07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K ünyada çocuklara özgülenmiş bayram yapan ülkeyiz diye övünüyoruz, yine dünyanın çocuklar için tiyatro kuran üçüncü ülkesiyiz diye kabarıyoruz… Elbette övünülecek işler bunlar… Ya sonra? Örneğin çocuklar için yasa çıkarabilmiş miyiz? Çocuklarımızın korunması, eğitimi için neler yapıyoruz? Hasta çocuklar, şiddete, tacize uğramış çocuklar, açlığın pençesinde kıvranan çocuklar, kıyımın, törenin, terörün kıskacında yaşayan çocuklar, çalışan çocuklar, sokaklara düşmüş çocuklar, uyuşturucu bağımlısı çocuklar, suçlu çocuklar, sayın sayabildiğiniz kadar, neler yapıyoruz bunlar için? Çocuğa yönelik sanatın neresindeyiz? Sözgelimi tiyatroda elde ettiğimiz ilk ivmenin başarısını sürdürebiliyor muyuz günümüzde? Sinemada, müzikte, yazında neredeyiz? Öteki türlerde, alanlarda? Özellikle geçmişten günümüze yüzlerce yazarın erkesiyle bugüne gelmiş çocuk yazınında durumumuz ne? Neresinden bakarsak bakalım, hep sorularla karşı karşıyayız… Bunlara kayıtsız değiliz, tembel de değiliz, yaratıcılıktan uzak hiç değiliz, değiliz ya yeterli birikim oluşturduğumuz, bu birikime yaslanarak, bundan pay alarak yol aldığımız söylenebilir mi?.. itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Masalların bayramı... limcileri uyarıyor: “Edebiyat çevreleri, hızlı ve çok üreten bu yazarı edebiyat dışı tutmuş, ama bunun için bir gerekçe göstermemiştir. (…)/ Onu yok sayanlar, ondaki bu enerjiyi, edebi değeri daha yüksek bir üslup çizgisine çekmek için hiçbir çaba göstermedikleri gibi herkesin tanıdığı ve okuduğu Kemalettin Tuğcu’yu ilerici ve demokrat bir çizgide kullanmayı da bilemediler.” (18, 19) Nemika’nın bu değerlendirmesi üzerinde ne denli durulsa yeridir. Gerçekten de Kemalettin Tuğcu, övgüler ya da yergiler almış bir yazar olarak kaldı hep. Ne onun yazınsal erkesinin üst bir evreye dönüştürülebilmesi yönünde herhangi katkıda bulunuldu ona ne de Tuğcu’nun yazdıkları aracılığıyla kuşaklar boyu etkilenmiş çocuklar üzerinde toplumbilimsel çalışmalara, araştırmalara yönelindi. Hayır, haksızlık yapmayayım, sözünü ettiğim bu iki alana özgü hiç mi hiç kalem oynatılmadı değil, ama bunlar erke üretmekte yeterli olamadı. (Örneğin Cahit Armağan’ın Yansıma’da yayımlanan değerli bir araştırmasını anımsıyorum bu konuda. Elbet başkaları da var.) Gelin de Nemika Tuğcu’nun şu sözlerine katılmayın şimdi: “Edebiyat yapmadığını hep söylediği halde, çok satan bir yazar olmanın hesabını veremedi Kemalettin Tuğcu. ‘Bu kadar çok okunmayı nasıl başarıyorsunuz?’ sorusunu, ‘Bunu çocuklara sorun,’ diye yanıtladı.” “Yayınevlerini zengin etmiş ama kitaplarından hak ettiğini alamamış bu yazarın…yazma nedenleri ve yazma biçimi üzerinde durulmadı. Ama birçok gazeteci, yazar, onun kitaplarıyla okuma alışkanlığı edindiklerini, yazar olmalarında büyük payı olduğunu söylediler.” (17,18, 19) “Amcam para kazanmak için değil, oyalanmak için yazdığını, yazdıklarının edebiyat olmadığını, böyle bir iddiasının bulunmadığını söyledi. (…) Ortalıkta görülmemeyi tercih etti, okurlarından kaçtı.” (Yine de “Çocukları severdi. Her yerde rastladığı çocuklarla ilgilenir, konuşur, cebinde şeker ya da çikolata varsa verir, sorular sorar, gözlerdi.” [91]) “Onun kendine özgü bir yazma biçimi vardı. Bir satır sonra ne yazacağını bilmeden başlar, bazen neredeyse bir kitabı bitirip kalkardı. Düş gücü, yüreği, belleği ve parmakları arasındaki mükemmel uyum yolunu bulup yürüyordu.” (50, 51) Kemalettin Tuğcu’yu yüzlerce yaşam kurmaya iten duygu ya da duygular nelerdi peki? “Ayağındaki sakatlık, hayatı boyunca taşıdığı bir kederdi.” (24); “Yaşıtları gibi oynayamaz(dı)…” “Böyle buhranlı günlerinde annesinin aldırttığı defterlere bir şeyler yazar. Bitince de bahçedeki boş havuza atıp yakar.” (80); Şöyle der: “Yirmi altı yaşıma kadar münzevi bir hayat yaşadım. Ne mektebe gittim, ne de gençlik hayatı yaşadım. Yalnızlığın bana verdiği can sıkıntısıyla yazmaya başladım. On üç yaşımdan beri yalnız yazı yazdım.” (86) “Hangi duyguyla hareket ederse etsin sonuç aynıydı: Babası onun sakat kalmasına neden olmuştu. Hayatı boyunca onu affetmedi. /Kitaplarında bu iki duygu çokça yer aldı. Merhamet ve öfke.” Yazdıklarında, “yüzeye çıkmamış bir ‘öfke’, başarmak için duyulan örtülü bir hırs, sabır” vardır onun. (48, 49) Kemalettin Tuğcu’yu Mustafa Ruhi Şirin’in sözleriyle analım gelin: “O hep çocuk kalbinin safiyetinden yana olmuştur. Elli yılın çocukları ve Türkiye, Tuğcu’ya borcunu ödeyebilmiş midir? Kanaatimce, hepimiz değişik oranlarda ona borçlu kaldık.” (227, 228) GÜLTEN DAYIOĞLU’YLA SERPİLİP BÜYÜMEK... Gülten Dayıoğlu’nun da küçük bir çocukken yüreğindeki hangi dal kim bilir neresinden kırılmıştı, biliyor muyuz? Ama o da hep sevgiyle, güzellikle, ağzımızdaki süt dişlerimiz havasında dil tadıyla besleyip durdu bizleri… Yine de yaşantısından kimi ipuçlarını derleyebiliriz: “Annem babam, ben üç yaşımdayken ayrıldılar. İlk romanım(da)… bunun izlerini bulacaksınız. Annem Emetli. (…) Beni kimseye ezdirmemek için evlenmedi. Bana hem analık hem babalık yaptı. Babamın başında her zaman kavak yelleri eserdi.Yeşil gözlü, tatlı dilli bir güzel kadın uğruna, bizi bırakıp gitmişti. Sonradan o kadını da çok sevdim. Babamı da…” (287) Her iki yazarın da yaşamdan kalkarak yazmaya koyulduğu, üstelik özyaşamlarından izler taşıyan yapıtlar verimlediği açık. Bu çerçevede Gülten Dayıoğlu, çocuk yazınına yönelişini şöyle anlatıyor bizlere: “1963’te ilkokul öğretmenliği yapıyordum. Okumayı söken öğrencilerin, okumayı pekiştirmek için bol bol kitap okumaları gerekiyordu. Oysa, onlara bu olanağı sağlayamıyordum. Çünkü, çocuk yazını alanı pek boştu. Birkaç yazar dışında hiç kimse çocuk kitabı yazmaya istekli değildi./ Bu arada oğlum da küçüktü. O da benzer okuma açlığı içindeydi. Kendisine… düş ürünüm olan birçok öyküyü anlatırdım. Bunları pek sever, yeniden yeniden dinlemek isterdi./ Aynı öyküleri, zaman zaman sınıfımda öğrencilerime de anlattığım oluyordu. Benzer ilgiyi onlardan da görüyordum./ Sonunda oturup çocuklar için kısa öyküler yazmaya başladım.” (16, 17) Dayıoğlu’nun yazın işçiliği üzerine neler söylenebilir? Kemal, yazarın “Türkçe yazma çabası” konusunda şu vurguyu getiriyor: “Cumhuriyet döneminde Türkçeyi zenginleştirmek için izlenen yollardan biri de halk ağızlarından yararlanmak olmuştur. (.)Gülten Dayıoğlu çocuklar için de yazsa, özellikle ilk yapıtlarında kendini bu çabanın dışında görmemiştir. (Kullandığı kimi) sözcükler… (standart dilin sözlüklerinde) yer almamış sözcüklerdir, bazıları Derleme Sözlüklerinde de yer almamıştır. Bunların bir bölümü ilk kez Gülten Dayıoğlu’nun yapıtlarında rastladığımız sözcüklerdir.” (43, 44) GÜLTEN DAYIOĞLU’NUN ÇOCUK ROMANLARI başlıklı çalışmasında Kemal Ateş, yazarın on üç romanını inceliyor. Ateş, Dayıoğlu’nun başlangıçtan o aşamaya gelene dek geçirdiği yazınsal serüvene de ışık düşürüyor bir bakıma… Nemika Tuğcu’nun Sırça Köşkün Masalcısı ile Kemal Ateş’in Gülten Dayıoğlu’nun Çocuk Romanları adlı kitapları, bu yazarları tam anlamıyla tanıyabilmenin yol göstericisi. 1940’lardan 2010’lara tam yetmiş yıldır Kemalettin Tuğcu’yla başlayıp Gülten Dayıoğlu’yla süren dört yüz dolayında kitaptan beslendik, serpilip geliştik, derken büyüyüp dal budak kocaman birer yetişkin olduk… Şimdi Kemalettin Tuğcu yok, Gülten Dayıoğlu ise çocuk yazınımızda veriminin doruğunda değerli bir yazıncımız… Onun Emet’te, Tuğcu’nun Çengelköy’de bir sokakta adları yazılı. İki gün sonrası bayram. Şu bayram günleri ne yatkındır masala, söylene değil mi?… Hadi gelin, andığım bu sokaklara dalalım ailece, bir yakınımıza bayram ziyaretine gidercesine. On yıllar boyu ana sütümüz anadilimizle kulaklarımıza masallar fısıldayan, öyküleri, romanlarıyla ruhumuzu şenlendiren bu iki yazarımızın bayramlarını kutlayalım birlikte… Sahi, Türkçenin çocukları olarak, kapılarını vursak her birimiz, bayramınızı kutluyoruz diyerek el öpsek, onlar da bayram armağanı olarak yeni kitaplarını dağıtsa bizlere… Tuğcu, Dayıoğlu, sizler, masallar kadar yaşayın, e mi! ? SAYFA 21 D Çocuklarımızı, içlerine doğdukları doğal koşullardan çıkarıp kendi yapıntımız bir ekin evreniyle tanıştırabiliyoruz muyuz? Doğal çevrede kendiliğinden üreyen kokuşmuş, çürümüş, arabesk ekinin pençesinden kurtarıp çağdaş, modern bir ekinle içlidışlı kılabiliyor muyuz, bu uçsuz bucaksız alana taşıyabiliyor muyuz? Sonuçta çocuğun beslenmesini, barınmasını, sağlığını, bunları geçtim tek beklentisi olan sevgiyi, ilgiyi, şefkati toplumca, ailece, okulca, devletçe karşılayabiliyor muyuz? Annelerin, çevrede saygınlık taşıyan anlatıcı ebelerin, dedelerin dilanlatı güzellemelerinden, Türkçenin ballandırılmış söylemlerinden, tekerlemelerden, masallardan başka ne görüyor bu çocuklar ilgi, sevgi, şefkat, iyilik adına? ANA KUCAĞI DİL KUCAĞI... İyi ki tüm çocuklarımızı kucaklayacak güçte, onların gizli cevheri şiirini, masalsılığını, söylensiliğini doyurabilecek yetkinlikte bir dilimiz var!… Yoksuluz yoksul olmaya da, bereket, dilimiz alabildiğine varsıl! Bırakalım bizim çocuklarımızı, tüm dünya çocuklarını kucaklayabilecek, kavşıracak anaçlıkta,sevecenlikte bir dil bu… Ana sütü olarak bu doğal beslenmeyle verdiklerimiz dışında yapay mamayla nece katkıda bulunuyoruz onlara? Geçmişten günümüze çocuklarımıza süt anneliği, dil dedeliği yapan insanlar için neler söylenebilir? Yazınsal tür olarak masala ömür vermiş Eflatun Cem Güney, Oğuz Tansel vb. yazarlarımızı kastediyor değilim. Dilimizin masala yatkınlığından kalkarak birer masalcı ana, dede gibi dil bayramları, dil şölenleri yaratarak bizi kuşaklar boyu etkileyen yazarlara getirmek amacım sözü… Bu alanı verimleriyle zenginleştiren pek çok yazarla karşılaşıyoruz… Ama ikisi var ki, birkaç kuşağı içine alacak biçimde on yıllara yayılan genişlikteki üretimiyle, çocukları annelerinin, nenelerinin kucağından koparıp kendi bağırlarında besleyen yanlarıyla, çocuk yazınımız içindeki tükenmez verimliliğiyle öne çıkarak ötekilerden ayrılıyor: Kemalettin Tuğcu (19021996), Gülten Dayıoğlu (d.1935). Tuğcu, özellikle verimli olduğu 194080 arasında, Dayıoğlu da 1965’ten bugünlere uzanan süreçte birkaç kuşağın çocuk bireylerini alıp günahıyla sevabıyla en az anneleri babaları kadar, onları dönüştürüme uğratmış bulunuyor. Kaba bir hesapla günümüzde binlerce aileden gelen dedenene, torun, andığımız bu yazarlarla ilgili okumalarda buluşmuş olmalı. Tuğcu ile Dayıoğlu’nun, birer yazar olarak kurdukları evrene yönelik öncülük edecek iki önemli çalışma var. İlki öykücü yeğen Nemika Tuğcu’nun verimlediği bir yaşamöyküsü kitabı: Sırça Köşkün Masalcısı (Can, 2004). Ötekisi yine bir öykücüromancı, aynı zamanda dilbilimci olan Kemal Ateş tarafından kaleme alınmış doktora tezi: Gülten Dayıoğlu’nun Çocuk Romanları (Kültür Bakanlığı, 1998). Kuşaklar boyu bizi dilleriyle emziren, her ikisi de çok okunurlukta kırk yıl gibi ulaşılması güç bir rekora imza atan, sonuçta gerek bireysel gerekse toplumsal yaşamımızda etkilere yol açan Tuğcu ile Dayıoğlu’nu daha yakından tanımak için bu kitaplardan içeri uzanmakta yarar var… KEMALETTİN TUĞCU’YLA YOL ALMAK... Kemalettin Tuğcu, üç yüzün üzerinde kitap (“Guinness Rekorlar Kitabı’na girecek kadar çok kitap” [20]) yayımlamış, farklı üç dört kuşaktan yüz binlerce, hatta milyonlarca çocuğu etkilemiş bir yazar. Salt bu yanı bile üzerinde uzun uzadıya durulmasını zorunlu kılıyor onun. Nemika Tuğcu, saptamasıyla yazınbi CUMHURİYET KİTAP SAYI 1022
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle