05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Selim İleri’den ‘Kar Yağıyor Hayatıma’ Anlatması kelimelere zor... anılar... Kar Yağıyor Hayatıma Selim İleri’nin tanıdığı, izlediği, etkilendiği sanatçılara dair anıları. Selim İleri’nin ilk gençlik düşlerinde yer alan görüntülerin kahramanları… Edebiyat arkadaşları… Artık yaşamayan… Belki onları ve kendini yeniden anlamak, dağınık çekmeceleri toplamak için… Ë Birsen FERAHLI okmuş gibi olmak... Hiç yaşamamış gibi... Eldeki tek kaydı yanan bir filmle aynı yazgıyı paylaşmak... Tüm serüveni sıfırlayan bu dayanılmaz gerçeğe karşı durmak için, arayışlar: Nesnenin uyuşturucu dünyasına kapılanlar, soyu sürdürecek erkek çocuktan medet umanlar, üzerine isim kazılı sebil çeşmeler, mahşer gününde dirilmek için dualar... “Sanat ve bilim zamana dirençlidir” saptaması da eskisi kadar iç rahatlatmıyor; hız çağında hiçbir şey akışa karşı duramıyor. Sanata tutkulu hayatları zaman aşımı falan söz konusu değilken bile arka sokaktaki bodrum katında, tozlu raflarda unutulmaya terk ediyoruz. Yapıt ve yazar için bir tür ölüm değil midir bu? Eskiler, “kadir kıymet bilmemek” derlerdi; ayıplanırdı bu tür davranışlar. Selim İleri böylesi unutmalara karşı duran bir edebiyatçı. Edebiyat okurları onun geçmişe gömülmüş, görmezden gelinmiş yapıtları ve yazarları gündeme taşımak için harcadığı çabayı bilir. İleri, 2005 yılında bu çabaya denk düşen bir anıromanı yayınlamıştı: Kar Yağıyor Hayatıma (Doğan Kitap, 2005). Beş yıl aradan sonra Everest Yayınları kitabı yeniden bastı. Kar Yağıyor Hayatıma adlı anıroman yirmi dört sanatçının Selim İleri’deki izdüşümlerinin toplamı. Yirmi dört ismin birçoğunda ortak nokta: İnişli çıkışlı bir hayat çizgisini yeğlemiş olmaları. Şan, şöhret ve başarının çare olamadığı, dinmek bilmeyen o tuhaf yürek sızısı; ilk bakışta anlaması güç bir “yıkım dürtüsü.” İşte bunun ardına düşüyor Selim İleri. Kendisini derinden etkileyen hayat duruşlarına yakından bakıp, bu etkinin gerçek nedenini anlamaya çalışıyor. Yirmi dört ismin çoğunu tanıyor. Oturmuş, konuşmuşlar. Onların gözlerine bakmış. Kırışıkların arasında kısılmış gözlerdeki parlak ışığı ve dipsiz karanlığı görmüş. O karanlık, o kırık hayat tercihi bir mabet gibi etkilemiş Selim İleri’yi. Yazar bu çalkantılı hayatlardan yükselen sessiz feryatları adeta mazoşist bir zevkle dinlemiş. BİRİKEN AN’LAR, ANILAR... Sanatçının “yaratmak” için “yok” olması gereği, onca ışıldamak için yanıp tükenmek gerektiği, ortalama hayatlardan, insanı olduğu yerden kıpırdatacak, savurup dağıtacak bir yapıt çıkmayacağı gibi çağrışımlara uzanan anılar... Anlar… Sanat ve sanatçılık üzerine hem içten dışa hem de dıştan içe çapraşık bir sorgulama söz konusu. Bu arada henüz ilkokul çağındaki Selim’in iç dünyasını hangi algılarla, üst üste biriktirdiği hangi görüntüler, sesler, kokular ve yüzlerle donattığını öğreniyoruz. Cihangir Kumrulu Yokuş Sokağı‘ndan okula gidip gelen çocuğun, “yazar” Selim İleri’ye dönüşümüne tanık oluyoruz. Böylelikle, Cumartesi Yalnızlığı ile başlayıp, 2010’un ilk aylarında yayımlanan Bu Yalan Tango arasındaki kırk iki yılda neden hep yalnızlıkları, aldanışları, insanların kat kat sarmalandığı yalanları yazdığını daha iyi anlayabiliyoruz. Bu çocuk, yalnızlığı çok küçük yaşlarda duyumsamış ya da sezmemiş olsa, mahallelerinde oturan beyaz saçlı adam ki, gerçek bir ressamdır, ona niçin “sanat’ın, evet, yalnızca sanatın yaşamak yoldaşı olabileceğini” söylesin? “Sultanahmet Camii Camları ressamı” Zeki Faik İzer için “bana hayat biçenlerdendi” demiş Selim İleri. Küçük çocuk, o gün artık bir sanat aşığıdır. Yalnızlık koyulaştıkça, yazmak vazgeçilmez tutkuya dönüşür. İmge fakiri ortamda ders kitaplarındaki resimler bile ilginç gelir. Bir Halide Edip fotoğrafından, onlarca Halide Edip düşüne dalar sanatın çekim alanına girmiş zihin. Münip Fehim’in, İhap Hulusi’nin çizdiği kitap kapakları “muhayyilesi geniş” çocuğu farklı dünyalara götürmektedir. Sanatçıları uzaktan da olsa görmek, tanışmak isteğiyle tutuşur; örneğin, Kalp Ağrısı’nın yazarı Halide Edip’le tanışma tutkusu. “Aşk üzerine söyleyeceklerinin hepsini bu sızılı eserde söylemiş; sonra bir aşk kırgını gibi susmayı tercih etmiştir.” Yalnızca aşka karşı takındığı bu tavır bile, Halide Edip’in Selim İleri’de yer etmesine yetecektir. Halide Edip bir sis gibi geride kalmakta, romancının “kainatta ne varsa hepsi vehim ve hayal, yani aynalara vuran akisler ve gölgeler” sözleri Selim İleri’ye eklenmektedir. “Hepi topu üç kez” yüzyüze geldiği Diclehan Baban, için, “Bir düşüş, bir Y kendini yok ediş efsanesi. Ama efsane göze çarpmadı” diyor yazar. “Nice yıl sonra biliyorum ki, ‘yazmak’ istediğim insanlardan biriydi. Hissediyorum ki, yalnız öylesi insanlar beni ilgilendiriyor, boyuna onları yazmak istiyorum.” Yazıyor da. Yarın Yapayalnız’da Handan Sarp’ın, Gelengül’ün Diclehan Baban’ı andıran halleri geliyor aklıma, o tedirgin duruş, o mağrur uzaklık, topluma aldırmayış... Cahide Sonku da var elbette bu kitapta. Güzelliğin tragedyasını en iyi sahneleyenlerden biri… Ondan, “Düşüşü çok az insandan alımlanabilecek bir görkem içindeydi” diye söz ediyor Selim İleri. “Düşüş” ve “yükseliş” kavramlarına alışılmıştan farklı ölçütlerle yaklaşıyor. Yazar, her ne pahasına olursa olsun ortalarda olmanın diretildiği günümüzde, Türk Sinemasının “Küçük Hanımefendisi” Belgin Doruk gibi “ün ve paraya ulaştığı halde hüznü, tekliği yeğ tutmuş kişilerin de var olabileceğini duyurmak istiyor. Onca şöhret ve ışıltının ortasında, yürek ıssızlığını koruyan Sadri Alışık’ı da, “Şüphesiz bir üslup adamıydı” diye anımsıyor. DÜŞ KIRIKLIKLARI Kırık Hayaller Kraliçesi Feriha Tevfik Hanım’ın Firuzağa’daki apartmanın en üst katında söylediği o sözler: “Bilmem ki, belki hiç kimsem olmadı. Evlendim, çocuğum oldu. Fakat hep kimsesizdim…” “Hep kimsesizdim...” Hemen ardından yazarın sesi: “Yirmi yıl öncesinin karlı akşamı bana beni anlatmıştır.” Yazar çocukluğunda bir kez olsun görmek istediği ünlülerin birçoğunu tanıdıkça, tek sığınak olarak bildiği sanatın bile ruh ıssızlığına çare olmadığını anlıyor. Yazar için bu hayatlarla yakınlaşmak, umudun bittiği yer olsa gerek. Belki de bu nedenle 2010’da yayımladığı romanın adı: Bu Yalan Tango (Çok özel bir dil oluşturularak yazılmış, okurdan anlama çabası talep eden, sözün sesle uyduğu bir edebi tango.) Kar yağan hayatlarda madalyonun diğer yanında, değeri bilinmemekten kaynaklanan düş kırıklıkları saklı. Afife Jale Bakırköy Akıl ve Sinir Hastanesi’nde kendisini ziyarete gelen Per de ve Sahne mecmuası yazarlarından Nusret Safa Coşkun’a: “Hayat bana nekes davrandı…” demiş. Sedyeden doğrulan “canlı ceset” tiyatro tutkusu yüzünden ama ondan daha çok, korkunç vurdumduymazlıklar sonucunda acıya boğulan yaşamı için “çığlıktan farksız isyanını dile getirmiş”: “(...) Hepsi beni unuttular. Ne çabuk… Kapımı çalan, hatırımı soran bir insan yok… Hepsi, hepsi unutmuşlar.” Afife Jale’nin tutkudan tükenişe uzanarak açtığı yoldan, niceleri parlak başarılara, bol kahkahalı hayatlara kolaylıkla geçmişler. Selim İleri’nin bunu özellikle vurgulaması, adalet duygumu güçlendirdi. Nisa Serezli “acıyı bal eyleyerek” iç dengesini kurabilenlerdenmiş. “Ben, bana acı verenlerin çektikleri acıyı hissedebiliyorum. O zaman kendi acılarım diniyor ve onların acılarına koşuyorum” diyor. “Aşkınlık bu mu?” diye soruyorum kendime. Sevim Burak... “Yayımlandığı günlerde bile hak ettiği okur ilgisini bulamamış, ...bir bakıma talihsiz bir çalışma...” olan Yanık Saraylar’ın yazarı Sevim Burak. Kitap üzerine tartışmalar...“Ne anlatıyordu Yanık Saraylar?”“Ayrıca, bir şey anlatmak zorunda mı?” Öykülerinden farksız, ayrıksı, cin gibi bir kadın. Gözleri hem çekik, hem iri. ...Yıkık yıprak bir güzellik. Yazmak onun için ölmek gibi bir şeydi. Ne var ki, insan yazabildiğinde, ölüm ürküyor, geri çekiliyordu. Yazarak ölüme meydan okuyordunuz. Öte yandan, bir kez yazmaya başladınız mı, ölüm sürekli oluyordu ve siz sürekli, sonsuza kadar yazsanız, sonsuza kadar ölüyordunuz. “...Dahası: Yazmak bir hastalıktı.” “... Sağlıklı bir duvar işçisi, tuğlalarını birer ikişer örebilirdi. Onun durumu farklıydı: O, mutlu insandı. “Halbuki” bütün yazarlar mutsuzda. Mutsuz, mutsuz!” Selim İleri’ye “Sevim Burak” imzalı bir kart geliyor bir gün: “Beni sorarsan iyiyim bir yıllık ömrüm var.” Taşıdığı ışığı yeterince yansıtamadan ölmek, yaşamdan alacaklı gitmek... İç burkucu. Sevgi Soysal’la Ankaraİstanbul arasında sürdürülen dostluk. “Neler yazıyorsun? “Bodrum’da geçen bir roman yazmaya çalışıyorum.” “Yazmayı seviyor musun?” “Seviyorum. Sen?” “Hayat bana her zaman daha önemli geldi. Onu da hiçbir zaman istediğim gibi yaşayamadım. Oturaklı bir kadın olmayı isterdim, inanmayacaksın.” Bir yıl sonra bir ölüm daha, yine zamansız. Oğuz Atay’la ilgili anılar yetmişli yılların başına denk geliyor. Beğeni, eleştiri, uzaklık, yakınlık iç içe bu yaşantılarda. ‘On iki Mart’ sonrasının arkadaş ilişkilerine bile yansıyan tedirginliği mi? Selim İleri o dönemden söz ederken yer yer kendine çok yüklenerek özeleştiri yapıyor. Ölüme hükümlü bir zaman diliminde, “Geleceğini kaybetmek yaşanan zamanı da boşlaştırıyor” diyerek yazmayı sürdürüyor Oğuz Atay. İkisi, sonunda yine yazı aracılığı ile birbirlerini anlıyorlar. Bu sayfalarda ‘hayata yağan kar’, insanı iliklerine kadar ürperten bir tipiye dönüyor. “Ürperen sokakları süpüren tipide/ Yürürken hızlı/ Şimdi değil sonra/ Vurur yüzünüze aralık kapımdan/ Bir garip yaz sıcaklığı” dizeleri geçiyor aklımdan. Dua benzeri bir etkisi var Behçet Necatigil dizelerinin. Selim İleri, Necatigil şiirlerine duyduğu sevgiyi dile getirirken, “en küskün, en umutsuz, dirençsiz zamanlarımda bana el uzattı” diyor. Behçet Necatigil anılara sığmayacak denli yoğun Selim İleri’de. 1968 yılında Cumartesi Yalnızlığı yayımlanmıştır. Necatigil’in ¥ SAYFA 10 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1078
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle