Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Françoise Balibar’dan Marie Curie’ye dair Bilgin mi, kadın mı, bilim kadını mı? Bilgin mi, Bilimin Meryem Ana’sı mı? başlıklı bu kitapla adını sanını bilmediğim pek çok bilim kadını, kadın düşünür, sanatçı vb. olduğunu fark etmem, daha doğrusu bunu bir kere daha görmem. Kadınların hikâyelerini bilmeyişimiz, görmeyişimiz bir yanda dursun, pek çoğumuz henüz “büyük” kadınların, bilim kadınlarının, kadın düşünürlerin hayatlarından ve yaptıklarından bile bihaberiz. Ë Müge KARAHAN adyum, polonyum ve radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalar nedeniyle 1903 Nobel kimya ödülünün kocasıyla birlikte sahibi olan Marie Curie’nin yaptıkları ve yaşamı da görmediklerimiz arasına itilenlerden. Marie Curie üzerine yazılan Bilgin mi, bilimin Meryem Ana’sı mı? başlıklı kitap tam da bu nedenle bilime ilgi duymayanların da dikkatini çekmeli. Aslında Curie’nin hikâyesi de diğer kadınların hikâyelerinden farklı sayılmaz: Erkek dünyasında yani erkek hâkimiyetindeki bilim dünyasında kadın olarak var olma mücadelesi vermek. Bolca görsel malzemesi olan bu kitaptaki fotoğraflar bile bunu kanıtlıyor; pek çok toplantı, kongre vb. yerlerde Marie Curie diğer bilim adamlarının ve pek çok “büyük adam”ın arasında, fotoğraftaki tek kadın olarak görülüyor. Aynı zamanda çalışma arkadaşı olan kocası Pierre’in ölümünden sonra araştırmalarını, bu erkek dünyasında tek başına sürdürmeye başlayan Marie’nin önüne pek çok engel çıkarılacaktır: “Zira Marie Curie’nin herhangi bir şey keşfedecek beceriye sahip olmadığını ima edenlerin sayısı epey kabarıktı; Marie Curie ise bütün o dönem boyunca tek başına bir kadın olarak kendini kanıtlamak zorunda kaldı. Ama ‘kurulu düzen’in bilim adamlarının şöhretlerinden etkilenmeksizin, kendi tarzınca, biraz sert bir biçimde yaptı bunu (…) İşte bu dönemde Marie Curie uluslararası bir önem kazandı.” Tüm bunlarla mücadele ederken Marie Curie, yine pek çok kişinin hasedine ve hazımsızlığına neden olacak çok ender rastlanan bir başarıya imza atar ve ikinci kez Nobel ödülünü alır; 1911 yılında, bu sefer kimya alanında Nobel ödülünün sahibi olur. Ancak 1911, “Marie’yi yıllar boyu hırpalayacak bir olayın da patlak verdiği yıldır: Marie’nin bir süredir Paul Langevin’le yürüttüğü gönül ilişkisini öğrenen basın, bu “yabancı” kadını bir “Fransız’ın yuvasını yıkmakla” suçlamaktadır. Marie’nin “yabancı” diye anılmasının sebebi Polonyalı olmasıdır; yani Marie hem bir tür yabancı düşmanlığına hem de cinsiyet ayrımcılığına maruz kalır. Bu sansasyonel vaka, 1911’deki Nobel ödül töreninin tabii ki bütün bu dedikoduların hedefi olan Curie konusundaki tereddütler nedeniyle askıya alınmasının teklif edilmesine neden olur. Bu mini kitapta Marie Curie’nin feminizm ile ilişkisini de irdeleyen yazar Françoise Balibar’a bakılırsa Marie Curie feminist değildir, hatta kendini feminist ilan etmeyi hep reddeder ve bir siyasal parti ya da hareketin içinde bulunmamaktadır. Yazara göre Curie, herhangi bir harekete dahil olup mücadele etmek yerine laboratuvarında çalışmalarını tamamlayarak öbür kadınlara daha yararlı olacağını düşünür. Yazarın bu konuda yazdıkları, kadınlık durumuyla ilgili çok önemli bir durumu bir kere daha gözler önüne serer: Bu erkek dünyasının bir kadından beklentileri vardır; hele ki bu kadın erkeklerin dünyasında büyük kadın olmak için mücadele etmeye kalkıştıysa… Bir kadın sınırlarını, “kadınlığını” ve “yerini” bilmelidir (!) Yazar Balibar, Marie Curie’nin öğrencisiyle yaşadığı aşkın sonuçları üzerine şu yorumda bulunur: “Bu ‘vaka’da ‘kabahat’in tümüyle Marie Curie’ye yüklendiği, kimsenin Langevin’in tavrına ses çıkarmadığı fark edilecektir. Marie toplumun gözünde bir suç işlemişti, gazetelerin ona isnat ettiği yuva yıkmak suçu değildi, belki de daha ağır bir suçtu onunkisi: Haddini bilmemek. Bir kadın ve bir Nobel ödülü sahibi olarak yeri, bu iki niteliğin birleşmesiyle doğan, o zamana kadar akla hayale gelmeyecek bu konum (Nobel ödülü alan ilk kadın oydu) iki kat ‘saygıdeğer’ olmasını gerektiriyordu.” İşte bütün bu anlatılanlar okura, “bir kadının uğradığı haksızlıklar tarih boyunca sanki hiç değişmemiş” diye düşündürür. Bu minik kitabın en güzel yönü, içine yeterince bilgiyi ve anıyı en okunur biçimde almış olması. Kitabın genelinde Marie Curie’nin kadın olduğunun hatırlatılması, dahası bunun altının çizilmesi ve onun cinsiyetsizleştirilmemesi, yazarın bir ucundan da olsa feminizme yaklaştığını gösterir. Ancak kitap yalnızca feminist damardan beslenmekle de kalmaz; bir başka uçtan da bilim dünyasındaki tartışmaları yakalar. Örneğin yazar Balibar; “Bilginlerin toplumsal sorumluluğu karşısında Marie Curie’nin pasif kalmasını şaşırtıcı bulur” ve bu konudaki tartışmaları da kitabına taşır. Bilginlerin toplumsal sorumluluklarını hatırlatan Balibar bu noktadaysa Einstein örneğini hatırlatır. Marie Curie’nin arkadaşlarından biri olan Einstein, “Curie’nin tersine şöhretini, önemsediği siyasal davaların hizmetine sokmaya karar vermiştir.” Marie Curie’nin cinsiyetsizleştirildiğini, kendi olmaktan çıktığını, adeta bilimin alegorisi gibi görüldüğünü anlattığı satırlarda Balibar, bilimin neden uçarı bir kız olamadığını sorgularken şair Lautrémont’un şu haykırışını alıntılar: “Ey ağırbaşlı matematik…” ? Marie Curie: Bilgin mi, bilimin Meryem Ana’sı mı?/ Françoise Balibar/ Çeviren: Elif Göktepe/ Yapı Kredi Yayınları/ 128 s. R A K yın Şiiri ARİF DAMAR KAYIP KUŞLARIN SAATİ uzun sürmüş ıssızlığın ardından geldi kış. yerinden oynamış taşlara bastım kimbilir nerde düşürdüğüm bir ağırlık gibiydi aşk. yavaşladım renkli fenerler asıyordu kadının biri ürperten yalnızlığına saçlarımı onun gibi ayırıp iki yana iki nehirdir diye omuzlarımdan bıraktım toprağın altını dinledik ve bulutları her şey uçuk mavi bir ıssızlıkta olup bitiyordu aramızda bir sır olmalıydı, bilmediğim bir şarkıyı bilir gibiydi ben ona bir ağaç adadım o bana suları anlattı yaprağın damarını ve incecik çizgilerini hayatın sessizlik gibi kırılıyordu kelimeleri onu dağılmış kelimelerden topladım kayıp parçalar vardı, loş odalar kirli çamaşırlar arasında bir keman sesi gibi yersiz yurtsuz kalakaldım saçlarım döküldü bu kötüydü kimselere açılamayan sır gibi sustum bildiğim bütün isimleri, içli bir incir gibi dalımda kaldım asım 2009 ayı ve bu ayı da kapsayan şiire yer veren edebiyat dergilerinden: Afrodisyas Sanat, Akatalpa, Akbük, Akköy, AZ Edebiyat, Berfin Bahar, Deliler Teknesi, Denizsuyukâsesi, Dilge, Dize, Edebiyat, Eliz, Kurşun Kalem, Lâcivert, Mor Taka, Patika, Sanat ve Hayat, Sincan İstasyonu, Şehir, Şiir Saati, Tavır, Tay, Varlık, Yasakmeyve, Yazılıkaya ve Yedi İklim dergilerindeki şiirleri okudum ve inceledim. Çiğdem Sezer’in Kurşun Kalem Dergisi’nde yayımlanan “Kayıp Kuşların Saati” adlı şiirini Ayın Şiiri olarak değerlendirdim. Son yıllarda şiir yazan kadınların arasında çok seçkin isimler var. Çiğdem Sezer de bunlardan en önde gelenlerden. Çiğdem Sezer aynı zamanda bir bilim insanı. Sağlık konusunda ders kitabı bile yazmış. Denemeler ve giderek ödül kazanan bir roman bile kaleme almış. Evli çoluk çocuk sahibi. 1960 doğumlu. Pek genç sayılmasa da şiiri çok genç ve yakışıklı. Dört ödülü var. En son Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü de kazanmış. 1993’den 2005’e kadar dört şiir kitabı yayınlanmış. Ben henüz kitaplarını ne yazık ki okuyamadım. Bu şiirinde olağanüstü güzel dizeler var. Örneğin “sessizlik gibi dağılıyordu kelimeleri/ Onu dağılmış kelimelerden topladım” gibi. Gülten Akın’ın arkasından gelen başta Birhan Keskin olmak üzere çok seçkin kadın şairimiz var. Yoksa şaire mi demek lazım. Pek güzel değil vesaireyi anımsatıyor. Neyse, Çiğdem Sezer’i kutlayalım bütün şiirseverlerle birlikte. SAYFA 20 Çiğdem SEZER 6.8.1960 tarihinde Trabzon’da doğan Çiğdem Sezer, ilk ve orta öğrenimini burada tamamladı. 1978’de Trabzon Sağlık Koleji’ni bitirdi ve iki yıl Yozgat/Yerköy’de, üç yıl Trabzon’da olmak üzere beş yıl hemşire olarak görev yaptı. Bu yıllarda ilk şiirlerini yayımlayan Çiğdem Sezer, Ankara Gevher Nesibe Sağlık Eğitim Enstitüsü’nde başladığı yükseköğrenimini tamamladıktan sonra 1986 yılında Sakarya Sağlık Meslek Lisesi’ne öğretmen olarak atandı. 1991’de Kanadı Atlas Kuşlar, 1993’de Çılgın Su, 1996’da Kapalı Gişe Hüzünler, 1998’de Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından, 2005 yılında Dünya Tutulması adlı şiir kitapları, 2007 yılında Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon adlı deneme kitabı yayımlandı. Bu arada pek çok dergide şiirleri ve şiir üzerine yazıları yayımlandı. Sağlık meslek liseleri için Epidemiyoloji ve Sağlık İstatiği adlı bir ders kitabı da olan Sezer; 1993 Dünya Kitap Dergisi Şiir Ödülü, 1993 Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü, 1998 Arıburnu Şiir Ödülü, 2006 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü sahibi. 2005 İnkılâp Kitabevi roman yarışmasında “Aşk ve Baharat” adlı romanı ödül kazandı. yaralı atları vurmak düştü payıma harfleri eksik bir alfabeyle sınamak hayatı at üstünde sevişmeyi öğrenmek şarkı söylemek bulanık sularda bir batığın izini sürmek gibiyim dedim, işte öyle, derdini sızdıran porselen çay fincanı bütün gece fısıldayıp duruyordu, tıkanan soluğumdan anladım.. burada iyi olurum belki, hiçbir yere açılmayan pencere güneş görmemiş saat, bozulmamış yatak burada iyi durur, bakarız birbirimize yok olup gitmemek için bulvarın gürültüsünden bir gökyüzü alırız içeriye sonra bir kuş gelir, sürüsünü şaşırmış buyur ederiz, hazırlarız o uzun göç mevsimine bir çalar saat vardır, unutmayız bunu kırık dökükleri süpürürken kanayan ellerimiz unutmaz bir saat vardır, çaldı mı, kendini dışarı çıkarmanın vakti ovada bir at kişner; bu, saatin çaldığıdır kayıp kuşların ve yolunu şaşırmışların saati ben bunu duyarım ölmediğim bundan cesedimle aramda incecik bir duvar beni benden çıkarıp sulara karıştıran bir şey var. ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1041