24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Meltem Vural’dan ‘Şu Dağın Ardı İran’ İran’da bir Türk Gelin Meltem Vural, yirmi sekiz yıl önce gencecik bir gelin olarak gittiği İran’ı ve orada yaşadıklarını “Şu Dağın Ardı İran” adıyla ve capcanlı bir dille anlatıyor. İlk günden son güne kadar tam dokuz yüz gün boyunca bu ülkede yaşadıklarını anlattığı çalışmasına kendisi “anı” diyor ama tanıdığı kişilerdeki ve ülkedeki değişimi öyle bir boyuta taşıyor ki “Şu Dağın Ardı İran” bir roman tadında okunuyor. On sekiz bölüm boyunca bu kadim ülkeden insan manzaralarını ve devrimin altüst ettiği hayatları ince bir dikkatle betimliyor ve bu bölümleri, romana çok yakın bir kurgu ile birbirine bağlıyor. Meltem Vural’ın İran günlerini özlemle hatırladığını söylemek elbette olanaksız ama onun bu ülkeye bakış açısındaki şefkati ve sıcaklığı hatta acımayı sezmemek de olası değil. Özellikle İranlı kadınlar ve çocuklar, bu şefkatten paylarını alıyor, insani derinlikleriyle ve çaresizlikleriyle boyutlandırılıyor. Aslında Meltem Vural bu ülkede yaşadığı büyük düş kırıklıklarına rağmen belli ki kimseye düşmanlık ve kin duymuyor ama yaşadıklarını da paylaşmak istiyor. Paylaşıyor da… Meltem Vural, kendinin dışına çıkmayı başararak İran’daki bir “Türk gelin”in öyküsünü, onun kendisiyle yüzleşmesini ve İranlı yeni ailesiyle ilişkilerini bir anıroman’a dönüştürüyor. Vural’la kitabını konuştuk. SAYFA 16 Ë Çiğdem ÜLKER evgili Meltem, “Şu Dağın Ardı İran” ilk kitabın, daha adından başlayarak bize hem çok yakın hem de çok uzak bir coğrafyanın sendeki anılarını anlatıyorsun. İran’da yaşadığın her şey belli ki çok derine işlemiş ve sen neredeyse otuz yıl sonra olanca canlılığı ile bütün detayları hatırlıyor ve onları bir anıromana dönüştürüyorsun. Biz de senin aracılığınla o İran ailesinin evine, mutfağına giriyor; düğününe, cenazesine, konu komşusuna gidiyoruz. Tahran’ın sokaklarında seninle yürüyor, koşuyor, Hariciye Vekaleti’nin kapılarını seninle birlikte itiyor, İnci Saray’da dolaşıyor; Türkiye Büyükelçiliği’nin demir parmaklıklarına tutunuyor ve duvar dibine yığılıp kalıyoruz. Bu ülkeyi ve devrimin o en sıcak günlerini senin gözlerinden tanıyoruz. Aradan bunca yıl geçtikten sonra bu anıları yazmaya nasıl karar verdin, bu kitabın yazılış öyküsünü anlatır mısın? İran’a adım attığım andan itibaren yaşadıklarım tam anlamıyla psikolojik bir travmaydı. Her gün kâbustan uyanmak umuduyla güne gözlerimi açıyordum. O yıllarda Türkiye de askeri darbenin en ağır bedelini ödüyordu ama, İran beterin beterini görmeme neden oldu. Siyasi özgürlük vaadiyle kandırılmış bir millet, özellikle kadınlar, pişmanlık ağıtları yakıyordu. Çünkü en ağır bedeli onlar ödüyordu. Aklınıza gelebilecek her türlü özgürlükleri ellerinden zorla alınırken; bir yandan da kocalarını ve evlatlarını Irak savaşına kurban veriyorlardı. Tarifsiz acılara şahit oluyordum. Türk gelin olarak ötelenmeme, örselenmeme rağmen o aldatılmış ve çaresiz insanlara düşmanlık ve kin duyamıyordum. Şu dağın ardı kadar yakın olduğuna inandığım İran’ın aslında ne kadar uzak olduğunu; ev, şehir ve ülke olarak iç içe geçmiş üç kafes içinde yaşayarak anlıyordum. Ben de İran halkı gibi her anlamda kandırıldığımı anladığımda özgürlük savaşıma başlamıştım. Dayanma gücümü yitirdiğim günler oldu ama elimdeki tek silahım olan umudumu asla yitirmedim ve vatanıma kavuştum. Üzerimdeki giysilerden havadaki kokuya kadar belleğimde hâlâ taptaze olan özgürlüğüme ka“Benim bildiğim İranlılar sokağa çıkarsa istediğini alvuştuğum o güzel İstanbul akşa madan, yönetimi değiştirmeden evine dönmez. Permından başlayarak uzun bir sü sepolis başta olmak üzere birçok İran öyküsünde gördüğümüz gibi yeraltında ve gizlice yaşanabilen re yakın çevreme dağın ardında özgürlüğün bir şekilde artezyen kuyuları gibi yeryübıraktığım kâbus dolu günleri züne fışkıracağına inanıyorum. Kendi benzetmeleri olan buğday başakları gibi fırtınanın geçmesini satüm detaylarıyla durmaksızın bırla bekliyorlar. Sabır İran’ın karakter ögelerinden anlatıyordum. Sanki psikolojik en önemlisidir. Hapşırana bile çok yaşa yerine “Saterapi seansındaymışım gibi ku bır!” derler. Bu kadar sabır bize çok gelebilir ama gördüğünüz gibi İran’da da otuz yıl sonra özgürlük sarcasına anlatıyordum kenditomurcuklanmaya başladı. Bu coğrafyada min ve İran’ın acıklı öyküsünü... umutları zengin ve özgür bir ülke süper güçleri korkutsa da, Şaşkınlıkla beni dinleyen arkaİran halkının arzuladığı özgürlüğe kavuşmasını dilidaşlarım yazmamı ısrarla önerdi yorum.” diyor Meltem Vural. S ama yazacak gücüm yoktu. Özgürlüğüm, vatanım, ailem, dostlarım, işim derken kaybettiklerimin değerini fazlasıyla bilerek yeniden kazanmanın mutlu sarhoşluğu içindeydim. Anlatarak ya da yazarak da olsa, bir daha asla yaşamak istemediğim İran günlerimi belleğimin derinliklerine hapsettim. Ta ki yıllar sonra bir gün meclis kapısında molla kılığında cüppeli, entarili, çember sakallı bir vatandaşımla karşılaşana kadar... Atatürk devrimlerine, ülkeme, ulusuma o kadar güveniyordum ki, beni huzursuz etse de, dinci hareketleri bilinçsiz bir İran özentisi olarak değerlendiriyor belki de kendimi avutuyordum. Oysa yıllar önce İranlı Meryem Öğretmenin “Ya sizin de başınıza gelirse?”dediği büyük tehlike, yanı başımıza kadar sinsice sokulmuş ve milletin meclisinin kapısına dayanmıştı. O güne kadar özellikle türban ve tesettür söz konusu olduğunda hep “Şeriat isteyenleri bir uçağa doldurup İran’a götürmeli bir ay sonra tekrar sormalı. Göreceksiniz hepimizden daha çok Atatürk devrimlerine sahip çıkacaklardır” diyordum. Onları İran’a götüremeyeceğime göre İran’ı buraya getirmeli; elleriyle teslim ettikleri özgürlüğün ardından ağıt yakanların umutsuz çırpınışını, demokrasi ve eşitlik duyguları sömürülerek kandı rılanları ve İranlılar gibi neredeyse gönüllü olarak vazgeçtiğim özgürlüğü yeniden kazanmanın zorluklarını anlatmalı, yazmalıydım. Tehlikeyi haber vermeliydim. “BİR ÖZGÜRLÜK ÖYKÜSÜ” “Şu Dağın Ardı İran” aşkının peşinden giden ve eşinin ülkesine yerleşen bir Türk kadınının öyküsü olarak başlıyor ama yitirdiği özgürlüğünün ve küçümsenen kimliğinin peşine düşen bir kadının öyküsü olarak gelişiyor. Bu kadın ancak aşktan ve evliliğinden vazgeçerek özgürlüğe kavuşabiliyor. Bu paradoksu bizzat yaşamak, senin yazma serüvenini nasıl yönlendirdi? Bu kitap, şeriat ve savaş gölgesinde yaşanan bir aşk ve evlilikten öte “bir özgürlük öyküsü”dür. İran’da İslami devrimin ve şeriatın başladığı karanlık günlerin girdabında yitip gitmek üzereyken, kadın ve birey olarak umutla çırpınarak özgürlüğüme kavuşmamı anlatıyor; İran halkının eşitlik ve demokrasi zaafları kullanılarak siyasi özgürlük vaadiyle, giyimkuşam yemeiçme gibi en doğal haklarının kısıtlanmasını ve giderek ellerinden alınmasını vurguluyorum. Savaşla, şeriatla ve İranlı olmanın gururuyla o kadar meşgullerdi ki onlarla aynı kaderi paylaşmaya gelen Türk gelini küçümsüyorlar, dışlıyorlardı. Aslında şimdi bunları rahatlıkla söyleyebiliyorum. Kitabı yazmaya karar verip UMAG yazma seminerlerine katıldığım günlerde eski eşim İranlı Ahmet bunca yıl sonra günah çıkarmak için ziyaretime geldi. Garip bir şekilde, o güne kadar yazdıklarım bir türlü içime sinmiyor, eksik bir şeyler kalıyor ve silinip atılıyordu. Sanırım Ahmet ile yüz yüze hesaplaşmak, onun Türk gelinin karşısında günah çıkartmasını yaşamak, olup biteni daha sakin ve tarafsız yorumlamamı sağladı. Kitapta da “Her şey bizim dışımızda gelişiyordu. Ahmet ne devrim yapmış ne de savaş çıkarmıştı. Bütün suçu okulunu bitirip karısıyla ülkesine dönmekti” diyerek iç hesaplaşmamı tamamlıyorum. Nitekim onu dinlediğim, anladığım ve hatta affettiğim an, kitabımı akıcı bir şekilde yazmaya başladım. Ahmet İran’a dönerken ben yeniden ilk sayfayı yazmaya başladım. “İKİ ÜLKE BİRBİRİNİ TANIMIYOR” Kitaptaki İranlı eş Ahmet “İnsan düşündüğü gibi yaşamaz, yaşadığı gibi düşünür” sözüne uygun biçimde davranıyor. Türkiye’de diş hekimliği okuyan, Anadolu Kulüp’te dans eden ve modern bir Türk kızıyla evlenen genç adam, Tahran’a gidince değişmeye başlıyor. “Türk Gelin” ise kendini yaşadığıyla asla özdeşleştirmiyor ve dokuz yüz gün boyunca direniyor. Bu direnme, romanın da itici gücü ama metinde “yurt özlemi” de çok belirgin. Nitekim Türk gelin dönünce daha havaalanında Türkiye toprağını öpüyor. Şimdi yıllar sonra tekrar bakınca; iki komşu ülke arasındaki fark gerçekten bu kadar derin miydi ve hâlâ aynı derecede büyük ¥ mü? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1022
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle