Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Mario Levi’yle ‘Karanlık Çökerken’ üzerine ‘Bir hikâye anlatmakla yetinemiyorum’ Mario Levi, yeni romanıyla okur karşısında. “Bu ülkenin değişebileceğine inanan ‘78 Kuşağı’na... İsyanların saflığı için...” ithafıyla başlayan yapıt, 64 Kararnamesi’yle ayrılan ve yıllar sonra bir sahnede yeniden buluşan altı arkadaşın, İzak, Necmi, Şebnem, Niso, Yorgo ve Şeli’nin öyküsünü anlatıyor. Yazarın sekizinci romanı da öncekiler gibi, oldukça hacimli. Karakterlerin psikolojik durumlarına yönelik ayrıntılar yine ön planda. Tabi bir de ‘azınlık kavramı’... Levi’yle kitabını konuştuk... Ë Mehmet ÇAKIR undan sonraki soruları ve yanıtları daha anlamlı kılmak adına, romanınızın konusundan ve içeriğinden kısaca söz eder misiniz? Hikâyenin anlatıcı kahramanı İzak, kendine göre hayatı olan bir adamdır: Evlenmiştir, bir aile kurmuştur, çoluk çocuğa karışmıştır; ticari işlerinde başarılı olmuştur. Ama aynı zamanda hoşnut değildir hayatından. Nefes alabilmek için sanatsal birtakım etkinliklere katılır, fotoğraf çeker, seyahatlere çıkar… Ellili yaşlarında, artık düzeni deyim yerindeyse oturmuş görünüyorken, birdenbire hayatını derinden sarsan bir olayla karşılaşır. Bu olayın ne olduğunu ancak romanın sonunda öğrenir okuyucu. Uzunca bir süre yazar, İzak’ın ölümsüz bir hastalığa yakalanmış olabileceği ve bu nedenle hayatına yeni bir yön vermek istediği duygusunu uyandırmak ister. Ne yapar İzak? Lise yıllarındaki arkadaşlarını yeniden bulmak ister. Arkadaşları dediğimizde altı kişilik bir grup: Artistler Takımı. Amaç, bu arkadaşları bir araya getirmek ve lise yıllarında sahnelemiş oldukları bir oyunu yeniden sahnelemek. Bu oyunun sanatsal bir iddiası yoktur. Kendilerinin yazıp oynadıkları bir oyundur sadece. Buradan yola çıkarak, hem altı farklı kişinin hayat hikâyesini anlatır roman hem de Türkiye’nin son yirmi beş, otuz yılına yazarın bakış açısıyla değinir. Romanın başındaki ithafa bakınca ’78’lileri anlattığınız düşüncesi uyanıyor. Öyle mi? Tam olarak öyle değil. Benim amacım, her ne kadar bu ithafı yaptıysam da, siyasi bir dönem romanı yazmak değildi. Öncelikle ’70’li yılları anlatmak istedim. O yıllarda çok önemli olan dostluk kavramını dile getirmek istedim. ’78 kuşağının isyan ruhunun benim için çok önem taşıdığına inandım. O dönemlerde doğrudan doğruya siyasi kavgaya karışmamışsa bile gençliğin önemli bir bölümünün sol heyecana ciddi bir şekilde sarıldığını görmüştüm. Ben de onlardan biriydim. Fakat ’78 kuşağı derken, sadece o siyasi kavganın içinde olan kuşağı değil, o günlerde gençliklerini yaşayanları kasSAYFA 4 tettim. Belki birtakım yanlış izlenimler, en azından beklentiler uyandırdım kimilerinin gözünde… Yalnızca ithaftan yola çıkarak böyle bir beklenti içine girmenin romanı değerlendirmek açısından yanlış olduğu kanısındayım. Neden bir dönem romanı yazmayı tercih ettiniz? ’70’li yılların Türk edebiyatında çok iyi anlatıldığı, sorgulandığı düşüncesinde değilim. Çok iyi örnekler var, ama yeterince anlatılmış değil. O yıllar benim gençliğimdi. O günlerde kendimi eğitirken, hayatı anlamaya çalışırken hep bugünkünden farklı bir Türkiye olduğuna inandım. Bu nedenle anlattım o dönemi. Türkiye’nin önemli sorunlarından birinin belleksizlik olduğuna inanmışımdır hep. Özellikle yirmili yaşlarda olanlara bir dönem Türkiye’nin yaşadıklarını göstermek istedim bir de. Bir roman yazdığınızda tarafsız olamazsınız, mutlaka taraf olursunuz. Haliyle ben, kendi yaşadığım, algıladığım şekliyle bu dönemi aktarmak istedim. B ROMANIN İLK FİKRİ... Her söyleşinizde söylemeden geçmediğiniz bir doğuş hikâyesi var kitabın. Yine kısaca söz etmenizi rica edeceğim bu hikâyeden ki sormak istediğim biriki soru var bu konuya dair… 2004 yılında, Midilli Adası’nda, TürkYunan Dostluk Derneği’nin düzenlemiş olduğu bir panel vardı. O panelde Prof. Eser Karakaş bir anısından söz etti. Dedi ki, 1964 yılında biz daha çocuktuk. Moda’da geçmişti çocukluğumuz. Oradaki Rum arkadaşlarımızın apar topar gittiğini gördüğümüzde çok üzülmüştük. Üzülmemizin nedeni de mahalledeki futbol takımını sahaya çıkaracak adam bulamamaktı. Bu hikâyeyi çok insani buldum. O akşam romanın ilk fikri doğdu: Ellili yaşlarındaki bir adam, eski mahalle takımını yeniden oluşturmak için arkadaşlarının izini sürer... Ancak bir yerden sonra durmak zorunda kaldım. Sadece ve sadece bir erkek hikâyesi olmasını istemedim romanın. İkincisi, futbol takımını oluştursalar bile kimle oynayacaklar sorusuna bir cevap bulamadım. Az önce romanın aynı zamanda bir ‘dostluk romanı’ olduğunu söylediniz. Futbol takımının karşısına bir rakip çıkaramayışınızın nedeni bununla mı ilgili? Kesinlikle hayır. Bunun nedeni şu: rakip tek takım yok. Mahallelerde futbol turnuvaları filan düzenlenir ama belirli bir rakip yoktur. Böyle bir takım bulunamaz; belleklerden silinmiştir. Sadece oynadığı futbol takımını hatırlar kişi. Bir engel de şu: yalnız 64 Kararnamesi’ne indirgemek istemedim romanı. Futbol takımını Artistler Takımı’na dönüştürme fikri nasıl doğdu? Nasıl daha iyi bir çözüm bulabileceğimi düşündüm ve oyun fikri çok hoşuma gitti. Oyun içinde oyun söz konusuydu çünkü. Herkes kendi oyununu oynuyor bu hikâyede. Farklı şehirlere savrulduktan sonra tekrar İstanbul’a gelmeyi seçerken de bir oyun oynuyorlar aslında. Aynı zamanda tiyatro aşkıMario Levi nı anlatmak için de önemliydi bu dönüşüm. ’70’li yıllarda tiyatro bugünkünden çok daha büyük ve çok daha güçlüydü Türkiye’de. Örneğin, o yıllarda ben ve içinde bulunduğum çevre, İstanbul’un bir sezondaki neredeyse tüm oyunlarını görmeye özen gösterirdik. Bir oyunu görmemiş olmak eksiklikti. “Karanlık çökerken neredeydiniz” bir sitem ifadesi mi? Sitem doğru sözcük, evet. Hesap sormak mı derseniz... Ben, büyük iddialardan her zaman kaçındım. Çok iddialı olurdu hesap sormak. Bu yüzden bir sitem… Kendime de sordum bu soruyu ve kitabı okuyan herkesin de kendine sormasını diledim. Buradaki karanlık, 12 Eylül darbesiyle birlikte gelen karanlık. Ama bu soru her dönemin sorusu. Her dönemin bir karanlığı var ve bu karanlığın içinde kendimizi konumlandırdığımız yer çok önemli. İsrail’in Gazze operasyonundan sonra Yahudileri hedef alan ırkçı söylemler yeniden gündeme taşındı. Türkiye’de azınlık olmak, bir numaralı tartışma konusu haline geldi. Romanınızda yakın tarihle ilişkilendirerek işlediğiniz bu konu hakkında neler söylersiniz? Geriye dönecek olursak, ilk hikâye kitabımdan bu yana işlediğim bir konuydu bu. Yazarlığa başlamamın da temel nedenlerinden biriydi zaten. Hikâyelerimi ilk yazmaya başladığım günlerde, şunun çok iyi farkındaydım: Türkiye’de ustam olarak bildiğim birçok yazar, Attilâ İlhan gibi, Bilge Karasu gibi, Sait Faik gibi, Haldun Taner gibi birçok yazar, İstanbul’un azınlık coğrafyasının kahramanlarını anlatmışlardı. Ama ben, o kahramanların içinden geliyordum. Zamanla azınlık kavramının o kadar kolay anlatılamayacağını daha iyi kavradım. Herkesin, herhangi bir nedenle kendini azınlıkta hissedebileceği gerçeğiyle sık sık yüz yüze kaldım. Örneğin ben, İstanbul’da kendimi azınlıkta hissediyorum ama İstanbullu olduğum için. Haliyle bu kavram, benim için yeni değil. Fakat elbette son zamanlarda yaşananlar bu durumu daha da depreştirmiş oldu. Bir yabancılığın, size birileri tarafından hissettirildiğini görüyorsunuz. Bu çok acı. Çünkü tüm yazarlığınız süresince şunu söylüyorsunuz: ben bu dile aidim, ben bu kültüre aidim, bunun için yazıyorum. Sonra birileri ne yaparsan yap bizden değilsin diyor. Ne zaman böyle bir soruyla karşı karşıya kalsam üzüntü duyuyorum. Özellikle Türkçeye aidiyetimi ilan etmiş biri olarak bu konuda açıklama yapmak zorunluluğunu yaşamaktan dolayı muzdaripim. Sizin de eleştirdiğiniz, bu ayrımı yapan insanlardan hiçbiri bana İsrail’in devlet politikası hakkında ne düşündüğümü sormadı. Öncelikle, vicdan sahibi hiçbir insan çocuk ölümleri karşısında kendini rahat hissedemez. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bugün İsrail’de yaşıyor olsaydım, şimdi barış hareketinde olurdum. Operasyonu şiddetle kınayanlardan biri olurdum. Açıkçası son seçim sonuçları beni hem üzüyor hem de tedirgin ediyor. Ayrıntıları çok önemseyen bir yazarsınız. Sayfalar süren ayrıntılarınız şu soruyu düşündürüyor: Bir yazar bir karakterin bütün hikâyesini anlatabilir mi? Dikkatinizi bir yere çekmek istiyorum: Bir yazar, bu romanda olduğu gibi, ‘ben’ kişisiyle anlatırsa bir karakterin bütün hikâyesini anlatamaz. Örneğin İzak, anlatıcı kahraman olarak hiçbir arkadaşının hikâyesini bütün olarak anlatamaz. Karanlıkta kalan birçok yanları var o kahramanların. İzak sadece duyduklarını aktarıyor. Ben bu tür anlatımı, anlatıcı kahramanın bazı durumları bilmemesi ve dolayısıyla anlatamamasını çok inandırıcı buluyorum. Hayatın kendisi de böyledir zaten. İNSAN RUHUNUN DERİNLİKLERİ Neden hacimli romanlar yazdığınız sorulduğunda hikâyelerin kendini öyle yazdırdığını söylemişsiniz. Hikâyeler kendini daha kısa da yazdırabilirdi ama siz uzun yazmayı tercih ediyorsunuz, niçin? Ayrıntılar… Ayrıntılara o kadar çok önem veriyorum ki roman ister istemez uzuyor. Ben sadece bir hikâye anlatmakla yetinemiyorum. Romanın ayrıcalıklarından biri insan ruhunun derinliklerine inme olanağını bize tanımasıdır. Bu tabi yazarın tercihiyle açığa çıkar. Ruh çözümlemeleri, insan ruhunun derinliklerinin anlatılması ihtiyacı da pek fazla yazar tarafından hissedilmiyor Türk edebiyatında. Aynı zamanda bir eğitmensiniz, yazarlık dersleri veriyorsunuz. Öğrencilerinize, bir hikâyeyi yazarken sakın tarih vermeyin, tarihi hissettirip okuyucunun anlamasını bekleyin, dermişsiniz. Okurun, karakterlerin ruhsal durumlarını da olaylar karşısındaki tepkilerinden anlamalarını bekleyemez miyiz? Bekleyebiliriz tabi. Benim beklemememin nedeni, eksik kalabileceği endişesi. Tüm bu ruhsal derinliklerin içine biraz somut gösterge koymak hem metni renklendirir hem de daha doğru bir yönlendirme sağlar. Bir şarkıdan söz edersiniz, bir ev halini anlatırsınız, bir elbiseyi anlatırsınız… Bu somut ayrıntılar hikâyeyi genişletmenizi de sağlar; duyguları vardır çünkü. ? Karanlık Çökerken Neredeydiniz/ Mario Levi/ Doğan Kitap/ 586 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 993