Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ değil. Burada söz konusu olan ve amaçlanan, toplumsal mücadelelerde muhtemel bir kıpırdanmaya karşı hegemonya kavgasının sola karşı evvelden kazanılması. Şöyle bir ifade geçiyor mesela romanda: “Kim kime vefasızlık etti devrim mi bize, biz mi devrime vaadini tutmayan, nefesi kesilen, derman yetiremeyen hangimiz...” Ne dersiniz bir önceki soru bağlamında? Bir önceki cevap bağlamında romandan epeyce uzaklaşmış oldum tabii. Yeni sorunuzun cevabını bir tarifle vermek mümkün değil. Fakat devrimler dalgası geri çekilip de aşağı sınıfların hareketleri sönünce, biz de devrim de bu sarmalın içinde kaldık. Şimdilik tabii. Herhalde insanlığın ufku orta ve uzun vadede, kapitalizmi ilelebet egemen kılacak bir sisteme teslim olacak değil. ‘DEVRİM YAKIN GİBİYKEN AŞK ÖNE ÇIKARILMAZ’ Devrimcilerin birbiriyle olan aşkı hep bastırılmış, bastırılmak zorunda. Yasak aynı dava uğrunda mücadele edenler için. Yanlışım varsa düzeltin beni... Romandaki kahramanın da yıllar sonra bir anma toplantısında karşılaştığı kadın ona sanki bu bağlamda bir hüzün yaşatıyor... Ben şöyle diyeyim: Dünya edebiyatına da bizim edebiyatımıza da baktığında devrimciler arasında yaşanan efsanevi aşklar her zaman okurların içini titretir; her büyük aşk gibi elbette. Romanda anlattığım ve kendi gençliğimizi yaşadığımız dönemin ayırt edici özelliği, bu ilişkilerin daha ziyade tutuk yaşanması. (Yoksa bir Nâzım’ı hatırlamak bile yeter.) Bunun asıl sebebi de, 12 Eylül darbesinden önceki yıllarda fiilen bir devrimci durum içinde olunduğu duygusunun yaşanması. Böyle bir ruh hali içinde, devrimin sanki elle tutulabilecek kadar yakınlaştığı hissiyatı egemenken, kimse tutup da kişiler arasındaki aşkları fazla öne çıkarmamıştır. Hele ki 12 Eylül sonrasında, 12 Eylül’ü konu ettiği farz edilen birçok romanda o döneme dair atfedilen, gündelik hayatı boğan bir boyut olarak cinsel bunalım senaryolarının gerçek yaşantılarla bir alakası yoktur. Daha ilk cümlesinden umutsuz başlıyor roman. En azından vücut kendinden umutsuz... Kalp ha bugün ha yarın tekler, tedbirli olmalı... Romanın içinde de bir yenilmişlik hissi hâkim. Gerek yaş gerekse devrim uğrunda mücadele eden arkadaşların yılmışlığı... Osman Akınhay nerede durur peki? Bence umutsuzca başlamıyor, roman kişisinin (ve bir kuşağın) fiziken yaşlandığını teslim ederek başlıyor. Sonra geçmişe bakıyor, orada romanesk bir mücadele damarı görüyor, 12 Eylül’le simgelenen ağır darbenin ve arada geçen yılların aşındırıcı etkisini gözden uzak tutmuyor ve orta yaşlarına gelen insanların kımıldamakta zorlanan hallerine ışık tutuyor. Niçin bu haldedirler? Bana kalırsa, romanda bu sadece soru halinde var. Öyle de olması daha iyi. Osman Akınhay’ın varlığı, aynı kuşağın içinde yoğrulmuş. Aynı etkilerden mustarip. Sorun zaten şahsi değil: Romanda “Yalnız başına büyük hayal kurulmaz” dediğim gibi, böyle sorulara da yalnız başına cevap verilmez de aranmaz da. O yüzden, dönem atmosferine bir örnek, bizim vakti zamanında romanlarını çok severek okuduğumuz Sevgi Soysal’ın kanser olduğunu öğrendiğinde bir yakın dostuna ettiği laftır: “Hadi, şimdi ölümümü örgütleyelim.” 12 Eylül’ün büyük tahribatlarından birisi budur: Meselelerin şahsileştirilmesi. Her şeyin; özlemin, amacın, acının. Kitabın kendisi güzeldi, ben de okuduğumda çok sevmiştim, ama bu bireyselleştirici atmosfer, Ursula LeGuin’in Mülksüzler romanının “devrim olmak lazım” cümlesindeki espriyi de çarpıtarak algılattı ve neredeyse onon beş yıl boyunca birçok genç insanın zihninde bu şekilde iz bıraktırdı. Sosyalizm çoğul bir ütopyadır. Sosyalizmin temel meselelerini de çoğul bir zeminde düşünüp tartışabilirsiniz. Neyse şimdiki kolektif halimiz, bizi bu halden sıyıracak olan da kolektif süreçler, birliklerdir. Yeni kitaptan bağımsız da bir iki sorum olacak söyleşimizin sonunda. Biraz da bir önceki soruyla ilintilendirelim ya da... Siz son dönem çıkarmakta olduğunuz Mesele dergisinde de yayın dünyasına dair umutsuzluğunuza değindiniz... Devam ediyor mu bu hal? Siz beni umutsuz kılmaya yemin ettiniz herhalde. Mesele’de kaleme aldığım “Yayıncılığın Kederli Sonbaharı” yazımın özü, bir umutsuzluk bildirgesi değil, okumanın teknolojisinin değiştiğiydi. Yani, selüloz kitaba basılı yayıncılığın tarihsel ölümünü görmeye başladığı, bunun yerini dijital teknolojinin bulacağı çözümlerin dolduracağı öngörüsüydü. Bu yöndeki işaretlerin çok daha fazla kişi tarafından görülmeye başlanması için de çok beklememiz gerekmedi. Henüz gelişme halinde olan bir süreç bu ama selüloz kâğıda basılı kitap yayıncılığının yapısal bir sorunla karşı karşıya olduğu aşikâr. Yayın dünyasına 100’üncü çevirinizi geçenlerde Arundhati Roy’un Çekirgeleri Beklemek kitabıyla kazandırdınız. Neler hissediyorsunuz? Bu kimliğinizde durmadan, büyük bir iştahla yola devam ediyorsunuz ya da bu da bir zorunluluk mu yayınevini idame ettirmeniz açısından? Çeviri yapmayı hâlâ sürdürmemin birinci sebebi, evet, yayınevinin ayakta kalmasıyla bağıntılı. İkinci sebebi, yayımlamaya karar verdiğim bazı yazar ve kitapları başkalarına vermeye elimin varmaması. Üçüncü sebep, bazı yazarları redakte etmenin, kendim çevirmeme kıyasla astarının yüzünden pahalıya gelecek ve çok daha sıkıcı bir hal alacak olması. Dördüncü sebep, çeviri yapmayı hâlâ seviyor olmam. Ben ilk çevirimi 1986 yılında, Ragıp Zarakolu’nun ve yurtdışındaki yoldaşlarımın desteğiyle Çanakkale Cezaevi’nde yapmıştım. Tarihçi E.H. Carr’ın Nationalism and After başlığını taşıyan ince bir kitabıydı. Onun üzerinden neredeyse bir çeyrek asır geçti ve ben bu süre içerisinde, bazen her ay bir kitap atarak, bazen birkaç yıl hiç çeviri yapmayarak, sonunda yüzüncü kitaba geldim. Bildiğim, yıllardır üzerinde çalıştığınız çevirmen sözlüğü var. Nasıl gidiyor bu alanda çalışmalarınız, kısaca bahsedebilir misiniz? Çevirmen sözlüğü demeyelim de, sosyal bilimler ağırlıklı olarak çevirmenlere yardımcı sözlük diyelim. 1980’lerin sonlarında çeviriye başladığım ilk yıllardan itibaren ufak ufak biriktirerek hazırladığım bir sözlük bu. Şu sıralarda 25 bin maddeyi aştı. Bazen aylarca elimi atmıyorum, bazen hızlanıyorum. Gelecek yıl yirmi beş yılı bulacak çeviri maceramın bir yan ürünü. Ne zaman yayına hazır olduğu duygusunu yaşayacağımı da bilmiyorum. Halen sadece topluyorum. Elli yaşıma gelince yayınlarım artık diyordum, ama elliye geldim, henüz eksik, o yüzden umarım altmışıma varmadan bastırmış olurum diye (kendimi) bağlayayım. ? Ölülerimiz Bir Tutar Bizi/ Osman Akınhay/ Agora Kitaplığı/ 148 s. SAYFA 5 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1079