27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K oğum, düğün, ölüm kültürü, toplumların birbirinden etkiler alıp birbirine etkiler yaptığı, böylece hem geçmişten günümüze bunları yeniden yeniden yapılandırdığı hem geleceğe doğru örüntülemeyi sonsuzca sürdürdüğü, yatay, dikey uzantılarıyla birikim temelinde ekinsel bir bütün… İnsanoğlunun tüm yaşamının doğum, düğün, ölüm üçgeni arasında geçtiği, öteki bütün etkinliklerini bu üçgenin sınırları içinde gerçekleştirdiği; bilim, sanat, felsefe, devlet, hukuk, din, ticaret vb. alanlarındaki yapısal üretimlerinin genelde bu üçgenin türevleri olarak ortaya çıktığı ileri sürülebilir. Sözgelimi halk oyunları, ezgileri, dansları, büyüler, seyirlik öğeler vb. yukarıda söylediklerimi somut biçimde gözlemenin, denetlemenin yolu gibi de alınabilir sanıyorum. Demek insanın sevincini tasasını, kavgasını kaygısını, düşleriyle umutlarını, arayışlarıyla tutkularını sonuçta tüm gizini, büyüsünü bu üçgene bağlamak olası… Bu yüzden yüz binlerce yıldan bu yana üretilmiş her insani değer gibi bu üçgenin kapladığı alanla çakışan vurgu bağlamında doğuma, düğüne, ölüme değgin yaşanagelmiş ne tür ritüel, kuttören, şenlik, panayır varsa tümü de bu kavrayışın birer göstergesi kuşkusuz… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Kurban ve aydın... yepyeni boyutlara ulaştığı savlanabilir herhalde. Örneğin dev konserler, futbol karşılaşmaları vb. etkinlikler, böylesi törenlerin günümüzdeki yansımaları gibi alınabilir bir bakıma. Antik kentlerin yoğunlaştırılmış amfitiyatro etkinlikleri, bu tür törenlerle ya da evlerimize kurduğumuz ekranlarla, aynı anda hep birlikte izlediğimiz canlı savaş sahneleriyle sürmüyor mu? Mevsim döngüsü, gece gündüz, doğum ölüm hep bu anlayıştan besleniyor. Kurban bu nedenle hem biziz, kanımızı dökmenin, kendimizi kurban yerine koymanın örneği olarak hem de bu yolla karşılığında yaşam dilediğimiz bir mistik öğe… Yani kurban da cellat da biziz sonuçta… Nitekim söylendin temelli babaoğul/ İbrahimİsmail kurban töreni dönüşümü bunu göstermiyor mu? AYDIN; HEM KUTSANAN HEM KURBAN EDİLEN... Buna göre kurban, kurtuluşun da simgesine dönüşüyor. İnsan, verdiği kurbanın karşılığında kendini kurtarmanın telaşını yaşıyor demek ki. Bu çerçevede kurban yoluyla kutsama eylemi, daha doğru deyişle kutsal olana veya kutsala katılma töreni bunun göstergesi. Kurbandan alınan kanın kutsanmış öğe olarak kurbanı kesenin alnına sürülmesi bunun nasıl psikolojik bir zemine oturduğunun çok somut örneği. İsa’yı tüm inançlıların ortak kurbanı gibi görmek olası burada. Öte yandan bizde kurban bayramıyla birlikte dökülen kanların ortalığa yayılması, insanların bu kanla birlikte yaşamaktan hoşnut görünmesi insanlarımızın arabeske bulanmış günahtan arınma isteğinin, bu kan karşılığında beklenen, umulan, güç, bereket, yaşam dileğinin de ifadesi sayılmalı… Bizde halk arasında Nâzım Hikmet için Atatürk’ün ya da Fevzi Çakmak’ın söylediği öne sürülerek dolaştırılan “Bu adamı asacaksın sonra da başında oturup ağlayacaksın” sözünün bir tür kurban töreni kalıntısı olduğunu görmemek için kör olmak gerekiyor. Halk arasındaki bu tür dile getirişlerden birine Deniz Gezmiş’in de eklendiğini gözlemlediğimi söyleyebilirim kendi payıma. Buna göre göze girmeye çalışan değil göze alan, başını eğerek susan değil başını dikerek konuşan, uyarlık gösteren değil diklemesine giden insanın da, tüm insanlığın ortak kurbanına dönüştürülmek istendiği düşünülebilir. Öyle ya kurbanın karşılığında beklenen kutlu bir “nizam” değil midir? O halde söz konusu nizamın sürebilmesi için aydınların da kurban edilmesi gerekecektir bir bakıma. Kurban töreni bir kurtuluş ya da yeniden dirilişin, yaşama kavuşmanın bir figürü ise insanlık, aydınını kurban vererek nasıl ulaşacaktır peki bu amaca? Kurbanın kanını dökerken de, aydını katlederken de kendimizi güvenceye alıyor, bir bakıma evrensel olduğu sanısıyla uykusunu sürdürdüğümüz nizama ulaştığımızı mı düşünüyoruz? İşte halkın kurban ettikten sonra gözyaşı döktüğü aydınlar için yaptığı kutsama, kendilerini de topluca kurban vermeleri gibi alınabilir. Uğur Mumcu kıyımında da buna dönük tanıklık yapmadık mı üzeri örtük de olsa? O halde insanoğlu, dünyadaki çarkın bu aydınlar ya da kahramanlar aracılığıyla döndüğünü çok iyi biliyor. Gelin bu olguya bir başka açıdan daha bakmaya çalışalım. Bilim ve Gelecek Kitaplığının yeni başlattığı “50 Soruda Dizisi”nin ilk iki kitabı Metin Özbek’in İnsanın Tarihöncesi Evrimi (2010) ile Afşar TimuçinAli Timuçin’in Aydınlanma’sı (2010) konuyu budunbilimsel alandan insanbilim, evrim, uygarlık alanlarına taşıma olanağı sağlıyor. KURBANDAN AYDINA UYGARLIĞIN KIYILARINDA... Metin Özbek, yapıtı için kaleme aldığı “Önsöz”e şu satırlarla giriyor: “Çoğu çevrelerde genellikle karanlık bir devir olarak küçümsenen tarihöncesi öykümüz, aslında bu dünyadaki aşağı yukarı 2 milyon yıllık geçmişimizin hemen hemen yüzde 99 gibi çok önemli bir bölümünü kapsar.” Oysa bu bölüme değgin ipuçları, “atalarımızın nasıl bir yaşam biçimi sürdürdüklerini, besinlerini nasıl elde ettiklerini, ne tür hastalıklara yakalandıklarını, ne gibi inanç sistemleri geliştirdiklerini” de (18,19) ortaya koyuyor. İnsanoğlunun “taş alet teknolojisi”, üzerinde durulmaya değer… Özbek, bunu şu satırlarla açımlıyor: “Burada tasarımın ilk izlerini görüyoruz. İnsanın bu bilişsel yeteneği böylece zamanımızdan aşağı yukarı 2,5 milyon yıl öncesinde filizlenmeye başladı.” “Bu tür aletleri üretirken etkin bir gözel işbirliği ile konuşma dili kaçınılmazdı.” (91, 92) Bir uzun atlamayla insana bakarsak, onun “düşünen, olaylar karşısında kafa yoran, bilimi ve sanatı yaratan, kendine özgü iyilik ve kötülük kavramlarına sahip, kanunlar yapan ve bunları uygulayan bir varlık” olduğunu, “kendine özgü değerler sistemi yarat(tığını)” (22, 23) söyleyebiliriz. Kim bu insan? “Kurban” ve “Aydın”, yolun başlarında buluşuyor sanki… Timuçin’lerin kitabına geçerek el atalım buna. Afşar Timuçin “Önsöz”ünde insanı, Özbek’in ele aldığı döneme bağlıyor bir bakıma: “İnsanın tarihi bulanıktan yalına, gelişmemişten gelişmişe, yetersizden yeterliye, parçalanmıştan bütünsele, kargaşıktan karmaşığa doğru ilerliyor. Aydınlanma bu ilerleyişin itici gücü olmalıdır.” “Aydınlanma bir bakıma gerçek insanın dünyayla olağan ilişkisinden doğan bir bakış ve eylem biçimidir.” “Aydınlanma, Tarihöncesi’nden bu yana insanın yarattığı sayısız aydınlanmalar dizisinin halkalarından biridir ama sonuncusu değildir.” “İnsanın tarihi gerçekte aralıksız kirlenmelerin ve aralıksız arınmaların tarihidir. Aydınlanma da bir arınma edimidir, bir arınma tasarımıdır.” (15,16) Demek ki kurban olgusunun bir yaşam diyalektiği olduğu öngörülebilir. Prometheus’tan, Sisyphos’tan İbrahimİsmail çağına, Spartaküs’e, İsa’ya, bugünlere ulanan, uygarlık tekerleğinin insanlığın kahramanlarıyla yani aydınlar veya kurbanlarla kol kola ilerlediğinin göz ardı edilmemesi gerekiyor. İnsanın belki de en büyük çelişkisi bu; niçin kendisini feda edip kurban vermekten kaçınıyor da bitki, hayvan, insan vb. seçiyor kurban olarak? Niçin kendisinin yerine aydını kurban veriyor göz göre göre? Hem ağlayıp üzüleceksin, hem de kendini kurban edememenin aşağılanışını kendi dışındaki aydına yükleyerek onu kurban etmekten çekinmeyeceksin, bu gerçekliği yüzüne vuran aydın karşısında hem suçluluk duyacaksın hem de onun celladı kesileceksin başımıza! Kurban Bayramlarında olsun, hiç değilse bugüne dek verdiğimiz aydın kurbanlarımızı da düşünmemiz gerektiğini söylesem çok şey mi istemiş olurum dersiniz? Biz bütün kirlenmişler, kurban verdiğimiz arınmışları yani aydınları ne kadar hak ediyoruz? Bunlar kendimizi aşağılama iç dürtümüzün de somutlanışı olmasın sakın? ? SAYFA 21 D Kendi topraklarımıza dönecek olursak, ilk yerleşmelerden Hititlere, Anadolu devletlerinden Roma, Bizans dönemine, Selçuklulara dek yapılara, yontulara, çeşitli sanatsal öğelere yansıyan törenler anımsanabilir. Birkaç bin yıl önce gerçekleştirilen, bir açıdan bugün de sürdürülen buğday, zeytin vb. hasat şenlikleriyle bağbozumu şenlikleri, hıdrellez şenlikleri, Kırkpınar Yağlı Güreşleriyle Manisa Mesir Şenlikleri bu kavrayışın birer yansıması olarak alınabilir pekâlâ… Bereket simgesi nar meyvesinin, evin kapısında (sunak taşında) yere çarpılıp tanelerinin saçılışıyla ortaya çıkan bereket beklentisi ya da buna benzer öteki örnekler, böylesi törenlerin bireysel anlamda içselleştirilmiş kutsamaları olmalı. Bu doğrultuda kurban ritüeliyle törenini, Kurban Bayramı’nı da bunlar arasında saymak olanaklı… Bütün bu zenginliklerin sanatı ne denli besleyeceği, bu temel üzerinde yükselecek bir sanatın, ortaya konacak yapıtların ne denli çeşitlilik, doyuruculuk yansıtacağı kestirilebilir. Şiir, öykü, roman olsun, sinema, tiyatro ya da resim, müzik vb. olsun genelde tüm sanat türlerinin aslında doğum, düğün, ölüm üçgeninden pay aldıkları, bunun üzerinde yapılandırıldıkları da düşünülmeli bu noktada. Sözgelimi gerek dünya yazınında gerekse bizim yazınımızda buna yönelik hem bol hem doruk örneklerle karşılaşılıyor. ‘KURBAN’ YAŞAMLA ÖLÜM ARASINDA BİR KÖPRÜ Hazır Kurban Bayramı sürdüğüne göre budunbilimsel bağlamda kurban olgusuna bakarak da girebiliriz konuya… İki bilimcinin bu üçgenden kopmaksızın, binyılların ritüeline özgülediği kitabına yer açılabilir burada. Gürbüz Erginer’den Kurban (YKY, 1997), Yümni Sezen’den Kurban ve Din (İz, 2004). Kurban olgusunun evrensel düzlemde yayılmadığı coğrafya yok. İnsanın kurban edilmesi de var bunun içinde ayrıca. Üstelik pek çok toplumun geçmişinde böyle bir vandallığın izine rastlamak olası. Hindistan tapınaklarında 1835’e dek insanların kurban edildiği geçiyor kaynaklarda. Ama Afrika’dan Amerika’ya taşınan zenci kölelere, Hitler’in gaz odalarında topluca yok ettiği Yahudilere, Çingenelere, komünistlere de bu törenlerin gecikmeli kurbanları bağlamında bakılabilir herhalde… İlkellerde, eski çağlarda kurban törenlerinde kurban edilecek insanların afyonla bir ölçüde uyuşturuldukları biliniyor. Örneğin Keltlerde, “Tanrı gazabının, ‘bir hayat için bir hayat verildiği zaman yatıştırılabileceği’ inancı” egemen. (Sezen, 37) Bu örnek de gösteriyor ki kurban töreni, aslında en genel anlamda hayatla ilgili. Bunu bireysel olarak simgeleyen insanın ölüme karşı kendi yaşamında doğal denge kurma istencinin bir yansıması bu. Burada “kan”ın tıpkı nazar gibi önemli bir öğeye dönüştüğü açık. Kana düşkünlüğümüzün kökeninde bu tutuma karşılık bir yaşam sağlama çabasının gizliden gizliye egemen olduğu göz ardı edilebilir mi? Aynı şekilde kendi kutsallığımızı sağlamanın da bir koşulu olmayacak mıdır kan dökmek? Aykırı sayılmayacaksa günümüzdeki kan davalarına, töre nedeniyle vb. dökülen kanlara da birer kurban töreni imgesi gözüyle bakılabilir sanıyorum. Ama toplumlar, herhangi yılı, günü, hatta kısacık bir ânı bile aynı zaman eşiğinde, eş süremde yaşamıyor yeryüzünde. Bugün kimi toplumlar kurban törenini bırakmış görünüyorsa eğer, genel olarak insanlığın bunu terk edene dek üzerinden çok sular aktığı, çok zaman geçtiği öngörülebilir. Kaldı ki kimi çağdaş tören örneklerine bakarsak, yaşanan ritüelden hareketle kurban törenlerinin benzerlerinin günümüzde bambaşka, CUMHURİYET KİTAP SAYI 1083
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle