27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Yıldız Silier’den ‘Oburluk Çağı’ Yıldız Silier Hangi çağda yaşıyoruz? liğinin mümkün olmayacağı, açgözlülüğün ve yabancılaşmanın kaçınılmaz olduğunun altı çiziliyor. Bu izlek dikkate alındığında Yıldız Silier’in, yeni kitabında, Özgürlük Yanılsaması adlı önceki çalışmasının izini sürdüğü söylenebilir. Yazar için, araştırma konusu olan tüm sorunlar yabancılaşma ve özgürlük bağlamına indirgenebilir görünüyor. Yazarın optiğinde yabancılaşma, kendisinden kaçılarak etkisiz hale gelecek bir olgu değil, tam tersine yabancılaşma; zorbalığa, sömürüye ve dışlanmaya karşı örgütlü ve bilinçli bir tutum almakla aşılabilir. Burada bilincin özgürlüğe gönderme yaptığı açıktır. Zira yazar bakımından özgürlük bilinçli olma durumudur. Altı çizilmesi gereken ise özgürlüğün serbestlikle karıştırılmamasıdır. Özgür olmak için bilinçli olmak zorunlu koşul olduğu halde serbest olmak için bilinçli olmak gerekmez. Özgürlük bağlamında liberal teorilerle de polemiğe giren Silier açısından, “başkasının özgürlüğünün başladığı yerde senin özgürlüğün biter” kabilinden savsöz haline gelen anlayış yanlış ve antihümanist. Silier açısından tam da bu cümlenin tersini iddia ediyor. Yazara göre “senin özgürlüğün ancak başkalarının özgür olduğu sürece mümkündür” düşüncesi savunulmalı. Yazar’ın Sartre’dan alıntıladığı şu ifade durumu daha iyi özetliyor: “Bence çoğu kişi özgürlük istediğini söylerken aslında kendini kandırıyor. Onların asıl istediği, özgürlük değil, serbestlik ya da bedeli ödenmemiş bir özgürlük.” (s. 61) Görüldüğü gibi yazar bu noktada, özgürlüğün bir bedelinden söz ederken serbestliğin bundan muaf olduğunun altını çizer. Özgürlüğün, bedeli olan bir değer olduğunu vurgulayan Silier, yine Sartre üzerinden örneklemelere başvurur. Önceki çalışmasında görülen üslup zenginliğini yeni kitabında da hissettiren Silier, “Ahlak Üzerine” adlı bölümde Marx, Nietzsche, Sartre, Kant ve Mill’i konuşturmayı deniyor. Buradaki konuşmada yazar açısından, Nietzsche ve Mill elitist olmakla itham edilirken, ilk bakışta Kant, Sartre ve Marx olumlu yerde görünüyor. Mill, özellikle de Nietzsche seçkincidir, çünkü kitleleri küçümser. Mill eşit oy hakkı yerine eğitimlilerin oyunun daha değerli; iki oya eşit olması gerektiğini savunmuştur. Nietzsche daha da ileri giderek ahlaki rezaletin kaynağı olarak ezilen sınıfları görmüştür. Ona göre, gerçekte egemen olan da köle ahlakıdır. Yazar bu iki düşünürün karşısına Marx’ı çıkarır. Marx’a göre Mill, hem babası James Mill’den geriye düşer hem de insanların ahlak bakımından eşit doğduklarını söyleyen Kant’tan geridedir. Marx’ın Nietzsche’ye itirazı da sert: “Egemen ahlakın köle ahlakı olduğunu iddia ediyorsun ya, işte buna çok şaşırdım. Bence her çağın egemen ahlak anlayışı, egemen sınıfların çıkarlarını yansıtıyor ve bunları sanki herkesin çıkarınaymış gibi evrenselleştiriyor.” (s. 69) KOPUŞ YOK SÜREKLİK VAR Son birkaç on yıldır bir bakıma moda olan “kopuşlu”, “bittili” yüklemli cümlelerden ibaret analizler bir hayli yaygınlık kazanmış durumda. Entelektüel gündemi her geçen gün daha sıklıkla meşgul eden bu kopuşlar veya süreklilikler meselesi Silier’in de gündemini etkileyen temalar arasında. “Süreklilikler ve Kırılmalar” başlığını taşıyan açıklamalarında yazar modernizm ve postmodernizm kavramları üzerinde duruyor. Ona göre Marksistler (yazar da bu kulvarda görünüyor) modernizmi kapitalist üretim biçimi bağlamında değerlendirirken postmodernizmi de geç kapitalizmle bağlantısı içinde değerlendiriyor. Dolayısıyla yazar açısından aynı ekonomiktoplumsal ilişkiler geçerli olduğu sürece köklü değişiklikler (yazar kırılma diyor) gerçekleşmiş olmaz. Buradan bakıldığında postmodernizmin, modernden bir kopma olarak görülemeyeceği de ileri sürülmüş oluyor. Yazar, bu argümanını kuvvetlendirmek üzere E.Meiksins Wood’dan destek alarak güçlü ulus devletlere tekabül eden erken kapitalizm ve zayıf ulus devletlere tekabül eden geç kapitalizm (küreselleşme) ayrımını da reddeder. “Çünkü her iki dönemde de kapitalizmin içsel mantığının uygulanabilmesi için ulus devletlere ihtiyaç vardır.” (s. 79) Yazarın açtığı polemiklerden biri de kadın hakları ya da feminizm. Çalışmanın bütünü dikkate alındığında kadın meselesi merkezi konumda yer alıyor denebilir. Buna yazarın kişisel yaşam ve annelik deneyimi de eklenince daha da bir özgünlük kazandığı anlaşılıyor. Silier tarafından kadın konusu, birçok temada olduğu üzere, Marksist söylem çerçevesinde de ele alınıyor. Denilebilir ki, Engels ve feministler tartışıyor, yazar ise ara boşlukları doldurarak tartışmaya dinamizm kazandırıyor. Silier, 1884’te Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adıyla yayımlanan kitabında, feministleri huzursuz eden iki noktaya neşter atar. Birisi Engels’in, kapitalizm süresince kadınların ücretli işçi haline geleceğini söylemiş olması ve bu sayede kadınların erkeklerden bağımsız hale gelerek bunun sonunda da ataerkil yapının parçalanacağını söylemesi. İkincisi de Engels tarafından, sosyalizm koşullarında özel mülkiyet ve miras uygulamalarının son bulması neticesinde ataerkil yapının dağılacağının ileri sürülmüş olması ve ayrıca Marksizmin kadının ev içi emeğini görememesi feministlerin suçlamaları arasında bulunuyor. Silier, bu iki kesim arasındaki tartışmayı aynı bağlamdaki çeşitli entelektüel bilgilerle geliştirerek sürdürdüğü çalışmasında kendine özgü bir çözüm sunarken özgürlüğe bir kez daha vurgu yapar. Ona göre kadınları özgür olmayan bir dünyada erkeklerin özgürlüğünden de söz edilemez. TÜKETİYORUM ÖYLEYSE VARIM! “Düşünüyorum öyleyse varım” demişti Descartes. Bir yoruma göre var olmanın bir koşuluydu düşünmek. Şimdilerde “Tüketiyorum öyleyse varım” deniyor. Tüketmek, var olmanın bir şartı olarak görülüyor. Silier açısından Oburluk Çağı’nın bir niteliği de tüketime kilitlenmiş kitlelerin varlığı. Obur olmak olumlu değerler için tercih edilebilir elbette. Ancak kapitalizm koşullarında bu olumlu değerlerin sönümlendiği, bunların yerini markalı giyim kuşamlar, elektronik aletler, bedeni çekici gösteren ürünler, kişisel gelişim kitapları, lüks tüketim maddeleri aldı. Gerçekten de ihtiyaca göre değil, gösterişe göre çeşitli ürünlere yönelmek, tüketim çılgınlığını getirdi ve oburluk çağı her ortamda, (kentte ve kırda) tüketim kralları ve tüketim kraliçeleri yarattı. Peki, oburluk çağının insanı mutlu mu? Sözü Silier’e bırakalım: “Kapitalist toplumlarda hayatlarının büyük kısmının kendi kontrolünün dışında olduğunu gören birey, güçsüzlük hissi olarak algıladığı özerklik eksikliğini telafi etmek için özel alana (aile ve tüketim) yoğunlaşıyor. Bu alandaki aşırı beklentilerin, hayal kırıklığına ve çaresizliğe yol açmasıyla, kısır döngü kendini yeniden üretiyor.” (s.170) Analizini daha da derinleştiren yazar bakımından varoluşunu tüketimle bir tutan insan, gerçekte bozulmuş, ezilmiş ve silikleşmiş durumda. Bunun gerçek nedenlerinin farkında olmayan birey, sorunun çözümünü sistemi değiştirmekte görmez ve kendine dönerek, kişisel gelişim kitaplarına bel bağlar. Oysa bunlar bireye yeni çaresizlikler getirmekten başka bir işe yaramaz. Peşinden antidepresanlar, özel terapiler gelir. Yeniden tüketim hissi oluşur ve birey yerine bireycilik gelişmeye başlar. Kısacası yazar açısından tüm bu insanı, insan olmaktan çıkaran, onu adeta nesneleştiren sistem şirketlerden ibaret olan kapitalizmdir, kapitalizm çağıdır. Oburluk ise bu çağın görünen suretlerinden sadece birisidir. Yani bu sistem kendi suretinde insanlar yaratır. Dolayısıyla gerçek ahlaksızın, sorumlunun ve suçlunun da sokaklarda, halk içinde aranması yanlıştır; gerçek suçlu bu şirketlerdir. İnsanların özgürlüğü ise, onların bu şirketlerden özgürleşmesine bağlıdır. ? Oburluk Çağı/ Yıldız Silier/ Yordam Kitap/ 192 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1083 Yirminci yüzyılın başlarında yukarıdaki soruya sosyalist cepheden verilen cevaplardan biri Lenin’e ait. Ona göre yirminci yüzyılda emperyalizm ve proleter devrimler çağında yaşıyorduk. İlerleyen yıllarda, bu çağ analizini, devrimlerin Doğu’ya kayması üzerine “kurtuluş hareketleri çağı” mealinden saptamalar izledi. Gerçekte bu saptamalar bir bakıma makro dünya için söz konusuydu ve doğruydu. Birçok düşün ve bilim insanı bunun içini, mikro alanlara yönelerek doldurmayı denedi, bu deneme çabaları günümüzde de sürüyor. Yapılan değerlendirmelere baktığımızda elbette ki günümüzün özellikleri de dikkate alınarak çağ analizleri daha da geliştiriliyor. Çağ analizlerine ülkemizden, felsefe disiplini üzerinden katılan Yıldız Silier’i de bu çerçevede anmak ve anlamak gerekiyor. Yazar yeni çalışmasına Oburluk Çağı başlığını uygun görmüş ve bu argümanını aynı başlıkla kaleme aldığı yazısında ayrıntılı olarak sergilemiştir. Yazar, kapitalizmin oburluk evresinde yaşayan günümüz insanlarının malına, mülküne ve bedenine gösterdikleri özeni bilinçlerine göstermediklerinden yakınıyor. Bu çerçevede hazırlanmış olan kitap, birbirine bağlı ve dolayısıyla birbirini izleyen birçok makalenin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Ë Mehmet AKKAYA elsefe ve Politik Psikoloji Denemeleri” alt başlığını taşıyan Oburluk Çağı’nın ana izleğini, kapitalizm koşullarında özgürleşmenin, ahlaklı olmanın, mutlu olmanın imkânsızlığı oluşturuyor. Yine kapitalizmde kadın erkek hakları eşit “F 20 SAYFA
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle