22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

küçük İskender’den şiirler Sarı Şey küçük İskender, güneşi çıplak elle tutmaktan korkmayanlardan. Geride kalan tuhaf yaza (seller, krizler, ölümler) onun hediyesi de Sarı Şey. Yine yüksek sesle okunacak, haykırılacak, gencecik ve isyankâr şiirler. Sarı ve lacivertin hüküm sürdüğü topraklardan, insanlardan, patolojiden gelen aşk ve şiddetle, Akdenizli bir ağıt gibi. Ë Gültekin EMRE arı Şey”in ne olduğunu bilmiyorum; o şiir çünkü: Şiir ise bilinmez. Gizini bağrında taşır, sonra da taşar. Taştıkça boşalan bardaklara dolar dizeler (uçurumu), imge (dağları). Şiir, hele küçük İskender’in şiiri, kendini kolayca ele vermez bir öykü anlatmadığından. Ama bir şey de anlatır şiir; işte onun ne olduğunu ne şairi ne okuru bilir. Sezilen şeydir beki de bu “Sarı Şey”. “Remix dualar” desem, belki o’dur ama nasıl bir o’dur, işte onu bilmesem de ”esir sır”ın eline sarılıyorum “azılı romantik” olarak. Bu beni şiire götürecek diye düşünüyorum, “vahşi sesler”in şiirine; öyle de oluyor, “köprüden atlamak” üzereyken yakalıyorum kendimi. “Bohemlerin türküsü kulağıma çalınıyor” bir yerlerden, “sapa” bir sapakta. Oysa ortalık tam toz duman, yani “gök gürültüsü sağanak kar” ama ben bunun farkında değilmişim gibi “son sevgili”nin peşine düşüyorum şiire gömüp başımı. “Ateşkes” sözü vermiş bir ormanın içinde buluyorum kendimi. “Pis güller” yolumuzu kesse de dere tepe düz giderken “güneyden doğan güneş”in kızarttığı başka yüzler gözümü alıyor, alımlı bir günbatımı gibi. “kesik süt”ün yazgısına takıyorum kafayı, ne çare “kıyAmet” bir karmaşa yaşanıyor ormanın ağzında, açılar durmadan daralıyor devletle vatandaş arasında. Derinlik, serinlik gibi, bir başka literatürde cana can katıyor, can yakıyor göçük altında kalmış madencilerin gözyaşıyla sulanan derelere benzeyip. “Ölümcül istisna”lar dev dalgaların boyunu aşıyor kabarıp duran öfkelerin bağrına yaslana yaslana kesilen cezalarda. Ceza ki kışkırtıcıdır caydırmaktan öte; diklenmedir iktidarına, iktidar mücadelesine ve ölü doğumlara. “Bir telefon görüşmesi”ne bakar her şey, çare olmaya ya da çaresizliğe direnme, vatanı elden bırakmadan; vatandaşı dümdüz ederek yeni dökülmüş bir asfalt yolun markasına karıştırıp alın terini, ölü gözleri, ölmüş düşleri. KORSAN DÜŞLER “Teleferik” bir gönül almadır yükseklik korkularına gül suna suna, gömülerin bulunmadığı korsan düşlerin ayazmasında. “Alev rengi” bir akşam yutar kararmış hayatları, karartılmış yarınları, yankısız yaşamları, yakışıksız aynaları, açık kapı günlerini. “Yün kazak” da giyse hayat, soğuk bir rüzgârın pençesi her zaman hissedilir duygusuz beraberliklerin tersiz, fersiz birleşmesinde nelerin yatıp uyuduğu kimsenin aklına gelmese de. Kim biraz dinlenmeyi hak etmemiştir ölümdirim koşturmacasının ayazında, kaosunda. Şiir işte buralarda bir yerlerde olmalı ölüp ölüp dirilirken ve etten, kemikten geçtim ruhun cennetine, cehennemine duvar resimleri çizerken. Kim, “ben bu kadar” yalın deniz görmedim diyebilir? Kim, “ben bu kadar” yaşadım da böyle bir şeyi ne duydum ne de gördüm diyebilir? Görülen görülmez çünkü, sezilenin görülmediği, duyulanın duyulmadığı gibi bir şey rüyadaki hayatlara karışıp gitmeler. Yaralı bir akşamüstüdür hayat dese biri buna da inanılır, anıların kör karanlığında el yordamıyla geri sayımın başladığını anlatmak için geri geri gitmeye de. Gidecek bir yeri olmayabilir bazen şairin şiirinden, dizelerinden, imgelerinden başka. Başka nereye gitmek isteyebilir ki bir şair şiir kitabındaki dünyalardan başka? Tarih gelir kapımıza dayanır çünkü, sana ne oluyor kardeş diyerek. Bize bir şeyin bir şey olup olmaması önemli değil ama asıl küçük İskender’in Sarı Şey’ine ne oluyor ki beni bu kadar alıp götürüyor? Yırtıcı, hain değil ama, yaralı gibi dursa da dipdiri bu şiiri bir kez daha önüme koyuyorum ve “Bir nesnenin neresinden akşam olur” diye soruyorum kendime. Sonra da “Sessizlik ne berbat yolculuktur” diye düşünüyorum elimden düşürmeden Sarı Şey’i. Dışarıda “Yağmur, kopan bir inci kolye gibi” yağmaya başlıyordur kartal yuvası gibi bulutların başından aşağı sular dö “S küle döküle: “Gözyaşları bile aynı anda çıkmaz bir yüzde iki ayrı gözden/ vahşi yağmur sesleri duyuyorsan sana gelen bir hayal vardır.” Göz, gez, arpacıktan geçen şiirin içine yuvalanmış aforizmanın hayatı da şiire dahildir şairin kaleminden imge damlalarına karışıp giden. Bir başka hayat vardır çünkü aforizmanın affedilmez haytalığında, delikanlılığında, cesurluğunda, kural tanımazlığında. Bu yüzden de “Hem dersini iyi biliyor hem de zayıf herkesten”. Bir bakıma, ya kabul edilir ya da karşı bir sav öne sürülür: “Cinselliğin derin devletidir kadınlar.” Bu yüzden olsa gerek “sevgilimin gövdesi bir define haritası/ her sevişmemizde değişiyor hazinenin yeri”. HEP YENİ, TAZE VE GÜNCEL... “Kelimelerle görüşmüyorum” dese de küçük İskender, şiirini onlarsız yola sürmüyor; sözcüklerin dağına, ovasına, tarlasına, ormanına, denizine, düşüne, güneşine, mevsimlerine, korsanına, sıfat silsilelerine... Sığına sığına kendine kocaman bir alfabeden ev yapıyor. “Adındaki harf kadar alfabem” diyor ya, kendine özgü alfabeyi yaratan bir şairdir kendisi kaç yıldır şu şiir dünyasında. Yolunu aydınlık ay ışıklarında gümüş armalara emanet etmiş de bir şairdir, dilimizin tüm olanaklarını en iyi, en etkili biçimde kullanaraktan çıkarıyor şiirini hep zirvelere hiç zırvalamadan, hep yeni, taze ve güncelin bağrına basıp geçerekten. Vatanını, dünyayı, aşklarını, kentlerin kenar mahallelerini, çorak toprakların düşlerini, başında ağaç kalmamış dağları, eprimiş deniz eskilerini, genç ölümleri, kurtarılmış bölgeleri, kuşlamaları, kadavraları... Unutmadan alın terini damlatıyor karşımızda durmuş. Cin gibi sözcüklerin elinden tutup, gırgırın içine dalıyor işini hiç de sulandırmadan; sulu göz olmadan, sızlanmadan, sıyrıklarına aldırmadan. “Bindiğim trenlerden yarı yolda inip şiir yazarım bu da bilinsin bari/ apartman aralarına gizlenmiş geyikler de görürüm ömrüm yeterse/ ömrüm bana yeterse, ömrüm kime yeterse, ömrüm kimden sekerse.” Öyle ya “Gurbet dediğin deplasman mıdır: Gittiğin yere tanrını götüremezsin”. Bunu biliyorum gurbetliği çok iyi bildiğim gibi; gurbet artık sınır ötesi harekâtların kalbinde üç buçuk atmıyor, her yerde boy veriyor derin suların ince hüznüne kapılıp gitmeden. Şiir o sızıyı duyumsatıyor yalnızca, gurbet denen bir canavarın olduğunu ve bunun da her yerde olduğunu. Onun için de şu diklenmeyi tarihe geçiriyor küçük İskender Sarı Şey’in içinden başını uzatıp: “Sen bana Allah’ı bile çok gördün/ ben de çıkıp bir şişe şarap aldım// çünkü uzun zamandır tabiatın müridiyim.” Kimisi postmodern dese de, ki öyle ve iyi ki de öyle, çünkü bu işi iyi yaptığından öyle, o bildiği şiirin tarlasını sürüp duruyor tüm anlatım tekniğini kullanarak, gerine gerine geriyor şiirinin ipini ufkumuza. Sarı Şey’in şiir olduğu ortada ama nasıl bir şiir olduğu da. Kendi yolunu, dilini, tenini, düşünü, yazgısını, yarınını bulmuş bir şiir; her şeyi kucaklamasa da her şeyi kucaklıyormuş gibi açmış kollarını ve dünya haritasıyla Türkiye iç içe geçmiş, sarmaş dolaş, dalaşmadan, kapılmadan “Yanlış peygamber”leri bekliyor, kendi “Godot”sunu uzayın en açık yerinde. “Dün gece adımı çaldılar/ şimdi artık sadece sıfatım.” Sonra da şu son dize gelip yakamıza yapışıyor, dikkatimizi bir yere toplayalım diye: “Size bir kitap indirildi diye bir tebliğ gelirse birdenbire benden” şaşırmayın ha, dese haksız mı yani? Hiç şaşırmıyorum küçük İskender’in şiirinin cin gibiliğine, delikanlılığına, melekler korosuna, ayazma gülüşüne...? Sarı Şey/ küçük İskender/ Sel Yayıncılık/ 112 s. SAYFA 6 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1079
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle