Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ şun, oradaki varlığın temel prensibi. Yıkmanız, kıymanız varlığa aykırı değil o cephede. Olanak var. Tam da bu istenen. Bizim terminolojiyle söyleyecek olursak, siyasallaşın. Siyasallaşmak sözcüğünün en basit anlamıyla o varlıklarla, sözcüklerle ilişkide siyasallaşın. “ISRARLA HAYATI, ÖLÜMÜ, İNSANI, ÖTE DÜNYAYI DÜŞÜNÜRÜM” “Basit aşk” var, diyorsun. Bunun gibi pek çok şey. Bu önermeler bile başlı başına sorun edilmesi gereken dil kopmasına, varlık kesintisine götürüyor bizi. Bu bağlamda, neler söyleyebilirsin? Kalbimizin durduğu anlar. Yaşarken değil bir ölüyken yani o an için. Düşündüğünüzde, tasavvur ettiğinizde dünyayı. Bir ölüymüşsünüz gibi baktığınızda her şey bambaşka gözükür. Bir ölü bence, benim bildiğim. Nihayet adil, şefkatli, iyi ve sıcaktır. Şüphesiz yaşayandan daha yakın öte dünyaya ve ilahi adalete. O yüzden ölüyken düşündüğünüzde, gördüğünüz şeyler farklı olur. Kahırlı bir sevgiyle kucaklamak istersiniz insanları. Siz ölüyken, toprak üstünde daha belirgin bir hale gelir, sanki billurlaşır; suç, günah, şiddet, vahşet, korku, hata, ihanet. Parlar karanlık. Artık adil olduğunuz için onları görürsünüz ve fısıldayarak anlatırsınız belki gerçeği. Topraktan bir ses yükselir gibi. Parlayan karanlığın mabedine girmek, mesela bir savaş meydanında bulunmak zorunda kalırsınız. Bağdat billurlaşır zihninizde. Göç, nefret suçları, yoksulluk, terör, ihanet, toprak, insanlık durumları. Modern tarih tiyatro oyunları üzerinden de yazılabilir. Şiir üzerinden de. Ben önemserim bunu. Bu yüzden tıpkı bir ölü gibi adil, şefkatli ve iyi olmak; Filistin, Irak, yokluk, göç, Bağdat, ihanet demek isterim. Israrla hayatı, ölümü, insanı, öte dünyayı düşünürüm. Ne biliyorsam onun tam tersini düşünürüm. Yapacaklarımın tam tersini yapmayı başarabilirim. Kurmayı ve yıkmayı… Beklemeyi ve saldırmayı. Görmezden gelmeyi ve görülmeyecek olanı görmeyi… Bunları yapabilmeyi dilerim. Yapayalnız bir yalnız olmayı, inançsızlığı, korkaklığı ya da kişisel herhangi bir sorunu da anlatırım fakat bunlarının tümünün altında hep bir toprak olsun, bir toprak parçası uzansın bunların altına onu isterim. Aşkın Dili, semiyotikten ve onun öngörülerinden hareket ederek ilerleyen bir oyun. Dilin insanın varoluşunu inşa ettiği bir yurtlanma biçimi olarak senin oyunlarında denk geldiği alan tam olarak neresi? Bu soruyu Roland Barthes’dan feyz alarak soruyorum. Çünkü, “Dil ilerici ya da gerici değildir, düpedüz faşisttir; çünkü faşizm söylemeyi yasaklamak değil, söylemeye zorlamaktır.” Aşkın Dili’nin göstergebilim ya da farklı bir metodla ilişkisini bilmiyorum. Şu, görülen gören kavramlarının zorunlu olarak işaret ettiği alanı kastediyorsak eğer doğrusu ben tam şu an Balık karakteri gibi hissederim kendimi. Onun bu bahiste bir tiradı var. Semiyotik açıdan bir geyik boynuzunu çözümler. “Dilin insan varoluşunu inşa ettiği bir yurtlanma” diye tarif ettiğin meseleyi ise etraflıca konuşmamız lazım. Fakat bunu bir söyleşide yapmak çok zor ve büyük oranda anlaşılır olmaz. Yine de söyleyeyim: Evet dili bir yurtlanma olarak tarif ederiz ve oldukça açıklayıcı bir ilişki tanımı bu. Fakat böylesi bir eylemin içinde bir de “yurt” var. Dilden tümüyle çıkabileceğin bir an, tek bir an olabilir mi? Dilin dışında var olabileceğin tek bir an? Olağan koşullarda olmaması gerekir. Çünkü böylesi bir şey akla hatta ilahi akla aykırı olur. Oysa vardır. Mucizevi bir şekilde, insan ve dil “tek” iken, yine de dilden ayrılabileceğimiz alanlar var. Ben buna “yurt” diyorum. Yukarıda bir varlık dünyası olarak anlattığım “sözcükler”, “şiir”, “roman” ve bir vazo ya da sokak ya da hayal yurt. Bak bu muhteşem. Yurtlanma eylem olarak bir yurdu zorunlu kılar. Dilin yurdu sözdür. Tiyatro bir yurttur. Elbette “söz”, “sözcük” kelimelerini burada doğru kavramak, onu kendi derinliği içinde görmek gerekir. Yoksa ben dili “cümle” zannedenlere, “oyun” sözcüklerle yazılmaz derim. O halde dilin faşistliğini kabul edebiliriz. Dil söylemeye zorlar gerçekten ancak bu özelliğini faşizmden almaz. Dil, faşisttir ancak faşizmi yaratmaz. İnsanı söylemeye zorlayan şey bir “ilk kural”dır. Varlığa, yaradılışa dahildir “söylemek.” Faşizmin zorunlu bir sonucu değil. Böyle olunca yani dilin faşistliği ile söylemeye “yazgılı” insanı karşı karşıya koyunca daha muhteşem, içinden çıkılmaz ve kendi üzerinde dönüp duran bir ilişki doğuyor görüyor musun? Söz, dili tanımlamaya yetmiyor ki; bu da mucizeye dahil. Çünkü bu zorunludur. Söz, dili tümüyle tanımlayabilse aralarında fark kalmazdı. Neyse. Şöyle bir laf var oyunda, bende bir delilik hissi yaratıyor fakat tümüyle de akıllıca. Balık, âşık olduğu adamın lisanını anlamıyor ve onu İtalyan zannediyor oysa adam Türk. O zaman şunu diyor: “Rusçayı gece öğrenmiş olmalıyım. Oysa İtalyanca öğrenseydim adamın, o an Türkçe konuştuğunu şıp diye anlardım.” Peki, onca çaba ve onca oyun sonrasında yaptıklarının toplamından nasıl bir sonuç çıkartıyorsun? Karşı çıkışların var, sorunlar var. Yoksa yanılıyor muyum? Karşı çıkışlar, evet. Bunların bir kısmı pratik meseleler bir kısmı da teorik. Örneğin başımızda şu çağdaş sanat belası var. Tiyatro sanatında derin düşünceyi tümüyle yoksaymış ya da artık hiç kullanmıyor oluşumuzun yarattığı sorunlar var. Genel bir cahilleşme, başka bir deyişle “kuramsal”, “kitabi” olandan uzaklaşmanın yol açtıkları var. Kişisel olarak bunların farklı veçheleriyle daima yüz yüzeyim. Fakat son zamanlarda, sanırım bir kaçış noktası buldum. Tiyatronun sadece metnine yoğunlaştım. İşte bu yükümü hafifletti. Fakat tiyatronun, dilin, psikolojinin ya da karakter yaratmanın, adlandırmanın temel sorunlarını daha ziyade meslekten olmayanlarla konuşuyorum. Onlarla bir çıkış bulmaya çalışıyoruz. Konuşmak önemlidir biliyorsun, zihnin bir çalışma biçimidir. Sonra ben Lacan, Barthes, Mevlana, Sezai Karakoç, Platon, Ortadoğu falan da konuşmak istiyorum. “Kendinden dışarı taşınandır aşk” dizesinin ne dediğini? Konuşmak yoksa bir yanı sakat fikrin. Bundan kaçınmak gerek ve tüm bunlardan bağımsız bir de benim dostlarım var. Bizim yaptığımız işleri bir ölüm kalım meselesi olarak alabiliyorlarsan, bunu şöyle anlamalısın: Canlarından mesul olduğum dostlarım var. Her biri doru bir at üstünde, dörtnala bekleyen dostlar. Öyle ki, onlar vazgeçip, bir an vazgeçip dönse bile artlarında kopan fırtına bizi savurup götürecek. Çok şükür silinip gideceğiz tarihten, zamandan. Dinleneceğiz, dinleneceğiz… Aşkın Dili/ Funda Özşener/ Mitos Boyut Tiyatro Yayınları/ 56 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1093