklarından geçer. Şiirde Yunus’tan bu yana ne değişti sizce? Yunus’tan bu yana şiir adına çok yol alındı elbet. Ama insanın mayası, naturası pek az değişti. Konforunu hızla çoğaltan insan hırsını, öfkesini, aymazlığını, suçunu, masumiyetini ve kıyıcılığınıysa o denli değiştirmeyi başaramadı. Gelişmişliğin gerçek nimetleri, insani değerlerin gelişmesi olmalıydı belki ama değişmeyi, değiştirmeyi, dönüştürmeyi özümsemeyen, çıkarına geldiği ölçüde bunları benliğine yığan, yozluğun sonsuzluğunda mutluluğu arayan yığınlar olmaya başladı toplumlar. Sanatı, bilimi tükürük hokkasına dönüştürenler, elbette sanatı, bilimi değil de yozluğu, yolsuzluğu, cehaleti, onursuzluğu ve katillerini yüceltecek. “Parmakları birer satır/ bakışları namlu/ varlığı ömrü anlı şanlı/ milli katilidir onlar milletimin/ kurbanları mı?/ yalnızca onurdu aradıkları/ hoşgörü ve adalet/ şimdi onur bebelere balon/ hoşgörüyse eşcinsel şarkıcı/ adaletiyse hiç sor ma/ önce otellerde denedi/ dikiş tutturamadı/ geneleve düştü zahir.” Günümüz coğrafyası şiir adına müthiş serüvenlerle bezeli olduğu kadar, kan, öfke ve şiddetle de yeterince bezenmiştir ve buralardan yükselen çığlıklar binlerce yıldır susmadı, susturulamadı. Acılar ne yazık ki dindirilemedi ve bu iklimlerin büyüttüğü bizlere de Yunus’tan beri: “Damlamaktı işim/ damladan bir okyanus olmaktı düşüm/ bu yolda kimi öldüm/ kimi dirildim/ dillerde türkü oldum/ kâh yandım, kâh yakıldım/ usanmadım/ bir gittim bin geldim/ Yunus oldum bir daha söyledim/ gelin canlar bir olalım/ bu işi kolay kılalım” demek kaldı. “ŞİİRİ YAŞAMIMDAN SOYUTLAYAMAM” Şiirlerinize kendinizden bir şeyler katmak yerine doğrudan kendinizi işleyen şiirleriniz var. “Oyuncuya Öğütler” gibi. Bu kitabınız önemli özelliklerinden. Şiir bu kadar hayatın içinde mi? Az önce de benim için şiirin hayatın damıtılmış hali olduğunu söylemeye çalıştım. Şiiri yaşamımdan soyutlayamam. Biz birlikte bir yolculuktayız ama bazen birbirimizi beğenmediğimiz, küstüğümüz, tepiştiğimiz, itiştiğimiz zamanlarımız da olabiliyor. Bunlar yaşadığımızın kanıtları aslında. Epigram yazmayı severim ve bu tarz epey deneme yaptım. “Oyuncuya Öğütler” bölümü de böyle bir bölüm aslında. İlk şiir kitabım, Usum Yangın Yerinde Su Damlacığı‘nda kendine özel “Korlar” adıyla böyle bir bölüm vardı. Bu kitapta da “Oyuncuya Öğütler” var. Bu mesleğime duyduğum aşktan kaynaklı bir durum olsa gerek. Çünkü oyunculuk vazgeçemeyeceğim müthiş bir iş ve bu meslekte ustalaştıkça buna değgin sözler söyleme ihtiyacı hissediyorsunuz ki bundan birçok genç dostum kendine pay çıkarıp bir yol tutabilir diye düşündüm ve öyle de oldu. Birçok genç meslektaşım bazılarının “poemeprose” diye adlandırdıkları bu bölümü çok sevdi. “Melih Cevdet Anday’ın Bir Şiirine Nazire” adlı bir şiirinizin bir öyküsü var mı? Melih Hoca’nın benim mesleğim ve şiirim üstünde çok büyük bir etkisi var. Konservatuar sınavına girdiğimde ilk onun gözleriyle buluştu gözlerim. Müthiş hayran olduğum o adam karşımdaydı ve beni dinliyordu. Okula başladıktan sonra özel bir dostluğumuz oldu ya da benim onun paçasına zorla yapışmışlığım diyelim. Elden geldiğince bir bahane yaratır ve evine gider, şiirlerimi okumaya ve de eleştirilerini almaya çalışırdım ama o daha çok gençliğin durumu ve sorunlarıyla ilgilenir, ben değil de o beni soru yağmuruna tutardı. Çoğu kere sohbetlerimizin sonuna doğru bir iki şiirimle ilgilenirdi. Müthiş hayrandım şiirine ve entelektüel bilgisine. Birçok şiiri ezberimdedir. Bu “nazire” de bir sabah eşim yorganları havalandırmak için balkona çıkarmıştı ve ezberimde olan o şiir beni rahat bırakmadı, yapıştım kâğıda kaleme. Belki ona da bir selam göndermek istemişti belleğim çünkü onu hele şu sıralar çok özlüyorum. Siz İstanbul Şehir Tiyatroları’nda üstlendiğiniz rollerle birçok ödül aldınız. Aynı zamanda yönetmen ve oyun yazarısınız, şairsiniz. Yaptığınız işler birbirini besliyor mu? Her iki kitap bu soruya yeterli cevabı veriyor aslında. Ne şiir kitabımda tiyatrodan vazgeçebiliyorum, ne de Toplu Oyunlar II kitabımda şiirden. Biliyorsunuz tiyatro önce şiirle başlamıştır, Dytrambalarla. Şiir tiyatronun kökünde var. Geçmişten günümüze şiiri, resmi, heykeli, müziği ve belki de bütün sanatları içinde barındıran tek sanat tiyatrodur. Dünyanın en eski sanat dallarından biridir tiyatro ve bugün de ben aynı şeyi bir kez daha yapmanın peşindeyim. Can Yücel’in şiirlerinden, Genco Erkal’ın uyarladığı, Mehmet Güleryüz’ün desenlerini çizdiği, müziğini Ayça Kocatürk’ün yaptığı ve benim yönetip oynadığım “Can” adlı oyuna hazırlanıyorum. Ë Rozerin DOĞAN y Çağırırken Ufukta adlı ilk şiir kitabınızla sizin kaleminizden çıkmış ve bir tanesi sahnelenmiş üç oyununuzu içeren Toplu Oyunlar II kitabınız aynı anda yayımlandı. Bu bir yazar için mutluluk verici. İkisinin aynı anda yayımlanması bir tesadüf mü oldu? Yoksa bir tercih mi? Çok bilinçli olmasa da bir tercih. Çünkü hazırda bekleyen dört kitaplık bir şiir birikimi söz konusuydu. Otuz yıllık bir şiir birikimi kenarda yıllarca beklemiş ve gün yüzü görmemişti. Dört kitap bir anda çıkamayacağı için onların içinden seçilmiş, otuz yıllık bir süzgecin ürünü oldu Ay Çağırırken Ufukta. Toplu Oyunlar II’ye gelince o da öyle. Yazdığım ve uyarladığım birçok oyunum var ve bunların da içinden bir seçim yapmak gerekti. Birçok yazar ve şair belki yazdığının derhal okuyucuyla buluşmasını tercih eder ama ben bunu yapamadım. Çünkü kitaplaşan her eser sizin olmaktan çıkar ve o artık okuyucunun. Siz onun üzerindeki birçok hakkınızı okuyucuya devredersiniz. Ben bunu son derece zorlu ve korkunç olarak adlandıran, hastalıklı sayılabilecek bir karakterim galiba. Onları yuvadan uçmuş çocuklarınız olarak kabullenmek, ciddi bir iştir benim gibiler için. Bunu geç yapabilen bir tipim. Yaptıktan sonra da ağlamayı ve sızlanmayı huy edinmiş rahatsız biriyim. Bu iki kitap için şu an öyleyim mesela. Artık onlara dönüp ilişmek, koklaşmak ve oynaşmak hakkımı yitirmiş durumdayım. Onlar kendilerince varlar ve duruyorlar artık, bensiz, ben olmadan. Daha önce Usum Yangın Yerinde Su Damlacığı adlı bir şiir kitabınız yayımlanmıştı. Şiirleriniz duru hayattan seçilmiş sözcüklerle kaleme alınmış. Sözcükleriniz hayata ilişkin. Ümit Yaşar Oğuzcan bu konuda “bilinmesi gereken tek kural, her söz dizisinin şiir olmadığı ama her şiirin bir söz dizisi olduğudur” diyor. Siz ne dersiniz? Doğru, sözcükler olmadan okuyucuya ulaşamazsınız ama bence şiir için tek bir kural yok. Keşke olsaydı. Şiirin ille de bir SAYFA 10 13 EKİM A 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1130
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle