01 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Alain Badiou’dan ‘Başka Bir Estetik’ Özerk bir alan olarak estetik deneyim Klasik modelle ilişkisini koparan ve katılımcı olmaktan uzaklaşan modern estetikte estetik deneyimin özerk bir alan oluşturduğu bilinir. Bu deneyimin oldukça sorunsal olduğu ve eğretilemelere (metafor) dayandığı düşünülürse, sanat dallarına özgü yeni çıkarsamalara yönelen düşünürlerin bu tutumlarını anlamak daha da kolaylaşır. Alain Badiou’nun Başka Bir Estetik‘te yaptığı da bu. Ë Kaya ÖZSEZGİN elsefenin alanına giren doğa ve gerçeklik kavramının özünde Newton fiziğinin dayandığı ilkeler egemen. Öznenesne bağlantısı içinde irdelenen sanat felsefesi de bu ilkeler çerçevesinde ve o ilkelerden bağımsız değil. Newton’un bulduğu “çekim yasası”, bütün güçleri dengeye kavuşturmuş ve bundan da maddi bir dünya sistemi ortaya çıkmıştı. Özgür bir yaratma dünyası olan “tin” ise bu maddi dünyaya sanat aracılığıyla yeniden biçim verir. Estetik yaratma yoluyla sanat yapıtında kendini gösteren şey, o şeye dışardan bakan izleyiciyi, onu kavramaya yönlendirir. Sanatın ideal dünyasıyla gerçekliğin reel dünyası bir araya gelerek estetik etkinliğin yolunu açar. nulan tezle de örtüşür. Bu konuda Pessoa’ya öncelik verir çünkü o, yüzyılın bütün antiPlatoncu eğilimlerini boydan boya kavramış, hepsini katetmiş ya da öngörmüştür.) Felsefenin bu temel kategorileri, sanat ile felsefe arasında bir “barış” kurulmasını zorunlu hale getirir. Bu barış ise bütünüyle hakikat ile gerçeğe benzerlik arasındaki sınırın saptanmasına bağlıdır. Peki, nedir felsefe? Tanım açık: Felsefe, hakikat tarafından birbirine düğümlenmiş varlık ve olayın genel kuramıdır (s. 39). Kitabın ele aldığı sorunsal işte bu noktada başlar. Badiou’ya göre, yirminci yüzyıla özelliğini veren şey, bu yüzyılın kitlesel ölçekte yukardaki şemalar dışında yeni bir şema ileri sürmemiş olması. O halde öncelikle yirminci yüzyıl düşüncesinin “kitlesel eğilimler”ini göz önüne almak gerekecek. Yazar bu eğilimleri Marksizm, psikanaliz ve Alman yorumbilgisi olarak özetliyor. Bunlardan ilki didaktik, ikincisi klasik, Heideggerci yorumbilgisi ise romantik şemaya uygun gelir. Brecht, sanatın hiçbir hakikat üretmediği görüşünde ısrar ederken Heideggerci yorumbilgisi şairin söyleyişi ile düşünürün düşünüşünün birbirinden ayırt edilmeyecek biçimde iç içe geçtiğini gözler önüne seriyordu (s. 17). Böylece Nietzsche’nin “sanatçıfilozof”unun yerine “düşünürşair” figürünü koymuş oluyordu. Sanat ile felsefe arasındaki “bağ”ın kopması, Badiou’nun önerdiği üç şemanın “doygunluğa erişmiş” olmasından. Şimdi, kitabın başına konulan nota, yani kitabın ana fikrine dönebiliriz. Orada şöyle diyor Badiou: “Başka bir estetik ile estetik olmayan ( “inesthétique”) derken kastım, sanatın kendi başına hakikatler ürettiğini öne süren ama sanatı herhangi bir biçimde felsefenin nesnesi yapmaya kalkışmayan bir ilişki, felsefenin sanatla kurduğu özel bir ilişkidir.” Bu tanımdan yola çıkarak izini sürdüğü şeyi de kendisi özetliyor: “Estetiğin spekülasyonuna mukabil, estetikolmayan, kimi sanat eserlerinin bağımsız varoluşunun ürettiği o tam anlamıyla felsefeiçi etkiler.” Kitap bu ana tez etrafında “bir dizi çeşitleme”den ibaret. Yeni bir şema, yani felsefe ile sanat arasında bir dördüncü “düğümlenme tarzı” önermeye çalışmak gerekir. Yazarın biraz da alışılmamış bir iddia içeren “inesthétique” kavramı, aslında yeni ya da başka bir estetiktir. Gene yazarın yorumuna başvurursak, tekil bir düşünme biçimi olarak sanat, felsefeye indirgenemez (s. 20). Bütün mesele, sanatsal sürecin “tekilliği”ne yani bu süreci, sözgelimi bilimden ya da siyasetten ayıran indirgenemez farklılığı temellendiren şeye odaklanmada. Çünkü sanat, nevi şahsına münhasır bir üretim; “sonsuz bir çokluk” olan hakikat karşısında sanatın konumu da o nedenle kendine özgü. İlkeler şöyle sıralanıyor: Yapıt, sanat denen usulün dokusunu meydana getiren şey, bir hakikat değil, sanat yapıtı, bir sanatsal hak, hakikatin özne noktalarından biri, hakikatin yapıtlardan başka varlığı yok, yapıt, bir yenilik ilkesine tabi ve nihayet sanat, bir biçim (“configuration”) algısına dayanır. Ama gene de muğlak bir kavramdır konfigürasyon. O, ne bir sanat türü, ne bir sanatın tarihinin “nesnel” bir dönemi, ne de teknik bir düzenek. Ama felsefe, onun izini taşır kesinlikle. ŞİİR VE DANS Kitabın ağırlıklı konusu şiir. Düşünce ile şiir arasındaki uyuşmazlık, imgeler ve taklitle ilgili olan uyumsuzluktan çok daha köklü ve çok daha eski. Ne bir betimleme ne de bir dışavurumdur şiir. Matematik gibi o da herkese hitap eder. Şiirsel bir diyalektik üzerinden soruna açıklık getirmek amacıyla, biri Batı edebiyatından (Mallarmé) öteki Arap edebiyatının cahiliye döneminden (Lebid bin Rebia) iki şaire öncelik verir kitabında. Bu iki karşıt noktadan bakıldığında, gene hakikat merkezli çoğul bir sonuca varılır: Hakikat değil, “hakikatler” vardır (s. 69). Her hakikat bir süreçtir. Öznenin hakikat üzerinde hiçbir egemenliği (efendiliği) yoktur. Düşüncenin metaforu olarak Badiou’nun dans kavramına bakışı ise bu kavramın her türlü “ağırlık ruhundan muaf” bir düşüncenin imgesi olması yö F ARINDIRICI SANAT Felsefenin yanı sıra çok yönlü disiplinlerin içinden gelen Alain Badiou (d. 1937), sanatla felsefe arasındaki ilişkiye, öteden beri hastalık belirtileri göstermiş, gelgitli bir ilişki gözüyle bakıyor; bu iki disiplinin birbirine düğümlenmesini didaktik, romantik ve klasik şema bağlamında değerlendiriyor kitabında. Platon estetiği açısından bakıldığında “hakikate kâdir olmayan” sanat, eşyanın değil, hakikat etkisinin “taklidi” olarak (“mimesis”) karşımıza çıktığına göre, sanat ya mahkum edilir ya da salt bir “araç” olarak ele alınır ona göre. Badiou’nun itirazı önce bu noktada. Romantik şemaya bakıldığında, yalnız sanatın hakikate kâdir olduğu tezi ağırlık kazanıyor. Aristoteles’in kurduğu klasik şema ise yazara göre didaktik şemanın savunduğu mimetik (yansıtmacı) özle ilgili ve sanatın “bilişsel” ya da “ifşa edici” değil sağaltıcı (“catharsis”) olduğu yolundaki teze göndermede bulunur. Hatta “hoşa gitmek” de bu tezin öngördükleri arasındadır. (s. 14) (Badiou’nun Nietzsche ile birlikte yüzyılın bütün çabasının “Platon hastalığından kurtulmak” olduğunu söylemesi, kitapta savuSAYFA 6 nünde. Nietzsche, ona bu konuda rehberlik edecektir. Bizzat Zerdüşt’ün kendisi, dans eden bedenin “fışkıran bir pınar” olduğunu söylemişti. Dikey bir bedendir dans ya da “sessiz beden”dir. Sonuçta dans, “tüm hakiki düşüncenin bir olaya bağlı olmasının metaforu”dur. Dans ile tiyatro arasında “özsel” bir karşıtlık bulunması, teatral duruşun salt tiyatroya özgü bir nitelik olmasından dolayıdır belki de. Yoksa sanatların “teatral etkiye boyun eğmesi”ni “soytarılık” olarak tanımlamazdı Nietzsche. Buradan tiyatroya geçmek daha kolay olacaktır. Öteki sanatlar gibi tiyatro da düşünür, o da düşünceyi merkeze alır. Bu noktada A. Vitez’e göndermede bulunacaktır yazar: Tiyatronun amacı, bizi “durumumuz” konusunda aydınlatmak, karmakarışık hayatı “okunaklı” kılmaktır. Öte yandan sırtını devlete dayamak, yazara göre tiyatronun değişmeyen sorunudur. (Bizde de hep öyle olmamış mıdır?) Sahne sanatı olarak tiyatroyu yedinci sanat yani sinema izler. Ancak orada görüntü kesilip kurgulandığından hareket engellenmiş, askıya alınmıştır. Gene de sinemayı, öteki sanatlarla bağlarını kavramaksızın düşünmek mümkün değildir (s. 94). Bu anlamda diğer altı sanatla aynı düzeyde onlara eklemlenmez, onları “imâ” eder, diğer sanatların “artı bir”idir o nedenle. (Burada Badiou’nun sinemaya ayrıcalıklı bir yer verdiği açıktır.) Şiirde varsayılan şiirsellik, bu bağlamda sinema için geçerli değildir yazara göre, sinema “katışık” bir sanattır. Salt çekim ve montaj dışında sinemaya özgü bir şey yoktur sinemada. Edebiyatın buyruğunu “tersyüz” eder o. Varlık, varoluş ve düşünce açısından düzyazı ve kavram ilişkisinin ele alındığı dokuzuncu bölüm, kitabın büyüteç altına alınması gereken bölümü kanımca. Yazarın bu bölümde dayandığı temel metin (“cap au pire”) , Beckett’in Fransız dilinde kaleme alıp sonradan İngilizceye çevirdiği ve hangisi hangisinin çevirisi olduğuna yazarın kendisinin bile karar veremediği metindir. “Boşluk” kesiti ve “alacakaranlık”, biri özerklikten yoksun, ikincisi ise varlığın “en üstün adı” olarak metinde saf varlığın bir değil, iki adıdır. Burada “faltaşı gibi kapalı bakan göz”, metnin derinine nüfuz ederken saf varlığın özel adı olan boşluğa yönelir. Badiou, önemli bir noktayı hatırlatır okura: “Kafatası beyne açılmış deliklerden meydana gelir” (s. 123). Kafatası “gölge özne”dir, ortadan kaybolmaz. Burada gözlerden “kara delikler”e geçilir. Orada artık göz ortadan kaldırıldığı için “saf görme”den söz edilebilecektir. Kapalı bakan gözün görmesini sağlayan, bu deliklerdir çünkü. Ayrıca unutmamalı: “Her söyleyiş, bizatihi varoluşu içinde bir eksik söyleyiştir” (s. 117). Beckett’in temel savı da bunu doğrular: “Söyleyiş ancak ve ancak söylenenle kaynaşmış olmadığı, söylenenin otoritesine tabi olmadığı zaman, bir özgür söyleyiş ve özelde bir sanatsal söyleyiştir.” Kısaca Beckett’in öngörüsüne dayalı bir “yazı mantığı” bunu gerektirir. Görelilik kuramı burada da devreye girer. İçsel düzyazıdan şiire geçildiğinde Mallarmé, gene Badiou’nun “örnek bir güzergâh”ı olacaktır. Felsefe, “gerçeğe benzemeyen hakikat”ın peşinde olduğuna göre, Badiou da bu hakikat kavramına kendi bakış açısından yaklaşır, böylece “başka bir estetik” kavrayışına yönelir. Başka Bir Estetik/ Alain Badiou/ Çeviren: Aziz Ufuk Kılıç/ Metis Yayınları/ 166 s. Alain Badiou, sanatla felsefe arasındaki ilişkiye, öteden beri hastalık belirtileri göstermiş, gelgitli bir ilişki gözüyle bakıyor; CUMHURİYET KİTAP SAYI 1093
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle