Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
D HP’nin içinden çıkan Demokrat Parti yönetim erkini ele geçirdikten sonra, CHP’yi çötertmek için, malvarlığına el koydu, Cumhuriyetin yerleşmesine yarayan kültür kurumlarını kapattı. Para, insanın geçimini sağlamaya, yaşamasını kurtarmasına yarar. Para güç haline gelince yönetim erkini ele geçirmek ister. Celal Bayar’ın, “Partini tutanları zengin edeceksin” sözünü anımsayalım. Adnan Menderes’in Vehbi Koç’a, “Şu 1 lirayı görüyor musun Vehbi Bey, sizi buna muhtaç ederim” dediğini anımsayalım. Demek varlıklı olanlar yönetim erkini ele geçirenler için çalışacak. Herkesin kendine göre bir ünü, bir önemi var. O ün, o önem de yönetim erkinde görev alacağını umar. Yönetim erkini ele geçirenlerin bunlardan yararlanması da doğaldır. Yönetimin olanaklarından yararlanmak insanı öylesine değiştirir ki, yasal olmayan bir düzeni dayatmaya çalışır. Demokrat Parti bu yollara başvurdu. Üstelik ordunun onurunu kıran davranışlara da girişti. eğinmeler MUSTAFA ŞERİF ONARAN 12 Eylül Eyleminden Sonra rütme ve yargı organları, anayasal hakları yaşama geçiren tüm emekliler, tüm aydınlar, bu hakları savunan bilim adamları, bu hakları verdikleri kararları ile sağlamlaştıran, koruyan yargıçlardır.” Abdullah Baştürk bozulan sağlık dengesi yüzünden akciğer kanserinden öldü. Ama ailesi onun adını “Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülü” ile yıllardır yaşatıyor. ÖTEKİ, DURSUN AKÇAM TÖS’ün ikinci başkanı olan Dursun Akçam öyküleri, romanlarıyla ödüller kazanan bir edebiyatçı. Adnan Binyazar onu şöyle değerlendiriyor: “Dursun Akçam çok renkli bir insandı. Bu renkliliğin en açık ifadesi, onun öykülerindeki ironidir. Öykülerinde hiçbir fazlalık da yoktur, o Çehov cinsinden güçlü bir öykücüdür. Akçam’ın yazarlığında derin bir komedyada da vardır. Yazıları güçlü esprilerle süslüdür. Kişilikleri çok canlı anlatır. Çok da iyi bir gözlemcidir.” Dursun Akçam 12 Mart öncesi kargaşa döneminde, TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) andına bağlı olarak Atatürk’ün gösterdiği yönde çağdaş eğitime hız vererek, halkımızı, siyasetçilerin iç sömürüsünden, yayılmacıların dış sömürüsünden kurtaracaklarına inanıyordu. TÖS davasında yargılanmış, 8 yıl 10 ay hüküm giymiş, Askeri Yargıtay kanıtları yeterli bulmadığı için aklanması gerektiğine karar vermiştir. Ama içerde çektikleri sağlığının bozulmasına yol açmıştır. “Demokrat” adında 70 ortaklı, devrimci bir gazetenin yöneticiliğini üstlenmek sorumluluk isteyen bir görevdi. “12 Eylül yönetimi” gazeteyi kapatınca Dursun Akçam kendini zor günlerin beklendiğini anlamış, yurtdışına çıkıp kurtulma olanaklarını aramaya başlamıştı. Onun yurtdışına çıkma olayı bir serüven romanı gibi soluk kesicidir. TARİHTEN DERS ALMADIKÇA Otuz kişi arasından bu iki simge kişiyi örnek olarak seçtim. Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman değişik bir yöntem geliştirerek bu otuz kişinin yaşama serüveninden “12 Eylül dönemi”ne ayna tutuyor. Bu “baskı yönetimi”, özgürlükçü “61 Anayasası”ndan öç alır gibi nice iyi insanı çürüğe çıkardı. “12 Eylül yönetimi”, örgütlü toplumun gücünü kırma girişimindeydi. Tarih kendini yineleyip duruyor. Yinelenen olaylardan ders alınmadığı için olsa gerek, Mehmet Âkif şu dörtlüğü yazmıştı: “Tarihten adam hisse kaparmış...Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi? ‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” Demokrat Parti yönetim erkini ele geçirdiği zaman basını kendi siyaseti için kullanmak istemişti. Bu durumu Bedii Faik’in eleştirdiği bir sözü vardır: “Bunlar işe besmeleyle değil, beslemeyle başladılar.” “Besleme basın”ın yaygarasından yarar uman yönetimler eski yanlışları uygulamayı sürdürüyor. Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman bu 30 simgesel kişinin yaşama serüveninden yola çıkarak demokrasi tarihimizdeki bir bataklığı anlatıyor. Kendimizi o acı çeken, öldürülen insanların yerine koyup öç alma yanlışına düşmemeliyiz. Bu acılı dönem iç barışın sağlanmasına yaramalı. Aykırı görüşte olanlar birbirimize alışarak siyaseti iyileştirmeye çalışmalıyız. “12 Eylül’ün 30. Yılında 30 YIL 30 HAYAT” gibi kapsamlı bir çalışmayı hazırlayan Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman, hiç olmazsa, bu gerçeğin bilincine varmamızı sağlamış olsun. ? Bu sayfayla iletişim kurabilmek için dergilerinizi ve kitaplarınızı aşağıdaki adrese gönderiniz: C Emekli General Ali Armağan “Galiba Haddimi Aştım” başlıklı anılarında, “siyasetçiler askeri kazanmasını bilseydi ‘60 Eylemi’ne yol açılmazdı” anlamına gelen bir gözlemine de yer verir (Cumhuriyet KİTAP, Anılar Üzerine Bir Genelleme, 19 Ağustos 2010). Elinde silah gücü olan asker “İç Hizmet Kanunu”nun tanıdığı “Türkiye Cumhuriyeti”ni kollamakoruma görevini yerine getirmek için yönetim erkine el koyar. El koymak kolaydır da, kadro oluşturmamışsanız yönetimde kalmanız kolay değildir. “60 Eylemi”ni gerçekleştiren gücün, ertesi ay memura ödeyecek parası yoktu. “60 EYLEMİ” “60 Eylemi”ne doğru Gülhane’de cerrahi uzmanlığına çalışan bir yüzbaşıydım. Hangi nedenle servisimizde yattığını anımsayamadığım Suphi Karaman’ı nice subay aramaya gelirdi. Sonra eylem gerçekleşip Suphi Karaman Milli Eğitim’den sorumlu Milli Birlik Komitesi Üyesi olunca bana bir olay anlattı: “Bir gün kalın bir dosya getirdiler. ‘Bu komünist bir öğretmen. Ne yapalım?’ diye sordular. Dosyaya şöyle bir bakıp fırlattım attım. ‘Siz kimi kandırıyorsunuz?’ diye çıkıştım.” Dosya Cahit Külebi’nindir. Suphi Karaman da Cahit Külebi’nin yakınıdır. Suphi Karaman’a şunları söylediğimi anımsıyorum: “Siz Külebi’yi iyi tanıdığınız için bu düzmece dosyayı yutmadınız. Ama kim bilir tanımadığınız nice insana yanlış işlem yapılmasında kullanıldınız!” “60 Eylemi” dönemindeki yanlışları düşünüyorum da, üniversitelerden atılan “147’ler Olayı” haklı mıydı? Yassıada yargılamasında yargıçların azarlayan tutumu, anayasa suçu işleyenlerin “bebek”, “köpek” davalarıyla da yargılanması gülünesi bir çelişki oluşturmuyor muydu? O zamanlar Hikmet İlaydın’ın dillerde dolaşan bir yergisi vardı: “İki it var, biri Cancan, Paşanın Biri Efgan ki bilinmez ismen İnkılap sandığımız nesne meğer Efganın marifetiymiş kısmen.” “60 Eylemi”ni ordudaki alttan gelen dalga gerçekleştirmişti. Başka yanlışlar da anımsanabilir ama, “60 Eylemcileri”nin hazırlattığı “61 Anayasası” demokratik bir toplumun oluşmasında önemli kurumların yer almasına olanak sağlayan bir anayasa oldu. Ne var ki, özgürlükçü bir anayasanın bir kargaşa toplumuna yol açacağı söz konusu olabilir miydi? Bu kargaşa toplumuna özgürlükçü anayasa mı yol açtı, böyle bir kargaşa toplumu, bir baskı yönetimini hazırlamak için dayatılmış mıydı? Ahmet Erhan’ın şiirini anımsayalım: “Bugün de ölmedim anne!” O iç çatışmalarda kimin, hangi koşullarda öleceği belli değildi. BİR KARGAŞA ORTAMININ SÜPÜRÜLMESİ “12 Eylül 1980 Eylemcileri”nin, böyle bir kargaşa ortamının düzeltilmesi için, “İç Hizmet Kanunu”ndan yola çıkıp “Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamakoruma görevini yerine getirmek amacıyla” yönetime el koyduklarını anımsayalım. Hem de artık alttan gelen dalga değil, emirkomuta zinciri içinde gerçekleştirilen bir eylem. O kargaşa ortamında yaşayanlar iyi bilir ki toplumcu güçler siyasete ağırlığını koymaya başlamıştı. Türkiye’yi bir “Yeşil Kuşak” anlayışı içinde görmek isteyen yayılmacı güçler bu gidişe engel olmalıydı. Böyle bir kargaşa ortamı ordunun eyleme geçmesini kolaylaştıracak aynı zamanda toplumu buna hazırlayacaktı. “12 Eylül 1980 Eylemi” üzerinden 30 yıl geçti. Otuz yıl sonra, duygusallıktan kurtularak, Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman bu eylemin bir değerlendirmesini yapmak gereğine inandı (12 Eylül’ün 30. Yılında 30 YIL 30 HAYAT, İmge Kitabevi, 2010). Sezer ile Dizman, 12 Eylül’ün 30. yılında; kimileri ölen, kimileri o dönemin tanığı olarak yaşamını sürdüren 30 insanı birer simge olarak ele alıyor. 12 Eylül dönemindeki kendinden usanan insanların dökümünü yapan yazarlar bu 30 kişiyi nasıl seçtiklerini şöyle anlatıyor: “İşte biz; fişlenen 1 milyon 680 bin yurttaşın; gözaltına alınan 650 bin ‘zanlı’nın, 90 güne varan gözaltı sürelerinde işkenceden öldüğü belgelenen 171 ve kuşkulu bir şekilde ölen 300 insanın; yargılanan 230 bin kişinin; idamı istenen 7 bin ‘sanığın’; ‘sakıncalı’ sayılarak işinden atılan 30 bin çalışanın; 120 öğretim üyesinin; kitapları yakılan yazarların, ozanların, dergileri, gazeteleri yakılan, kapatılan, sansürlenen yayıncıların ve gazetecilerin; örgütleri bir gecede suçlu ilan edilen sendikacıların; bu ülkeyi daha yaşanır, daha güzel, daha gelişmiş; kültürel değerleriyle aydınlanmış hale getirmeye çalışan düşünürlerin içinden 30 kişi seçtik. Binlercesi içinden 30 simge ad...” “12 Eylül yönetimi” Atatürk adına, Atatürk’ün kurduğu kurumları gerçek amacından uzaklaştırdı. Atatürk devrimlerinden yana olanlara unutamayacakları acılar çektirdi. Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman “12 Eylül yönetimi”nin bunları neden yaptığını şöyle açıklıyor: “Çünkü biliyorlardı ki düşünenleri, fikir ve bilim üretenleri, yazanları, söyleyenleri, örgütçüleri susturabilirlerse, en azından halkla, gençlikle ilişkilerini koparabilirlerse suskun, tepkisiz, konuşmayan, düşünmeyen bir toplumu yaratabilirler.” Devrimci anlayışı kargaşayla bir tutan “12 Eylül yönetimi”, baskı yasalarıyla, yasadışı yöntemlerle geniş bir sindirme eylemine girişti. BİRİ, ABDULLAH BAŞTÜRK Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman’ın simge olarak seçtiği bu otuz kişi, her biri birbirinden önemli, çevresinde iz bırakan birer güzel insan. Yazarlar onların özelliklerini şiirsel tanımlarla belirliyorlar; Hüznün İsyan Hali: Ahmet Telli, Yaşadın mı Büyük Yaşayacaksın: Ataol Behramoğlu, Bir Güzel Orman Olsun Diye Yazılarda: Kemal Burkay gibi... Bu 30 güzel insandan ikisini anlamakla yetinelim. Biri DİSK Başkanı Abdullah Baştürk; askeri savcının “bu davaya savaş hali hükümleri uygulandığını” hatırlatıp asılabileceğini belirtmesi üzerine “Siz ancak benim ceketimi asarsınız” diyebilen sendikacı. Ama 4 yıl 2 ay sonra savunma sırası ona ancak geldiği için, içerde geçirdiği insanlık dışı işlemler yüzünden sağlık dengesi bozuktur. Yargılanan yalnız Abdullah Baştürk değildir: “Bu davada sanık sandalyesine oturtulmak istenenler, 1961 Anayasası’nı yapanlar, yasama, yü Mustafa Şerif Onaran Hekimköy Sitesi 20. Sok. No: 8 06800 ÜmitköyAnk. Tel.: (0312) 235 91 11236 23 46 SAYFA 22 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1083